25 - 31 Ağustos 2013
|
MISIR’DAKİ MALAWİ ESKİ ESERLER
MÜZESİ’NİN YAĞMALANMASI
Mısır'da devam
etmekte olaylar sırasında Yukarı Mısır'da Nil
nehri kıyısında yer alan Malawi Eski Eserler
Müzesi'de saldırıya uğramış, çok sayıda eser
yağmalanmış ve müze kısmen yanmıştır.
Müze yetkililerİ
tarafından Uluslararası Anıtlar Sitler Konseyi
Risklere Hazırlık Komitesi'ne yapılan resmi
başvuru ile durum bildirilmiş ve destek
istenmiş, özellikle yağmalanan ve yasadışı
satışından endişe edilen eserlerin foroğraf ve
listeleri paylaşılmıştır.
Konuya ilişkin ICOMOS Türkiye ve ICOMOS - ICORP üyesi Yard.Doç.Dr. Nevra Ertürk tarafından hazırlanan haber ve müze yetkilileri tarafından iletilen bazı fotoğraflar aşağıdadır:






Mısır’ın
başkenti Kahire’nin yaklaşık 300 km güneyindeki Al
Minyâ kentinin Nil nehri kıyısında yer alan Malawi
Eski Eserler Müzesi 14 Ağustos 2013 Çarşamba günü
öğleden sonra saldırıya uğramıştır. Mısır Eski
Eserler Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre,
müzede 1000’den fazla eser yağma edilmiş, ağır ve
taşınması zor olan heykel, mumya gibi pek çok eser
tahrip edilmiş ve müzenin bir kısmı da yakılmıştır.
Müzenin yağmalanması sırasında bilet satış
görevlisinin de öldürüldüğü yine Mısır Eski Eserler
Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. Müzedeki
yağmalamanın ardından, beş adet Mısır tipi lahit,
iki adet mumya, 40 kadar eser ve binlerce kırık eser
parçası kurtarılabilmiştir.
Turizm
ve Eski Eserler Polis Birimi’yle işbirliği içinde
çalışan müze personelinin, geri kalan eserleri
korumak için gerekli önlemleri alma yönünde
çalışmalarına devam ettiği bildirilmektedir. Nitekim
yağmalanan eserlerin fotoğrafları, Mısır Mirasını
Kurtarma Ekibi (The Egyptian Heritage Rescue Team)
aracılığıyla Turizm ve Eski Eserler Polis Birimi
tarafından yayınlanmış ve ilgili yerlere
dağıtılmıştır. Mısır’lı bir grup arkeologdan oluşan
Mısır Mirası Görev Gücü ise (The Egypt Heritage Task
Force), eserlerin yasa dışı yollarla kazılması ve
yağmalanmasını önlemek için sosyal medya
aracılığıyla farkındalık yaratmaya devam etmektedir.
Malawi
Eski Eserler Müzesi’nin yağmalanmasının ardından,
UNECO, Blue Shield International ve ICCROM gibi
organizasyonlar yağmalamayı kınayan açıklamalarda
bulunmuştur. Yapılan açıklamalarda, 1970 tarihli
UNESCO Kültür Varlıklarının Yasa Dışı İthal, İhraç
ve Mülkiyet Transferinin Önlenmesi ve Yasaklanması
İçin Alınacak Tedbirlerle İlgili Sözleşme
hatırlatılarak, Malawi Eski Eserler Müzesi’nden
yağmalanan eserlerin dünya mirası olduğu ve söz
konusu dünya mirasının korunması yönünde tüm dünya
ülkelerinin, uluslararası ve bölgesel
organizasyonların Mısır’la işbirliği içinde
çalışmaları yönünde çağrıda bulunulmuştur.
TAYHaber, 29.08.2013
|
TARİHE PARK ETMEK VEYA TEPE TEPE KULLANMAK
Bu şehrin hafızası gibidir Alaaddin Tepesi ve tüm Konyalıların anılarında önemli bir yer tutar. Tutar tutmasına ya, biz nasıl kullanıyoruz böylesine öneme sahip bir tepeyi, hiç düşündünüz mü?
Ne yazık ki tarihi tepeyi araçların insafına terk etmişiz gibi; otopark olarak kullanmaktayız. Daha da üzücü olanı ise araçlara bilet keserek gelir elde ettiğimizi sanmamızdır. Avrupa’da böyle bir tepe olsa, bırakın etrafından tramvay geçmesine izin verilmesini, bisiklet bile geçirilmeyeceğinden emin olabilirsiniz.
Alaaddin Tepesi’ni kelimenin tam anlamıyla tepe tepe kullanıyoruz.
Yerel yöneticilerimizden Alaaddin Tepesi ile ilgili projelerini bir an önce hayata geçirmelerini diliyoruz.
Manşet Gazetesi, 29.08.2013
|
 |
ODTÜ'DE SİT KIYIMI
Ankara Büyükşehir
Belediyesi'nin, kentin iki ana arterini bağlamak
için ODTÜ arazisinden geçirmek istediği yolun, doğal
sit alanını kapsadığı ortaya çıktı.
Belediye'nin inşaatına
başladığı, ancak ODTÜ öğrencilerinin ve yolun
geçmekte olduğu Çiğdem Mahallesi sakinlerinin
direnişleriyle karşılanan yol, ODTÜ yerleşkesinin
içinde yer alan "birinci derece doğal sit alanından"
geçiyor.

BELGE 1- KÜLTÜR
BAKANLIĞI KARARI: ODTÜ SİT ALANIDIR
ODTÜ yerleşkesinde yer
alan kimi alanlar, bizzat Kültür ve Turizm
Bakanlığı'na bağlı Ankara Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 6 Mart 1995 tarihli
ve 316/ 3895 sayılı kararı sit alanı olarak ilan
edildi.

BELGE 2- SİT
ALANLARINA İLİŞKİN KROKİ
Kurul kararı
çerçevesinde, ODTÜ yerleşkesinin kimi yerleri
arkeolojik sit alanı, kimi yerleri ise doğal sit
alanı ilan edildi ve derecelendirdi. Bu durum da,
bir kroki ile netleştirildi. Krokide, ODTÜ
arazisinde bulunan tarihi ve doğal sit alanları ve
bunlara verilen dereceler, ayrıntıları ile yer aldı.


BELGE 3- ANKARA
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ'NİN YOL KARARI
Ankara Büyükşehir
Belediyesi'nin ODTÜ arazisinden geçireceği yolun bir
kısmının sit alanıyla kesiştiği, bizzat Belediye'nin
yola ilişkin aldığı kararda da yer alıyor.
Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek'in de imzasını taşıyan
15 Mart 2013 tarihli Ankara Büyükşehir Belediye
Meclisi kararında aynen şu ifade yer alıyor; "Fen
İşleri Dairesi Başkanlığı'nın yazısı eki proje ile,
Dumlupınar Bulvarı bağlantı noktası dışında mevcut
onaylı güzergah içinde kalacak şekilde 3 ayrı kavşak
noktasında revizyona gidildiği, sadece Dumlupınar
kavşak noktasında yaklaşık 9 bin metrelik bir
kısımda 1. derece doğal sit alanına, 8 bin metrelik
bir kısımda ise ODTÜ 1 orman alanına girildiği,
ayrıca güzergah boyunca kısmen ODTÜ ve 5 bin
metrelik şahıs mülkiyetlerinin bulunduğu.."
TOP ŞEHİRCİLİK
BAKANLIĞI'NDA...
ODTÜ yerleşkesindeki SİT alanının yola kurban edilip
edilmeyeceğine ise, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
karar verecek. Ankara Büyükşehir Belediyesi, sit
alanından yol geçirebilmek için resmen Bakanlığa
başvuruda bulundu. Ancak bir yandan da, sit alanı
olarak geçmeyen bölgede inşaat çalışmalarına
başladı, viyadük için üç ayağı daha şimdiden
tamamladı. sit alanında inşaat çalışmasına
başlanması için ise, Bakanlık kararı bekleniyor.
Önceki yıllarda Sit
alanlarının, doğal ya kültürel, belirlenme yetkisi
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda bulunuyordu. Ancak 29
Haziran 2011 tarihinde çıkarılan 644 Kanun Hükmünde
Kararname (KHK) ile 17 Ağustos 2011 tarihinde çıkan
648 sayılı KHK bu yetki bölündü.
İlgili KHK'lar
çerçevesinde, kültürel ve arkeolojik sit alanlarını
belirleme yetkisi Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda
bırakılırken, doğal sit alanlarını belirleme yetkisi
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na devredildi.
BELEDİYE YOL KARARINI
"OY ÇOKLUĞU" İLE ALMIŞ
Nitekim, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi de yola
ilişkin "oy çokluğu" ile alınan kararında, bu
KHK'lara atıfta bulunarak, sit alanının yola
verilmesi için Şehircilik Bakanlığı'ndan izin
alınması için gerekli işlemlerin yapılacağı ifade
edildi.
Ankara Büyükşehir
Belediye Meclisi'nin kararında ilgili paragraf
şöyle;
"Dumlupınar Bulvarı bağlantı kavşağındaki
üniversiteye hizmet edecek olan ve Dumlupınar
Bulvarı ile yeni açılacak güzergahı ilişkilendiren
kollara ilişkin kavşak çözümünün 1. derece doğal sit
alanında kalması nedeniyle, 644-648 sayılı KHK
gereğince, sit alanı içinde kalan kısmının Ankara
Valiliği Çevre ve Şehircilik il Müdürlüğü, Ankara 1.
Tabiat Varlıklarını koruma bölge komisyonu
Müdürlüğüne sevki, yine bu kısımda Orman alanında
kalan alan için 6831 sayılı Orman Kanunu ile ve
ilgili yönetmelikler gereği alınacak izinlere
ilişkin plan notu oluşturulduğu;
"KAMU YARARI..."
Yukarıda bahsi geçen kavşak ve bağlantılar ile
beraber diğer kavşak noktalarında önerilen
revizyonun kamu yararına olduğu, onaylı imar planı
ile belirlenmiş yol güzergahı içinde olması
nedeniyle ilave kamulaştırma maliyeti getirmeyeceği
hususları da dikkate alınarak, Belediye Meclisimizce
karara bağlanmasının uygun olacağı görüş ve
kanaatine varıldığı..."
Anadolu Bulvarı’nın devamı olarak, üniversite
arazisinin doğu bölgesinden geçecek yol güzergahına
ilişkin "Koruma Amaçlı İmar Planı" çalışmalarının
ilgili kurumların katılımıyla tamamlandığını ve onay
için Çevre ve Şehircilik Bakanlığına sunulduğunu
söyledi.
CHP TEPKİLİ: “5 AYDA
NE DEĞİŞTİ”
Belediye'nin ODTÜ
arazisinden yol geçirme kararına CHP de karşı
çıkıyor. Kendisi de bir ODTÜ'lü olan CHP
Milletvekili Aylin Nazlıaka, Belediye'nin ODTÜ
arazisinden yol geçirme kararına en çok karşı çıkan
isimlerin başında geliyor. Nazlıaka, Hürriyet'e
yaptığı açıklamada, Ankara Büyükşehir Belediye
Meclisi'nin Mart'ta aldığı karara atıfta bulunarak,
"5 ay önceki kararda 1. Derece Sit Alanı olarak
belediye meclisinden geçen karar bugün ne oldu da
yok sayılmaktadır? 5 ayda ne değişmiştir ki 1.
Derece Sit Alanı olan bölge bu özelliğini
yitirmiştir?" sorularını yöneltti.
NAZLIAKA: “ÇÖZÜM
RAYLI SİSTEM”
Planlanan yolun, trafik
sorununu çözmeyeceğini de savunan Nazlıaka, "Ormanın
yok edilerek yol geçirilecek olması Ankara’nın
trafik sorununu çözmeyecek sadece sorunun yer
değiştirmesine neden olacaktır. Hiç şüphesiz
Ankara’daki trafik sorunun çözümü raylı sistemlerden
geçmektedir" dedi.
Nazlıaka, şu ifadeleri
kullandı;
"Ormanları yok etmenin yeni bahanesi olan açıklamayı
ODTÜ Ormanı için de duyuyoruz. ‘Ağaçlar
kesilmeyecek, başka bir yere taşınacak’ ifadesi
doğa katliamının moda gerekçesi haline geldi.
Ormancılar, söz konusu ormanda yer alan çam
ağaçlarının başka bir yere taşınması mevsimsel
açıdan da ekosistem açısından da uygun olmadığını
söylemektedirler. Bu mevsimde taşınacak olan çam
ağaçları ölecektir, yani kesmekle taşımak arasında
teknik olarak hiçbir fark yoktur"
7 bin 300 ağaç için
yargıya gidiyoruz
Mimarlar Odası
Ankara Şubesi
Başkanı Ali Hakkan, Anadolu Bulvarı’nı Konya Yolu’na
bağlayacak projenin iptali için yargıya
gideceklerini söyledi. Yolun geçeceği güzergahta
yaptıkları incelemeler sonucunda yaklaşık 7 bin 300
ağacın kesileceğini tespit ettiklerini anlatan
Hakkan, “Bu konuda yaptığımız araştırmalar ve
bilimsel veriler doğrultusunda birkaç hafta içinde
yargıya başvuracağız” dedi. Gazi Üniversitesi’nin
yaptığı ulaşım ana planını da eleştiren Hakkan,
planın hiçbir sivil toplum kuruluşu ya da kamuoyu
ile paylaşılmadığını vurguladı. Ulaşım ana planının
Ankara’nın geleceği açısından çok önemli olduğunu
belirten Hakkan, “Ankara’nın ulaşım planının
gelecekte nasıl şekil alacağını belirleyen bu
projeye kamuoyu ve STK’lar da dahil edilmeliydi.
Planın yangından mal kaçırırcasına bu kadar kısa
sürede yapılması mantıklı değil. Bu plan her açıdan
değerlendirilmeli ve ona göre karar verilmeliydi”
diye konuştu.
Hrriyet, Haber: Zeynep
Gürcanlı, 29.08.2013
|
 |
KAYBOLAN MESCİD İHYA EDİLİYOR
Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılan ve zaman içinde yıkılarak kaybolan Uzun Yusuf Mescidi, Fatih Belediyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve hayırseverler tarafından yürütülen çalışmalarla yeniden ihya ediliyor.
Kayıtlara göre, Seyit Ömer Mahallesi’ndeki Uzun Yusuf Mescidi Fatih Sultan Mehmed döneminde padişahın maiyetinde çoban olarak hizmet eden Uzun Yusuf’a yaptırıldı fakat yıllar içinde bakımsızlık ve ilgisizlikten yıkılınca üzerine gecekondular yapıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü ile yürütülen çalışmalar sonucunda Fatih Belediyesi, arsa üzerindeki gecekonduları kaldırdı. Mescit kalıntılarının ortaya çıkmasıyla birlikte, mescidin aslına uygun inşasına başlandı. Uzun Yusuf Camii Sokak’ta inşaatı beş aydır hızla süren mescit yakında ibadete açılacak.
Habertürk, 29.08.2013
|
KÜLTEPE KANİŞ/KARUM
KAZILAR DEVAM EDİYOR

Kültepe Kaniş/Karum Ören Yeri’ndeki kazıların Şeref
Başkanı Prof.Dr. Kutlu Emre, Kazı Heyeti Başkanı ve
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Fikri
Kulakoğlu ile kazı heyetinde yer alan Japonya Notre
Dame Seishin Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Ryoichi Kontani ziyarette, kendilerine desteğini
esirgemeyen Vali Düzgün’e teşekkür ederek,
Kültepe’deki kazıların Kayseri’ye kar düşene kadar
devam edeceğini bildirdiler.
Kazı
çalışmaları hakkında bilgiler veren Kazı Heyeti
Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, Vali Düzgün’ün
Kültepe kazılarına daha önceki Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü görevi sırasında da büyük
önem ve destek verdiğini ve bu durumun kendilerine
moral olduğunu belirterek, Eylül ayında Kültepe ile
ilgili kapsamlı bir değerlendirme toplantısı yapmayı
planladıklarını açıkladı.
21 - 23 Eylül tarihlerinde kazıların devam ettiği
Kültepe’de, sadece buradaki kazılara katılmış 40
bilim adamının katılımıyla düzenlenecek
değerlendirme toplantısına Vali Düzgün’ü de davet
eden Prof.Dr. Kulakoğlu, bu sayede 1948 yılından
beri devam eden çalışmalarla ilgili kapsamlı bir
değerlendirme yapma imkanı bulunacağını ve bunun
uluslar arası camiada paylaşılacağını vurguladı.
Tarihçi konuklarına, Kültepe kazılarının İnsanlık
tarihinin ortaya çıkarılmasında çok önemli bir yeri
olduğunu ifade eden Vali Düzgün, Kültepe
Kaniş/Karum’un Kayseri’nin en önemli tarihsel
zenginliklerinden olmasının yanı sıra dünya
tarihinin de aydınlatılması noktasında çok önemli
bir yere sahip olduğunu kaydetti.
Vali Düzgün, “Kültepe Kaniş/Karum’daki tabletlerden
pek çok ticari anlaşmalar yapıldığını görüyoruz. 66.
yılına giren kazı çalışmalarında emeği geçenlere
teşekkür ediyorum. Kazı çalışmalarında büyük emeği
geçip de bugün aramızda olmayan değerli
büyüklerimizi de rahmetle anıyorum” diye konuştu.
Kayseri-Sivas karayolunun 20'nci kilometresinde
yolun 2 kilometre kuzeyinde bulunan Kültepe Kaniş
Karum Ören Yeri’nde 1948 yılından beri sürdürülen
kazı çalışmalarında bugüne kadar Asurlu tüccarlara
ait 23 bin 500 adet tablet bulunmuştu.
Kayseri Gündem, 28.08.2013
|
TARİHİ DÖNÜŞÜMDE SON
AŞAMA
Konak Belediyesi’nin
sürdürdüğü restorasyon çalışmalarıyla ayağa kalkan
Tekel Tütün Deposu, hizmete açılacağı gün için geri
sayıma başladı.

Restorasyonda son
aşamaya gelen 1930’lu yılların başında yapılan bina
eski ihtişamına kavuştu. Döküntü ve yıkık halinden
Konak Belediyesi’nin çalışmalarıyla kurtulan Tekel
Tütün Deposu, Emniyet Müdürlüğünün hizmetine tahsis
edildi.
Katlarda çürük ahşap
zemini çöken, çatısı kullanılmaz hale gelen ve
kaderine terk edilen Tekel Tütün Deposuna Konak
Belediyesi sahip çıkarak, temelden çatıya yeniledi.
Gazi Bulvarı üzerinden konumlanan ve kent merkezinde
adeta bir utanç görüntüsü oluşturan depo binası,
yepyeni bir görünüme kavuştu. Orijinaline sadık
kalınarak restore edilen yapı, yılların
yıpranmışlığını üzerinden atarak yeni yüzünü
gösterdi.
Konak Belediye Başkanı
Dr. Hakan Tartan, tarihi dokuyu çağdaş kent
anlayışına uyarladıklarını ve kentin önemli
simgelerini halkın hizmetine kazandırdıklarını
belirterek şunları söyledi: “Konak, gerek kent
insanıyla gerekse başka ilçe, şehir ve ülkelerden
gelen konuklarıyla dinamizmi 24 saat yaşayan bir
kent. Sürekli yeniliklere açık ancak bir yandan da
tarihi dokusuyla da adeta bir zaman tüneli... Biz
Konak Belediyesi olarak bu tarihi dokuyu, geçmişin
izdüşümlerini çağdaş dünyayla buluşturuyoruz.
Müzelerimizi tarihi binalarda oluşturuyoruz,
İzmir’in tarihine ışık tutan Arkeopark projemizi
oluşturduk. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına tanıklık
etmiş Tekel binası da unutulmayı değil yaşamayı,
halkın kullanımında olmayı hak eden bir binaydı.
Restorasyon sonrası hem bina hak ettiği görünüm ve
işleve kavuşacak hem de Emniyet Teşkilatımızla
birlikte şehirde güvenlik ve huzurun sembolü
olacak.”
Yapı, 28.08.2013
|
NOSTRA SIGNORA 'HOTEL
ITALIA' PROJESİYLE İSTANBUL'DA

Mevcut modern sanat
mekanı anlayışını değiştirmeyi kendine düstur
edinmiş ve bu yönde yaptığı atılımlarla dikkat çeken
genç mekan Mixer, yeni sezona 13.
İstanbul Bienali
paralelinde bir sergiyle merhaba demeye
hazırlanıyor. Palermolu sanatçı kolektifi Nostra
Signora sanatçılarının eserlerinin sergileneceği
proje, ‘Hotel Italia’ adıyla 10 Eylül-29 Eylül 2013
tarihleri arasında ziyaret edilebilecek.
Küratörlüğünü Antonia Cassara ve Marcello
Faletra’nın yürüteceği sergide şehir ve mekan
arasındaki diyaloğun arttırılması amaçlanıyor.
Philippe Berson, Cesare Inzerillo, Jesse Gagliardi,
Simone Mannino, Riccardo Scibetta ve Michele
Ciacciofera’nın bir araya geldiği sergide mekan
sınırları zorlanacak.
Yapımı İstanbul’un Levanten dönemine denk gelse de
İtalyan mimarisinden nasibini alamayıp adıyla
yetinen ‘Hotel Dakar İtalya’ özellikle bu yüzden
Nostra Signora sanatçılarının dikkatini çekmiş.
Beyoğlu Tomtom Mahallesi’ndeki otel artık
kullanılmıyor ve yakın zamanda yıkılması
planlanıyor. Sıvaları çoktan akmış, pencereleri
dökülmüş ve unutulmuş harap haldeki bir bina bu
aslında. Fakat tamamen yıkılmadan evvel Mixer ev
sahipliğinde, adına gerçekleştirilecek bu projeyle
ab-ı
hayat suyunu içecek
desek yeri. Nasılsa yıkılacak diye oteldeki
eşyaların kullanılmasına izin vermiş yetkililer. Bu
da sergiyi otelin ‘yaşanmışlığıyla’ birleştirmeye
yetiyor elbette. Sergiyi gezerken sanatçıların
işleri arasında, koşullar el verdiği ölçüde, otelin
perdelerine, kapılarına hatta belki tabelasına bile
rastlayabilecek, kırmızı halılarda yürüyeceksiniz.
Otel odaları gibi tasarlanmış mekanda Hotel
İtalya’nın terk edilmiş, unutulmuş, tozlu odalarının
ruhunu geri çağıracağız. Bir tarafta yolculuk etme
halinin, diğer tarafta ise bir odaya sıkışıp
kalmışlığın huzursuz edici birlikteliğinin içinde
bulacağız kendimizi. Tarihi mimarinin modern
mimariyle buluşacağı sergide, sanatçılar klasikle
çağdaşı bir araya getirdikleri işleriyle de bütünlük
yakalama niyetinde.
Sergide yer alan beş sanatçının beşi de farklı
tarzlara sahip. Bu da resim, heykel, fotoğraf, video
ve enstalasyon, hepsinin iç içe geçtiği zengin bir
sergi olacak demek oluyor. Aynı zamanda performans
sanatçısı da olan Philippe Berson daha çok heykel
çalışıyor. Fakat heykellerinde alışılmışın dışında
kemik, metal, organik ya da inorganik malzemeler
kullanarak şaşırtıyor.
Milanolu sanatçı
Riccardo Scibetta ise fotoğraf ve heykeli bir araya
getirdiği üç boyutlu çalışmalara sahip. Fotoğraf,
heykel, yazı ve yeni teknolojileri harmanladığı
kavramsal çalışmalarıyla dikkat çeken Jesse
Gagliardi ise sadece hikayelerle yetinmeyip tüm
alana yayılan şairane işler ortaya koyuyor. Aynı
zamanda tiyatro ve
sinema setlerinde
tasarımcı olarak çalışan Ceasare Inzerillo medya ve
tarihten esinlendiği grotesk bedenler, dramatik
karakterler ve çökmüş vücutlardan besleniyor. Ressam
ve set tasarımcısı Simone Mannino ise mekanın
tamamına nüfuz etmekten hoşlanıyor. Alegorik
çalışmalarının pek çoğunda alanın ve eserin
(renklerin, seslerin, ifadelerin) bütünleştiğini
hissedeceksiniz.
Bu, Nostra Signora sanatçılarının
Türkiye ’deki ilk
sergisi olacak. Fikir akıllarına gelip, projeyi
yapmaya karar verdiklerinde doğrudan Mixer’le
iletişime geçmişler. Fikirlerini mekan ve çağdaş
sanat düzleminde geliştirmeyi hedefleyen ekip
yaklaşık beş yıldır birlikte çalışıyor. Formel bir
grup gibi hareket eden sanatçılar, Palermo ve
İstanbul’un birbirine benzediğini düşünüyor. Bu
yüzden işlerini yaparken İstanbul’a alışmak ve
şehrin içine girmek hiç de zor olmamış. Kaotik ama
baştan çıkarıcı buldukları İstanbul önemli bir
kaynak olmuş sanatçılar için. Mixer ekibi de
bağımsız ve disiplinler arası sanatçıların
birlikteliğinden doğan projeyi kendi misyonuna
oldukça yakın bulmuş ve sanatçılara kapılarını
açmış. Galerinin sanatçıları tamamıyla özgür bırakan
ve mekanı istedikleri gibi değerlendirmelerine izin
veren tutumu da Nostra Signora ekibinin işlerini
hayli kolaylaştırmış. İçten ve heyecan verici bir
ortaklık olmuş kısacası.
Atölye çalışmaları vesilesiyle uzun süredir
İstanbul’da bulunan sanatçılar Gezi dönemine de denk
gelmiş haliyle. Aktif olarak eylemlere de katılan
ekip, yaşanan tüm trajik olaylara rağmen, söz konusu
dönemde Türkiye’de oldukları ve böylesi özel bir ana
tanıklık ettikleri için kendilerini şanslı
sayıyorlar. Türkiye’de yaşanan coşku ve insanların
kendi bilinçlerinin farkına varma süreci ile sivil
itaatsizlik ve politik merkez yoksunluğu döneminden
geçen İtalya arasında da bağ kuruyorlar. Bu bağın
‘Hotel Italia’ projesini de güçlendireceğini düşünen
grup, bir dönem kasten İtalya adıyla onurlandırılan
otelin sanatın iyileştirici gücünden nasibini
almasını amaçlıyor.
Radikal, Haber: Hülya
Avtan, 28.08.2013
|
SİDE ARTIK KORUMADA
T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından da son onayı alan Side Koruma
Amaçlı Revizyon İmar Planı; yasal prosedürünü
tamamladı. Side Belediye Başkanlığı’nca hazırlanan
Side Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı; Antalya
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu kararı ile “Side
Antik Kenti Kentsel ve III. Derece Arkeolojik Sit
Alanı Uygulama Revizyon İmar Planı ve Plan
Hükümleri”nin onaylanmasıyla yaklaşık 2,5 yıllık bir
süreçte sonlandırılmıştı. Plan, 21 Ağustos günü ise
T.C. Kültür ve Turzim Bakanlığı’na bağlı Yatırım ve
İşletmeler Genel Müdürlüğü tarafından da onaylanarak
yasal prosedürünü tamamladı.
Birgün, 28.08.2013
|
1600'LERİN HESAP MAKİNESİ SATIŞTA
İngiltere’deki
Christie’s müzayede evinde 10 Ekim tarihinde
düzenlenecek açık artırmada 17’inci yüzyıldan kalma
dünyanın ilk küçük boy hesap makinesi satışa
sunulacak.
Nadir görülen bu makinenin var olan ilk mekanik
hesap makinesi ve ilk taşınabilen cihaz olduğu
öğrenilirken makinenin 1673 yılında
Fransa kralı XIV. Louis için çalışan
saat tamircisi Rene Grillet tarafından yapıldığı
tahmin ediliyor. Ahşaptan yapılma
antika hesap makinesi yaklaşık 15 santimetre
genişliğinde ve 32 santimetre uzunluğunda. Satıştan
108 bin ila 155 bin
dolar, (220 bin 220 ila 321 bin 216 TL) arasında
gelir elde edilecek.
Milliyet, 28.08.2013
|
|
HASANKEYF'İN GELECEĞİ
MASAYA YATIRILDI
Kültürel Varlıklarının
Taşınması Bilim Heyeti, antik kent Hasankeyf’te
çalışmalarına başladı. Ortadoğu Teknik
Üniversitesinden Prof.Dr. Ahmet Türer başkanlığında
çalışmalarına başlayan heyette Kültür Bakanlığı
yüksek mimar Serap Sevgi, Dsi genel müdürlüğünden
yeniden yerleşim ve kültürel varlıkların taşınması
Müdürü Mühittin Durmaz, Nurol-Cengin'den harita
mühendisi Ahmet Köksal, Hasankeyf Kaymakamı Temel
Ayca ile Hasankeyf Kültür Derneği Başkanı Ahmet
Akdeniz (Çoban Ahmet) yer aldı. Heyetin çalışmaları
hakkında bilgi veren Hasankeyf Kültür Derneği
Başkanı Ahmet Akdeniz “Heyetle çalışmalar yaptık.
Çok olumlu geçen görüş alış verişleri Hasankeyf'in
geleceğini masaya yatırdık. Bu Kültürel Varlıkların
taşınması belgesel olarak çekimleri yapılacak.
Yapılacak çekimler uluslar arası platformlarda
gösterilecektir. Dünyada bir ilki gerçekleştirecek
bu kültürel varlıkların taşınması ve çekilmesi
Hasankeyf'in marka değerini ve tüm dünyanın gözünün
tekrar bölgemize ve Hasankeyf'e çevrilecektir” dedi.
Batman Gazetesi,
28.08.2013
|
|
PUTİN O TABLOYU
TUTUKLATTI
Rusya’da St.
Petersburg polisi, Devlet Başkanı Vladimir Putin ve
Başbakan Dmitri Medvedev’e hakaret ettiği
gerekçesiyle bir yağlıboya tabloya el koydu,
tablonun sergilendiği sanat galerisini de kapattı.
Adı açıklanmayan
ressamın eşcinselliği yasaklayan yasayı hicvetmek
için yaptığı tabloda kadın iç çamaşırları içindeki
Putin, üzerinde
sutyen bulunan Medvedev’in saçlarını tararken
görülüyor.
Hürriyet, 28.08.2013
|
NE ÇEKTİN BE SEYİT
ONBAŞI

Çanakkale’deki Topçu
Seyit Onbaşı heykeli, ‘Topu sırtında mı, elinde mi
taşıdı’ tartışmasından sonra, bu kez de top
mermisinin ağırlığı ile gündeme geldi.
Heykelin kaidesinde,
taşıdığı merminin ağırlığı 276 kilogram olarak
belirtilirken, bilgilendirme tabelasında ise 215
olarak yer aldı.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Çanakkale Savaşı sırasında büyük top
mermisini taşıyarak, İngilizlerin ‘Ocean’ adlı
zırhlı savaş gemisinin batırılmasında büyük
katkısı olan Topçu Seyit Onbaşı’nın Hüseyin Anka
Özkan’ın yaptığı heykelini ‘Tarihi hata var’
gerekçesiyle kaldırmıştı. ‘Merminin kucakta
taşındığı’ heykel
Ankara’ya
getirilirken, ‘topun sırtta taşındığı’ Eray
Okkan’a ait yeni heykel kaideye konulmuştu.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın hazırladığı
bilgilendirme tabelasında “Tabyada görev yaptığı
240/35 milimetrelik topu ateşleyebilmek için
arkadaşlarıyla birlikte, topun 140, 190, 215
kilogram ağırlığındaki mermilerini sırtlayıp
kaldırarak ateşin devamını sağlamıştır”
deniliyor. Ancak, heykelin kaidesinde ise “276
kilogramlık top mermisini tek başına kaldırarak,
Ocean Zırhlısı’na isabet ettirmiştir” ifadesi
yer alıyor. Tabelada Harp Mecmuası’nın ön kapak
fotoğrafında yer alan Seyit Onbaşı’nın mermiyi
sırtında taşırken fotoğrafına da yer verildi.
Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma
Merkezi’nden (AÇASAM) Araştırmacı Gürsel
Akıngüç, tabela ve kaidedeki çelişkili rakamlar
için şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bunlar Alman yapımı Krupp marka toplar. 1892’de
satın alınmış. Bizim verdiğimiz 140, 190, 215
kilo ağırlığındaki üç ayrı cins mermi,
Genelkurmay
kaynaklarımızda yer alıyor. 1’inci Dünya Savaşı
sırasında Enver Paşa’nın emriyle Harp Mecmuası
yayınlanıyor. Bu propagandist amaçlı bir yayın
organı. Halkın savaş ortamındaki psikolojisini
ayakta tutmak için uğraşıyor. 2’nci sayısında
Seyit Onbaşı’yı kapak konusu yapıyorlar. Altına
da ‘215 kıyye’ yazıyorlar. Kıyye de okka. Yani
bir kilo 200 küsur gram. Bunu 215 ile
çarptığınız zaman 276 kilogram yapıyor. Geçerli
olan kilo, yani kıyye değil. Ama bazı arkadaşlar
çevirirken 276 kilogram olarak çevirmişler.
Zaten 276 kilogramlık mermi yok. 215 kabul etmek
lazım. Genelkurmay kaynaklarında bu topların
nitelikleri ile ilgili cetvellerde metrik
ölçüler dahilinde verilmiş ağırlık 215
kilogramdır. Tabelaları Milli Park yetkilileri
değiştirecekti."
Hürriyet, Haber: Umut
Erdem, 28.08.2013
|
MEZARIN KRALI VAR, ERİTİYORUZ
Muğla’nın Dalyan beldesindeki kral mezarları günden güne eriyor. Likya ve Karya dönemine ait mezarlardaki erime daha 2003 yılında, Başkent Üniversitesi’nden Prof.Dr. Cengiz Işık tarafından tespit edilmişti.
6 yıl sonra dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın girişimiyle Prof. Işık, TÜBİTAK ile ortak proje hazırladı. Mezarların nano teknolojiyle korunmasını içeren proje, kurumdaki idari değişiklik sonrası rafa kaldırıldı.
10 yıldır mezarların kurtarılması için mücadele eden Prof.Dr. Işık, güneş ve rüzgar etkisi, asit yağmurları ve hava kirliliğinin mezarları olumsuz etkilediğine işaretle “TÜBİTAK elindeki projeyi hemen uygulamaya koymalı. Aksi takdirde her şey için çok geç kalınmış olacak”dedi.
Akşam, Haber: Mustafa İnci, 28.07.2013
|
 |
|
EMİRDAĞ AMORIUM'DA KAZI
ÇALIŞMALARI
MÖ 2000′li yıllardan
beri Hitit, Frig, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinde kesintisiz yerleşim gören
Amorium antik kentinde 1987-1992 yılları arasında
Prof. R.M Harrison tarafından sürdürülen kazı
çalışmaları 1993-2009 yılları arasında Dr. Chris
Lightfoot tarafından devam ettirilmiştir. 2013
yılında ise Amorium kazı çalışmaları T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı onayı ile Afyonkarahisar Müzesi
başkalığında ve Eskişehir Anadolu Üniversitesinden
Doç.Dr. Zeliha Demirel Gökalp’in bilimsel
danışmanlığında 21.08.20013 tarihinde başlanmıştır
Afyon Haber, 28.08.2013
|
NEHİR YATAĞI DEĞİŞTİRİLİNCE ORTAYA ÇIKTI

Sakarya Nehri üzerinde Akıncılar
Köyü mevkiinde
inşa edilen
HES projesinde kot ayarlaması çalışması
sebebiyle nehrin yatağı yaklaşık 30-40 metre
değiştirildi.
Nehir suyunun yeni yatağına verilmesiyle nehrin
dibinde kalan
tarihi eser gün yüzüne çıktı. Çalışanlar ve
bölgedeki vatandaşlar durumu Sakarya Müze
Müdürlüğü'ne haber verdi.
Müze uzmanları jandarma ekipleri eşliğinde
kalıntıda inceleme yaptı. İlk incelemede kalıntının
tarihte yerleşim birimini çevreleyen
Bizans ya da
Roma dönemine ait kale kalıntısı olabileceği
belirtildi.
Kalıntı üzerinde daha detaylı araştırma yapılması
gerektiğini belirten uzmanlar şu bilgileri verdi:
"Osmanlı kaleleri ile ilgisi yok. Daha çok Roma ve
Bizans eserlerine benziyor. Muhtemelen Bizans'tan
kalma
olabilir. Çünkü Bizans İmparatoru Jüstinyen’in
Sakarya Nehri üzerine 553'te yaptırdığı bir
Jüstinyen Köprüsü hala ayakta. Kalıntının muhtemelen
bu döneme ait olduğunu düşünüyoruz.
Eser bin 400 yıllık olabilir." Bu arada nehrin
yatağının değiştirilmesiyle kale kalıntısı içinde
binlerce küçük balığın mahsur kalması çevrecileri
harekete geçirdi. Akıncılar Köyü Şelalelerini Koruma
Derneği Başkanı Kamuran Tan ve köylüler, mahsur
kalan balıkları kovalarla alarak yeni yatağındaki
Sakarya Nehri'ne bıraktı.
Milliyet, 27.08.2013
|
KAPADOKYA'NIN 8 BİN 500 YILLIK TARİHİ KAZILIYOR
Nevşehir ve Kapadokya'nın tarihini 8 bin 500 yıl
öncesine götürecek Ovaören beldesindeki kazılarda,
bu yıl bir antik şehrin önemli bölümünün ortaya
çıkarılması planlanıyor.
Kazı Başkanı Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Süleyman Yücel
Şenyurt, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Gülşehir'e bağlı Ovaören beldesinde bulunan
Yassıhöyük ve Topakhöyük'de 2013 yılı kazılarına
üniversiteden 20 kişilik teknik ekip ve 30 işçiyle 1
Ağustos'ta başladıklarını söyledi.
Eylül ayı sonuna kadar sürecek çalışmalarda
toprak altındaki mimarileri ve surları gün ışığına
çıkarmaya devam edeceklerini anlatan Şenyurt, bu
yılki kazılarda yazılı bir belge bulmayı umut
ettiklerini dile getirdi.
"Kapadokya'nın dip tarihi"
Nevşehir Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürü Mevlit Coşkun da Ovaören'de bulunan
Yassıhöyük ve Topakhöyük'te bulunan Hitit dönemine
ait antik kentin Kapadokya bölgesinin dip tarihi
olduğunu söyledi.
Prof.Dr. Şenyurt başkanlığında 6-7 yıldır devam
eden kazı çalışmasını dönem dönem ziyaret
ettiklerini belirten Coşkun, Şenyurt'tan bilgi
aldıklarını ve kazı çalışmalarında oluşacak
sorunlara çözüm üretmeye gayret gösterdiklerini
kaydetti.
Yeni Şafak, 27.08.2013
|
SEYİTÖMER HÖYÜĞÜ SERGİSİ İSTANBUL'DA
Dumlupınar Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün
organize ettiği 'Haydi çocuklar kazıya'
etkinliğinin ikincisi
İstanbul'da gerçekleştirilecek.
Dumlupınar
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve
Kütahya Belediyesi işbirliği ile yapılacak
olan organizasyon Beylikdüzü Torium AVM'de 14
Eylül-22 Eylül 2013 tarihleri arasında
gerçekleşecektir. Sergide, Dumlupınar
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, Seyitömer Höyük
Kazıları ve Arkeoloji Bilimi'nin tanıtımının
yapılması, özellikle çocukların ve yetişkinlerin
bu konular hakkında fikir sahibi olması
hedeflendiği kaydedildi.
Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Seyitömer Höyük
Kazı Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen sergi ile
ilgili olarak; "Bu etkinlik ile küçük
çocuklardan başlayarak eski eserler, arkeoloji,
arkeolojik kazılar ve müzeler konusunda eksik
olduğunu düşündüğümüz toplum bilincini bir nebze
olsun arttırdığımız ve arkeoloji biliminin
tanıtımına katkıda bulunduğumuz görüşündeyiz.
Aynı etkinliği farklı şehirler ve
üniversitelerde gerçekleştirerek Türkiye
genelinde arkeoloji bilimini tanıtmak amacı
taşımaktayız. Erken Tunç Çağı tabakasında açığa
çıkarılan Megaron yapısının (Tapınak) modeli
yapılmış, yapılan bu model içinde oluşturulan 6
adet çukura saklanan imitasyon (taklit)
eserlerin, sergiye katılan çocuk ziyaretçiler
tarafından arkeolog eşliğinde kazılarak
bulunması sağlanacaktır. Uygulama 6-11 yaş
grubundaki çocukları kapsamaktadır. Bu uygulama
sayesinde çocuklar; arkeolojik kazı nasıl
yapılır, arkeolojik kazılarda nelere dikkat
edilir ve Seyitömer Höyük Kazısı hakkında bilgi
edinmeleri sağlanacaktır.Çalışmada yetişkin
ziyaretçiler için panolarda bulunan afişlerle
Seyitömer Höyüğü'nün ve Arkeoloji Bölümü'nün
tanıtımı yapılacaktır. Aynı zamanda sergi
alanında bulunan vitrinler içinde yine Seyitömer
Höyük Kazısına ait eserlerin imitasyon örnekleri
sergilenecektir. Bu eserlerin yanında bir
arkeologun çantası, restorasyonda kullanılan
malzemeler ve çizimde kullanılan malzemelerin
sergisi yapılacaktır" diye konuştu.
Star Gündem, 27.08.2013
|
ASLANTEPE HÖYÜĞÜ UNESCO'YA ADAY

Malatya Valisi Vasip Şahin,
Aslantepe Höyüğü'nü gezerek kazı çalışmalarını
inceledi. Roma La Sapienze Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane ile görüşen
Şahin, tarihi höyükte bulunan tarihi eserlerle
ilgili bilgi aldı.
Prof.Dr. Marcella Frangipane, höyükte kazı
çalışmalarına geçtiğimiz hafta başlanıldığını
anımsattı. Kazılar sonucu önceki dünyanın ilk kerpiç
sarayının ortaya çıkarıldığını belirten Frangipane,
kalkolitik dönemden kalan ve MÖ 3 bin 300
dönemlerine tarihlenen kerpiç sarayın dünyanın ilk
sarayı olma özelliği gösterdiğine dikkati çekti.
Frangipane, ''Sarayın kuzeyinde bir sur duvarı
olduğunu tahmin ediyoruz. Üst kısımları da ortaya
çıkarıldı. Sur duvarının saray ile aynı döneme, geç
kalkolitik döneme tarihlendiğini tahmin ediyoruz.
Surun iç tarafındaki ve dış tarafındaki
yapılaşmaların nasıl olduğunu anlamak için kazılar
yapılıyor. Surun kuzeyinde yeni yerleşim yerleri
olduğunu düşünüyoruz.'' dedi.
Ortaya çıkarılan sarayın buradaki yerleşik hayatın
Mezopotamya'dan daha önce gerçekleştiği kanısını
oluşturduğunu anlatan Frangipane, "Buradaki saray,
ilk saraydır. Çalışmalarımızla açık hava müzesi daha
da geniş olacaktır. Çalışmalarımızda bazı küp
parçaları bulduk, bu parçalar 6 bin yıl öncesine ait
parçalar." diye konuştu.
Aslantepe Höyüğü'nün UNESCO dünya kültür mirası
listesine girmesi gerektiğini söyleyen Frangipane,
kazı ekibi olarak rapor hazırlayabileceklerini,
Türkiye'nin de başvuru yapmasını önerdi.
Vali Şahin ise höyükte bulunan kerpiç sarayın
dünyanın en eski saray yapısı olduğunu, bunun turizm
açısından büyük önem taşıdığını ifade etti.
Ören yerinin dünya kültür mirası listesine alınması
için başvuru yapacaklarını ifade eden Şahin, "Kazı
ekibi raporunu hazırlayacak. Biz de bakanlığımıza
teklif edip, dünya kültür mirası UNESCO listesine
alınması için ne gerekiyorsa onu sağlamaya
çalışacağız" ifadelerini kullandı.
ASLANTEPE HÖYÜĞÜ
Malatya'nın 7 kilometre kuzeydoğusunda yer alan bir
arkeolojik yerleşim yeri olan Aslantepe Höyüğü,
Türkiye'deki en büyük höyüklerden biri. Fırat
üzerindeki Karakaya Baraj Gölü'nün batısında bulunan
höyük, MÖ 5 binli yıllarından milattan
sonra 11. yüzyıla kadar iskan edilmiştir.
Sabah, 27.08.2013
|
ANTİK AGORA'DAN OSMANLI SERAMİKLERİ ÇIKTI

İzmir'de, çevresindeki binaların kamulaştırılıp
yıkılmasıyla alanı genişleyen, kent merkezindeki
antik
Ören yeri Agora'daki yeni kazılarda, Osmanlı
döneminden kalma seramik eserlere de rastlandı.
İzmir'in kent merkezindeki tarihi hazinesi
Agora'da kazdıkça yeni eserler gün ışığına çıkıyor.
Çevresindeki binaların yıkılmasıyla genişletilen
kazı alanında yapılan yeni kazılarda
Avrupa ve
Anadolu'da üretilen, 17, 18 ve 19'uncu yüzyılda
bu bölgede yaşayanların kullandığı seramik tabak ve
kaplar ortaya çıktı. Bu konuda uzun yıllardır
araştırmalar yapan,
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü Türk İslam Sanatı Ana Bilim Dalı Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Sevinç Gök, Osmanlı ve
Avrupa seramikleri üzerindeki çalışmaları
yürütüyor. Ağustos ayında, yakıcı güneşin altında,
toprağı neredeyse parmakları ile kazıyarak
araştıramalarını sürdüren Doç.Dr. Gök, 17, 18 ve
19'uncu yüzyıla ait
Avrupa ülkelerinden ithal edilen seramiklerin
bulunduğunu belirtti.
Doç.Dr. Gök, yaptığı incelemelere göre,
çıkartılan seramiklerin satış amaçlı ya da levanten
ailelerin evlerinde kullandığı, Osmanlı döneminden
kalma malzemeler olduğunu belirlediklerini söyledi.
Doç.Dr. Gök, "17'inci yüzyılda Agora bölgesinde
özellikle yabancıların yaşadığını, Türklerin ise
Kadifekale eteklerinde oturduklarını, daha sonra
sahil kesimine inmeye başladığını görüyoruz. Bu
yüzyılın sonlarında bölgede Türklerin yoğunlaştığı,
levantenlerin ise daha çok Alsancak ve
Karşıyaka tarafında yaşadığını anlıyoruz. Sonuç
olarak çıkartılan seramikler ait oldukları dönemde
ya şatış amaçlı ya da evlerde kullanılıyor. Şu anda
yaptığımız çalışmalarda Osmanlı dönemine ait seramik
malzemeler çıkartıyoruz. Agora'da bulunan mozaikli
salon ve sol tarafındaki seramiklerin tamamı Osmanlı
dönemine ait. Bölgeden ciddi sayıda Osmanlı seramiği
çıkıyor" dedi.
Yapılan kazılarda, görevli arkelogların da
desteğini aldığını dile getiren Doç.Dr. Gök,
çıkarılan seramiklerin bölgede yaşayan halk, sosyal
yaşam, gelir düzeyi ve yaşam standartları hakkında
ciddi bilgiler verdiğini ifade etti. Çıkarılan
seramikler arasında ilgisini en çok çeken
malzemelerin lazımlık ve biberon olduğunu söyleyen
Gök, "Seramikte gördüğüm ilk örnekler genelde
19'uncu yüzyıla ait çanak, tabak ve testi idi.
Evliya Çelebi 19'uncu yüzyılda bölgeyi
gezdiğinde 'Burada 200 tane kahvehane ve 20'yi aşkın
meyhane var' demişti. Yapılan kazılarda ortaya çıkan
seramikler bunu destekliyor. Bölgede çok sayıda lüle
bulduk. Bu sayede buranın bir ticaret bölgesi
olduğunu anlayabiliyoruz. Osmanlı döneminden önce
yaşayanlardan kalan seramik malzemeler, Osmanlı
döneminde de devam ediyor. Ermeni, Türk, Yahudi
ailelerin beraber yaşadıklarını görebiliyoruz. Aynı
zamanda
Anadolu'dan bu bölgeye gelmiş çok önemli
seramikler de var.
Çanakkale ve
Kütahya'dan. Özellikle 18'inci yüzyıl seramik
malzemesi çok fazla. Eğer Agora bölgesinde çıkan
sermikleri anlamdırırken romantik olursak,
Kütahya'dan gelen çok sayıda tabakta kadın
figürü olduğunu görebiliriz. 18'inci yüzyılda
rastladığımız bu malzemelerin gelin olacak genç
kızlara verilen birer hediye olduğunu
söyleyebiliriz. Bir tür ritüel gibi" dile konuştu.
Doç.Dr. Gök,
İzmir ve Agora'yı ele aldığı bir kitap
hazırlığında olduğunu da söyledi.
haberler,com, 27.08.2013
|
TLOS ANTİK KENTİ UNESCO'NUN KALICI LİSTESİNE GİRME
PEŞİNDE

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Örgütü'nün (UNESCO) Dünya Mirası Geçici Listesi'nde
yer alan Tlos antik kentinin, doğal mirasın
korunmasına yönelik çalışmalarla kalıcı listeye
girmeyi hedefleniyor. Seydikemer İlçesi'ne bağlı Yaka
Köyü sınırlarında bulunan ve geçmişi MÖ 6. bin
yıla dayanan Tlos antik kentinde kazı çalışmaları
sürüyor. Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Tlos Antik Kenti Kazı Başkanı
Prof.Dr. Taner Korkut başkanlığında devam eden kazılarda
bulunan eserler, kentin geçmişine ışık tutuyor.
Kazı Başkanı Prof.Dr. Korkut, 1999 yılında hemen
hemen tüm Likya bölgesindeki yerleşimler gibi
Tlos'un da UNESCO'nun koruma altındaki dünya mirası
geçici listesine dahil edildiğini söyledi. Kalıcı
listeye girmek için UNESCO'nun özel kriterleri
olduğunu belirten Korkut, "Aslında esas kriter;
burasının doğal ve kültürel dokusunun olması. O
burada zaten mevcut. 1970-80 yıllarında bu özelliği
taşıyan yerler kalıcı listeye giriyordu. Ama UNESCO
şimdi şartlarını daha da ağırlaştırdı. İleriye
yönelik korumalar için planlar istiyor" dedi.
UNESCO'un kalıcı listeye girmek için yönetim ve
idari planlara yönelik şartlar aradığına vurgu yapan
Korkut, Tlos antik kentinin mevcut haliyle şartları
yerine getiremediğini aktardı.
Korkut, kalıcı listeye girmek için biraz zaman
gerektiğini, Tlos'un yeni bir kazı alanı olduğu için
kentin her yerinde hummalı bir çalışma
yürüttüklerini dile getirdi.

Kentte yapılan çalışmalarla ziyaretçi sayısının
da arttığına işaret eden Korkut, şöyle konuştu: "5
yıl önce buraya gelen insanların sayısı ile şimdi
gelenlerin sayısı arasında önemli bir artış
gözlemleniyor. Kentte, Kültür ve Turizm Bakanlığı
ile koordineli kazı çalışmaları yürütülüyor. Bir
çevre düzenlemesi projemiz var. Proje hazırlandı,
koruma kurulu tarafından onaylandı. Bakanlığımız
ödeneğini de ayırdı. Proje tamamlandığında Tlos bam
başka bir çehre kazanacak. 'Kalıcı listeye daha
rahat girebileceğiz' diye düşünüyorum."
Kazı çalışmalarını ne kadar hassas yürütüp, o kadar
eseri gün yüzüne çıkartarak koruma altına alırlarsa,
kalıcı listeye de o kadar rahat girilebileceklerini
vurgulayan Korkut, yaptıkları çalışmanın asıl
amacının kenti olduğu gibi koruyarak, gelecek
kuşaklara tanıtmak olduğunu söyledi.

Yaşam 6 bin yıldır devam ediyor
Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Tlos Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr.
Taner Korkut, Tlos'un batı Likya'nın önemli bir
noktasındaki yerleşim yerlerinden olduğunu ve kent
merkezinde yaşamın yaklaşık 6 bin yıldır devam
ettiğini yaptıkları kazı çalışmalarıyla
belgelediklerini ifade etti.
Girmeler Mağarası'ndaki çalışmalarlada, yerleşik
hayata geçen insanların yaşamlarını MÖ 9. bin
yıllara kadar geri götürdüklerini kaydeden Korkut,
"MÖ 2. binin öncesinde Hititler bunlara Likyalılar
demişler. Hatta yazılı belgelerde Likyalı oldukları
yazıyor. Ama 2. bin yıldaki isimleri nasıldı, nasıl
adlandırılıyordu, onu bilmiyoruz. Tüm toplumlarda
gözlemlenen zamansal değişiklikler burada da
karşımıza çıkıyor. Ama aynı insanlar burada binlerce
yıl yaşıyorlar. Hatta günümüzde burada yaşayan
insanların bir kısmının Likyalı olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim" diye konuştu.
Korkut, o zamanlarda kullanılan bir çok el aleti,
gelenek ve kültürün günümüzle birliktelik
gösterdiğine işaret ederek, kentte zorlandıkları tek
konunun; uzun yıllar kendi kaderine terk edilip,
meydana gelen depremlerde büyük hasar alması
olduğunu bildirdi.
Trt Türk, 26.08.2013
|
DARA'DA KAZILAR 100 YIL SÜRECEK
Güneydoğu’nun
Antik Efes’i olarak bilinen 10 bin yıllık Dara
Harabeleri’nde ortaya çıkan Babil ve Pers
imparatorluklarına ait tarihi kalıntıların gün
ışığına çıkartılması için kazılar yeniden başladı.
Kazıların 100 yıl sürebileceği belirtildi.
Timurleng zamanında yakılan ve yerle bir edilen
Babil ve Pers imparatorluklarına ait saklı kentin
ortaya çıkarılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı,
kazı çalışmaları için 90 bin TL ödenek gönderdi.
Ödeneğin gelmesi ile birlikte Dara Harabeleri'nde
arkeolojik kazılar yeniden başladı. Yapılan
kazılarda Roma dönemine ait bulunan kalıntılardan
sonra Artuklular zamanında kalma tarihi kalıntılar
ortaya çıkartıldı.
Mardin’e bağlı Oğuz Köyü'ndeki Dara Harabeleri’nde
iki yıl önce başlatılan kazı çalışmaları kapsamında
ortaya çıkan eserler tarihe ışık tutacak nitelikte.
MS 6. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen şemsiye ve
çeşitli hayvan figürlü mozaikler, su sarnıçları ile
3 bin yıllık insanlara ait kemikler ortaya
çıkarılmıştı. Geçtiğimiz yıl yapılan kazılarda ise
zindan olarak bilinen 40 metre derinliğindeki yer
altı sığınakları temizlendi. Açık hava tiyatrosu ve
kaya evlerin bulunduğu alanlarda gerçekleştirilen
kazılarda ise Babil ve Pers imparatorluklarına ait
askeri garnizon şehrinin erzak ve silah depoları ile
kaya mezarlar ortaya çıkarıldı.
Mardin merkeze bağlı ünlü Dara Harabeleri'nde
kazıların yeniden başladığını belirten Mardin Müzesi
Müdürü Nihat Erdoğan, Dara’da çok zengin bir kültür
bulunduğunu, bu kültürü çıkarmak için 100 yıl kazı
yapılması gerektiğini söyledi. Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından kazı çalışmaları için
gönderilen 90 bin TL ödeneğin gelmesi ile
çalışmalara başladıklarını ifade eden Erdoğan,
şunları söyledi: "14. yüzyılın başında
Dara’nın terk edildiğini biliyoruz. 14. yüzyıla
kadar kullanıldığını ve Artukluluların da bu bölgede
yaşadıklarını ve bu bölgede kaldıklarına dair bir
yapı ortaya çıkardık. Burada çıkan kazılarda ortaya
çıkan seramikler sikkeler Artuklu dönemini
yansıtıyor. Roma dönemine yönelik kalıntılar Dara
daha önce yapılan kazılarda ortaya çıkmıştı. Ama ilk
defa bir Artuklu yapısı üzerinde çalışıyoruz. Bu
açıdan da bu bizim için sevindiricidir. Artuklu
mimarisini açığa çıkarmış olacağız.”
KÖYÜN TAŞINMASI GEREKİYOR
Dara’nın tarihini ortaya çıkarmak için Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından kentin imar koruma planı
hazırlandığını belirten Erdoğan, şöyle konuştu: "Bu
koruma imar amaçlı planının eylül veya ekim ayında
bitirilmesini bekliyoruz. Bundan sonra hemen
köylünün yaşamı ile ilgili sorunlarını çözmek
gerekir. Çünkü sit alanında yaşıyorlar. Yaşamları
kısıtlanmış durumdadır. Yeni bir yerleşim yerine
taşınmaları gerekir. Onların yaşamları altında kalan
geçmiş tarihi yapıların açığa çıkarılması için
planlama yapılacak. Köy evlerinin çoğunun alt
katları Roma dönemine ait. Çoğu ahır odunluk olarak
kullanılıyor. Üstünde ise devşirme malzemeleri
olarak kullanılan evler vardır.”
DARA HARABELERİ'NİN YÜZDE 90'I ÖZEL MÜLKİYETE AİT
Roma dönemi yapılarına işlev kazandırılması açılıp
temizlenmesi, kentin Roma dönemi kimliğinin tam
açığa çıkarılabilmesi için üzerindeki yaşamın bir
şekilde başka bir alana alınması gerektiğini
kaydeden Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti:
“Bakanlık olarak bunun için koruma amaçlı plan
hazırlıyor. Bu çerçevede köyün belli bir alana
taşınması ile altta kalan kısımlar açığa
çıkartılacak. Belli kamulaştırmalar yapılması
gerekir. Vatandaşların kendi mülkiyeti olan alanlar
var. Bunları kamulaştırmak gerekir. Bunlar bittikten
sonra ancak arkeolojik kazılar hızlandırılacak. Şu
an Hazine adına kayıtlı olan alanlarda kazı
yapabiliyoruz. Ama köyün yüzde 90'ı özel mülkiyette
olduğu için ancak Hazine'ye ait bölgelerde kazı
iznimiz vardır. Arkeolojik kazı çalışmaları uzun
soluklu kazılardır. Eski arkeolojik
meslektaşlarımızı, hocalarımızı bekliyoruz. Bir
alanda ömürlerini tükettiklerini biliyoruz. Dara çok
büyük bir arkeolojik potansiyeli olan kenttir.
Burdaki kazı çalışmaların belki 100 yılı bulabilecek
kadar zaman alabileceğini düşünüyoruz.”
Bugün, 26.08.2013
|
ASIRLIK KÖŞKE TURİST İLGİSİ

Sarıkamış İlçesi'nde çivi çakılmadan yapılan asırlık
ahşap av köşkünü ilk altı ayda 18 bin turist ziyaret
etti.Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından 40 yıl Rusların
işgali altında kalan kentte, dönemin Rus Çarı 2.
Nikola tarafından yaptırıldığı bilinen 116 yıllık
tarihi köşk, kışın olduğu gibi yazın da en çok
ziyaret edilen mekanlar arasında yer alıyor.
Kazımkarabekir Mahallesi'nde, sarıçam ağaçlarıyla
çivi kullanılmadan Baltık mimarisi tarzında yapılan
ve uzun yıllar askeri bölge içerisinde yer alan
köşk, özellikle kültür turizmine hizmet ediyor.
Farklı ülkelerden gelen turistler, tarihi av köşkünü
gezerek mekan hakkında yetkililerden bilgi alıyor.
Bir süre önce Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
devredilen av köşkü, Baltık mimarisinin örneklerini
yansıtıyor.
Çivi kullanılmadan fırınlanmış ağaçlarla yapılan ve
günümüze kadar ayakta kalan tarihi köşke, her geçen
yıl ilgi artıyor. Tarihi mekanı gezen
turistler, fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyor.
Çar 2. Nikola tarafından 1897 yılında, Baltık
mimarisi tarzında yaptırılan köşk ve yanındaki ahşap
yapı, 80 derecede pişirilmiş, çam ağaçlarının
birbirine geçirilmesi şeklinde ve çivi kullanılmadan
yapılmış. Köşkte ve diğer ahşap binada 21 oda ve 3
salon bulunuyor.
"İlk altı ayda 18 bin turist geldi"
Kültür ve Turizm İl Müdürü Hakan Doğanay, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, kültür turları
kapsamında farklı ülkelerden gelen turistlerin
kentteki tarihi ve turistik mekanları gezdiğini
söyledi. Tarihi eserlere ilginin her geçen gün
arttığını vurgulayan Doğanay, şunları kaydetti:
"Farklı ülkelerden gelen misafirlerimiz şehrimizdeki
asırlık eserleri geziyor. Kars Ani Harabelerini
ziyaret eden turistler, av köşkü gibi mekanları da
geziyor. En fazla turist Almanya, İngiltere, Rusya
ve İran'dan geliyor. Sarıkamış İlçesi'nde bulunan
tarihi av köşkünü geçen yılın ilk altı ayında 15 bin
turist ziyaret ederken, bu yılın ilk altı ayında 18
bin civarında turist gezdi. Geçen yıla oranla turist
sayısı 3 bin arttı."
Sabah, 26.08.2013
|
YOROS KALESİ'NDE TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

İstanbul'un Doğu Roma dönemine ait ayakta kalan
tek kalesinde, bu yılki kazılarda yaklaşık 80 eser
bulundu.Kazı ekibi başkanı Prof.Dr.Yalçın: "Söz
konusu kale turizm ve tarih açısından önemli bir
değer.Burada, farklı üniversitelerden katılan
arkadaşlarımızla önemli çalışmalar yürütüyoruz''.
İstanbul'da Doğu Roma dönemine ait Yoros
Kalesi'nde bu yıl da devam eden kazılarda, yaklaşık
80 esere ulaşıldı.Anadolukavağı sırtlarında bulunan
ve yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen Yoros
Kalesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul
Üniversitesi işbirliğiyle 2010'dan bu yana yürütülen
kazı çalışmalarında, bugüne kadar çok sayıda esere
ulaşıldı. Arkeolog, sanat tarihçisi, öğretim
üyeleri, üniversite öğrencileri ve veterinerlerden
oluşan ekip tarafından yürütülen kazı çalışmalarının
bu yılki bölümü ise ağustos sonunda tamamlanacak.
Kazılarda bu yıl, bronz havan eli, hamam taşı,
çini, taş gülle, ölçü kabı, Venedik camları, parfüm
şişesinin bir kısmı, bronz ölçü kabı, sikke ve
tophane lülelerinin yer aldığı yaklaşık 80 eser, gün
yüzüne çıkarıldı. Eserlerin en eskisi 1. Beyazıt
dönemine, en yenisi ise Osmanlıca yazılmış,
cumhuriyetin ilk yıllarına ait. Çalışmalar sırasında
ilk kez, "zenne" denilen hanım lülesi ve Yunan
sikkesi de bulundu.
Kazı ekibi başkanı İstanbul Üniversitesi (İÜ)
Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Asnu
Bilban Yalçın, yaptığı açıklamada, 2013 yılı
kazılarının bu ay sonunda tamamlanacağını söyledi.
Bu yıl da oldukça geniş bir alanda, üst kalenin
içinde çalışma yaptıklarını dile getiren Yalçın,
ulaştıkları eserlerin büyük çoğunluğunun günlük
kullanıma ait seramiklerden oluştuğunu belirtti.
Buldukları eserler hakkında bilgi veren Yalçın,
yabancı sikkelerin gezginlerin ya da limana uğrayan
yabancılar tarafından bırakıldığını tahmin
ettiklerini anlatarak, tophane lülelerinin de kale
içindeki yoğun askeri hayat hakkında önemli bilgiler
verdiğini kaydetti.
Kalenin lazer tarayıcısıyla 3 boyutlu
planı çizildi
Yalçın, bu yıl kazıların yanı sıra kalenin
yapısı, mimarisi ile ilgili de önemli çalışmalar
yaptıklarını vurgulayarak, "Kalenin bazı yerlerinde
hasarlar tespit ettik. Bunlarla ilgili mimari
ekibimiz çalışmalar yaptı. Ayrıca 3 boyutlu lazer
tarayıcısıyla kalenin planı 3 boyutlu olarak ortaya
çıkarıldı. Hem hareketli görüntüler, hem de
fotoğraflardan oluşan planla kalenin tüm detayları
en ince noktasına kadar ortaya çıkarıldı" dedi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İl Kültür Turizm
Müdürlüğü ve Valiliğin kendilerine büyük destek
verdiğini bildiren Yalçın, şunları kaydetti: "Söz
konusu kale turizm ve tarih açısından önemli bir
değer. Burada, farklı üniversiteden katılan
arkadaşlarımızla önemli çalışmalar yürütüyoruz. Çok
ciddi bir iş. Buradan çıkan hayvan kemiklerini
inceleyen, veterinerlerden oluşan bir ekibimiz bile
var. Bize verilen desteğin devam etmesini istiyoruz.
Önümüzdeki yıl da buradaki çalışmalara devam
edeceğiz."
"Çalışmalar uzun süre devam edecek"
İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü
Prof.Dr. Ahmet
Emre Bilgili de Yoros Kalesi'ndeki kazıların 3
yıldır devam ettiğini ve bu çalışmaları
önemsediklerini söyledi. Kazıların uzun vadeli bir
iş olduğuna işaret eden Bilgili, şöyle konuştu:
"Burası, kültürel potansiyel bakımından çok önemli,
tarihi bir yer. Kazı çalışmalarının 2 sorunu var.
Bunlardan ilki çalışmaların mevsimsel olması.
Sadece
yaz aylarında kazı yapılabiliyor. Kazı
çalışmalarının doğası bu. Çalışmalar, kazma, kürek
ve elle yapılıyor. Büyük oranda kale içinin
fotoğrafı ortaya çıktı. Bu önemli bir gelişme.
Çalışmalar uzun süre devam edecek. Çünkü kalenin dış
bölgeleri de var. Buraları da kazı alanına dahil
edeceğiz. Çalışmalar bu nedenle uzun sürecek."
Yoros Kalesi
İstanbul'da Anadolukavağı sırtlarında bulunan
Doğu Roma döneminden kalma Yoros Kalesi'nin tarihi,
antik çağa kadar uzanıyor. ''Yoros'' isminin,
''kutsal yer'' anlamına gelen ''Hieoron''dan ve
burada bulunan Zeus Ourios tapınağından ya da
''Tepe'' anlamına gelen ''Oros''tan geldiği tahmin
ediliyor.
Mimari hatları Doğu Roma döneminde oluşturulan,
Ceneviz ve Osmanlı hakimiyetine giren kale, Doğu
Roma İmparatorluğunun İstanbul'da ayakta kalan tek
savunma yapısı olması itibarıyla tarihi yapılar
arasında önemli bir yere sahip bulunuyor.
Yapı, 26.08.2013
|
2 BİN 200 YIL GECİKEN KARGO ADRESİNE ULAŞACAK

Antik çağın üç kehanet merkezinden biri olan
Klaros Kehanet Merkezi'nde yapılan tapınak için 2
bin 200 yıl önce ısmarlanan ancak geminin Çeşme
Kızılburun açıklarında batmasıyla suya gömülen 10
metrelik sütunun adresine ulaştırılması için çalışma
başlatıldı.
Agora Kazısı Başkanı
Prof.Dr. Nuran Şahin,
Menderes İlçesi'ne bağlı Ahmetbeyli beldesi
yakınlarında devam eden Klaros Bilicilik Merkezi'nde
AA muhabirine yaptığı açıklamada, son bulgulara göre
antik çağın en eski kehanet merkezi olduğu
belirlenen alanın aynı zamanda en önemli inanç
merkezleri arasında yer aldığına dikkati çekti.
Pagan inanışına göre tanrının buyruklarının
alındığı Bilicilik Merkezi'nin, MÖ 13. yüzyılda
Miken Uygarlığı döneminde kurulduğunun tahmin
edildiğini, Hristiyanlığın yaygınlaştığı MS 4.
yüzyıla kadar bu inanışın en önemli merkezlerinden
olduğunu belirten Şahin, Klaros'un 1907'deki ilk
keşfinden bu yana aralıklı olarak kazılan merkezde
önemli eserler ve bulgulara rastlandığını ifade
etti.
Merkezin önemli bir mabet alanı olması nedeniyle
ihtişamlı tapınaklara ev sahipliği yaptığını,
bunlardan MÖ 3. yüzyılda yapımına başlanan ancak
tamamlanamayan Apollon Tapınağı'nın önemli bir anıt
olduğunu aktaran Şahin, tapınağın kısa süre önce
farklı bir konuyla gündeme geldiğine işaret etti.
Araştırmacı Cemal Pulak'ın 1993 yılında Çeşme
açıklarında keşfettiği ve 2007 yılında
ABD merkezli Sualtı Arkeoloji Enstitüsü
organizasyonuyla 6 ülkeden arkeologların katılımıyla
su üzerine çıkarılan 8 sütun tamburu ve dor
başlığının Klaros Bilicilik Merkezi'ndeki Apollon
Tapınağı için yapıldığının belirlendiğini dile
getiren Şahin, şu bilgileri verdi:
"Marmara Adası'ndaki mermer ocaklarında üretildiği
ve MÖ 1. yüzyıla ait olduğu belirlenen sütun
tamburlanın nereye ait olduğunun belirlenmesi
amacıyla Teksas A&M Üniversitesi'nden Deborah
Carlson ve ekibi bir çalışma yürüttü. Klaros'taki
Apollon Tapınağı'ndaki mermerlerin analizi sonrası,
batıktan çıkan parçaların bu tapınağın 6'ncı sütunu
olduğu tespit edildi. Böylelikle dünyada ilk kez bir
batığın adresi ortaya çıkarılmış oldu. Çıkarılan
sütun tamburları ve başlık, Bodrum Sualtı Araştırma
Merkezi'nde temizleniyor. Bu işlem sonrası sütunun
Çeşme Müzesi'nde sergilenmesi düşünülüyordu. Ancak
devreye girip bu sütunun adresinin Klaros olduğunu,
burada sergilenmesi gerektiğini belirttik."
Sütunun Klaros'ta sergilenmesi fikrinin kabul
gördüğünü ancak 1.5 metre çapında, 1 metre
yüksekliğinde, 5-7 ton ağırlığındaki 8 mermer tambur
ve sütun başlığının taşınmasının önemli bir maliyet
yaratacağını anlatan Nuran Şahin, Teksas A&M
Üniversitesi'nin bulduğu sponsorlukla bu işi
üstlendiğini, sütunun taşınması ile ilgili proje
yapıldığını, gelecek yıl uygulamaya geçileceğini
kaydetti.
2 BİN 200 YILLIK GECİKMEYLE ADRESİNE
ULAŞACAK
Sütunun orijinal yerinde sergilenmesinin mümkün
olmadığını, bu yere yakın bir konumda yapılacak özel
alanda, sutünların sudan çıkarılış ve konservasyon
aşamalarını anlatan görsellerle sergilenmesinin
düşünüldüğünü bildiren Şahin, "Projenin
tamamlanmasıyla sütunlar, 2 bin 200 yıllık bir
gecikmeyle adresine ulaşmış olacak. Proje, Klaros
Bilicilik Merkezi'nin farklı bir arkeolojik
zenginliğiyle ön plana çıkmasına vesile olacak"
dedi.



Hürriyet, 26.08.2013
|
SAMSUN'DA 11 BİN YILLIK FOSİL BULUNDU

Samsun'un Ladik
İlçesi'nde eski bir maden ocağında bulunan fosilin,
MÖ 9 bin yıllarında yaşadığı tahmin
edilen mamutlara ait olabileceği belirtildi.
Ladik Kaymakamlığı Yazı İşleri Müdürü Şahin
Örnek, ilçede bulunan eski bir linyit kömürü maden
ocağından bazı fosillerin çıkarıldığını söyledi.
ARKEOLOGLARA FOSİLLERİ İNCELETTİK
Madenin kapatılmasından sonra ocağın sahibinin,
bulunan fosilleri Samsun'un geçmişine ışık tutması
için kendilerine verdiğini belirten Örnek, "Bu
fosiller kömür ocağında 4 yıl önce tesadüfen
bulunmuş. Ocağın sahibi fosillerin hangi
hayvana ve hangi döneme ait olduğunu tespit etmek
için 3 yıl boyunca uğraşmış ancak başarılı olamamış.
Geçen yıl bize fosiller verildikten sonra
arkeologlara fosilleri incelettik" dedi.
HANGİ DÖNEME HANGİ HAYVANA AİT OLDUĞUNU
ÖĞRENEMEDİK
Bazı arkelogların fosillerin dinozorlara ait
olabileceğini söylediğini anlatan Örnek, "Bir yıl
boyunca tüm uğraşlarımıza rağmen fosilllerin
hangi döneme ve hayvana ait olduğunu
öğrenemedik. Daha sonra fosillerin fotoğraflarını
Hacettepe Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü
Öğretim Üyesi, Fosil Bilimci (Paleontolog) Prof.Dr.
Cemal Tunoğlu'na gönderdik" dedi.
FOSİLİN MAMUT OLDUĞU, SON AZI DİŞİNDEN
TESPİT EDİLDİ
Prof.Dr. Tunoğlu ise kendisine gönderilen
fotoğrafların file ait fosilin diş kalıntıları ve
üst çenesini olduğu belirterek, "Bu konunun uzmanı
Türk asıllı Fransız, Paris Tabiat Tarihi Müzesi
uzman paleontologlarından Prof.Dr. Şevket Şen’le
temas kurarak söz konusu kalıntıların daha ayrıntılı
bilgilerini öğrenmek istedik. Şen de
fosilin
fotoğraflarında ilk gözlemlerinin 'mammuthus
meridionalis' denilen, Akdeniz Mamutu'na ait
olduğunu ifade etti. Bunu da fosillerde
çıkan mamutun sağ üst çenedeki son azı dişinden
anladığını kaydetti" ifadelerini kullandı.
BİR CANLIYA AİT OLDUĞU FOTOĞRAFLARDAN
TESPİT EDİLDİ
Fosil kalıntıların kesin ismi ve yaşının ancak
detaylı inceleme yapılarak anlaşılacağını ifade eden
Tunoğlu, "Fosil bize gönderilecek. Ölçülerinin
alınmasıyla tüm özelliklerini ortaya koyup,
ayrıntılı bir karşılaştırma yapacağız ancak
fosillerin, Kuvaterner-Erken Holosen boyunca,
yani milattan 2.5 milyon ile 9 bin yıllarında
yaşamış bir canlıya ait olduğu fotoğraflardan tespit
edilmiştir" diye konuştu.
Tunoğlu, fosilde inceleme yaptıktan sonra fosili
tekrar Ladik İlçesi'ne göndereceklerini, orada
bulunan müzede fosilin sergileneceğini sözlerine
ekledi.
Akşam, 26.08.2013
|
RESTORASYON TARTIŞMA YARATTI: "ATATÜRK'ÜN EVİ Mİ,
TOKİ KONUTU MU?"

2006 yılında Selanik’e giden Başbakan Erdoğan,
anı defterinde bir vatandaşın yazısını görüp
sinirlenmiş ve o sayfayı yırtmıştı. Fethi Dördüncü
adlı vatandaş deftere, ‘’ Tayyip Erdoğan hükümeti,
Bakanlar ve AKP milletvekilleri, Atatürk ilke,
devrim ve Cumhuriyet idaresini ortadan kaldırıp
Hilafet devleti kurma çabasındadır’’ diye yazmıştı.
Dördüncü, bu yazı nedeniyle 3 bin lira para
cezasına çarptırılmış, Erdoğan’a da 10 bin lira
tazminata mahkum olmuştu.
"Atatürk'ün evi mi, TOKİ konutu mu?"
Gazeteport’un haberine göre Selanik’teki Atatürk
evinden defterin kaldırıldığını MHP Grup
Başkanvekili Oktay Vural açıkladı. Vural şöyle dedi:
"Evin içini boşaltmışlar. Eskiye dair hiç bir şey
yok. Binanın zemin katına 'Atatürk ve çocuk' odası
demişler ancak çocukluğuna dair bir tek eşya yok.
Ziyaretçiler 'Atatürk'ün evine mi yoksa TOKİ’nin
örnek konutuna mı geldik ?' diye soruyorlar. Anı
defteri de kaldırılmış. Balmumundan bir heykel var,
oturtmuşlar Atatürk'ü, film izliyor. Bu ne
saygısızlıktır?"
Ziyaretçiler de tepki gösterdi
Odatv'nin haberine göre, Selanik Atatürk Müze
Evi'ni ziyarete gelenler yeni düzenleme karşısında
adeta şok geçirdi. Atatürk'e ait kullandığı özel
eşyaları görememenin hayal kırıklığını yaşayan
ziyaretçilerin tepkisine görevliler, 'Çağdaş
müzecilik anlayışı ile düzenlendi' yanıtını aldı.
Edirne'nin Uzunköprü
İlçesi'nden Atatürk'ün
doğduğu evi ailesiyle birlikte ziyarete geldiklerini
söyleyen Burak Yıldız, "Evi boş bulduk. Daha çok
Atatürk'ün eşyalarını görmek isterdik. Şu atmosfer
biz o tarihe götürmedi. Atatürk'ün doğduğu günü
yaşamak için geldik. Ancak umduğumuzu bulamadık"
dedi.
Ankara'dan evi görmek için geldiğini anlatan ve
çok duygulandığını söyleyen Ayşe Yılmaz ise,
"Özellikle Atatürk'ün heykelini görünce çok
duygulandım. Yalnız eşyalarını da görmek isterdim,
onu göremedim. Bize, modern müzecilik anlayışı diye
açıklama yapıldı. Eşyaları olsaydı daha gerçekçi
olurdu. Bu bilgileri kitap ve İnternetten
öğrenebiliyoruz. Böyle bir tanıtım da olabilirdi.
Ama eşyaları da olmasını beklerdim?" dedi. Ziyarete
gelen bazıları ise gözyaşlarını tutamadı.
Ziyaretçiler özel eşyaların olmaması nedeniyle
müzenin adete 'çıplak' kaldığı yorumunu yaptı.
Eşyalar İzmit ve Samsun'daki müzelere
gitti
Selanik'teki müzenin restorasyonu başladıktan
sonra müzede bulunan kıyafetleri, aldığı hediyeler,
kullandığı çatal ve kaşıklar ile birçok fotoğrafında
görülen kahve fincanının aralarında bulunduğu
eşyalar, İzmit'te Sultan Abdülazizin Av Köşkü olarak
da bilinen Osmanlının İstanbul dışındaki tek Sarayı
Kasr-ı Hümayun'da sergilenmeye başlandı. Mübadele
ile Selanik'ten Türkiye'ye göç edenlerin hediye
ettiği ve yıllarca müzede sergilenen döneme ait bir
çok orijinal eşyanın bir bölümü de Samsun Müzesi'ne
gönderildi.
Üç yıl sürdü
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Atatürk'ün, 1881
yılında Selanik'te doğduğu evi restore ederek,
yeniden düzenledi. 2010’da başlayan çalışmalar üç
yıl sürdü. Binanın zemin katında "Atatürk ve Çocuk
Odası", birinci katta "Selanik Odası", ikinci katta
"İstanbul Odası" ve üçüncü katta da "Ankara odası"
olarak isimlendirilen odalar yer alıyor. Binada
Atatürk'ü koltuğa oturmuş şekilde canlandıran
silikondan yapılmış bir heykel de bulunuyor. Üst
katlarda, evin eski teşhir düzenini gösteren
maketler de sergileniyor.
Yapı, 26.08.2013
|
GÖKÇEADA'DA BELEDİYE BAŞKANI DA KAYMAKAM DA SUÇLU!

Sit alanı içinde yükselen, mühürlü otelde belediye
başkanlı, kaymakamlı yemek şaşırttı.
Radikal’in gündeme getirdiği
Gökçeada Belediye Başkanı Yücel Atalay’ın üç kez
mühürlediği sit alanındaki otelde kaymakama veda
yemeği vermesine eski Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay ’dan sert tepki geldi. Günay,
“Mühürlenen bir otelde yemek yenilmez. Kaymakam da
belediye başkanı da suç işlemiştir” dedi.
Günay, otel sahibinin kendi bakanlığı döneminde
Başbakan’ın adını kullanarak yardım istediğini,
kendisini uyararak yanından uzaklaştırdığını ifade
etti. Günay otel inşaatının bu duruma gelmesi ile
ilgili şu bilgileri verdi:
“Benim dönemimde konu önüme geldiğinde ve Radikal
gazetesi bunu gündeme taşıdığında konuyu
inceletmiştim. Benden önceki dönemde koruma
kurullarının burayla ilgili almış olduğu yanlış
kararlar olduğunu gördüm. Kurulla ilgili soruşturma
başlattım. Ancak burada görüyorum ki ilke
kararlarına, koruma kurulu kararlarına, imar
mevzuatlarına ve mahkeme kararlarına rağmen inşaat
yükselmeye devam etmiş. Burada siyasi bir
kayırmacılık söz konusu. Belediye başkanı ve mülki
amir kaymakam da bu siyasi kayırmacılığa ortak
olmuş. Mahkemenin iptal ettiği yerde ve mühürlenen
bir otelde yemek yenilemez, kaymakam da belediye
başkanı da suç işlemiştir. İş yeri sahibi daha önce
bana da geldi. Bu oteli bitirmek için sayın
Başbakan’a söz verdiğini söyleyince ben kendisine
tepki gösterdim. Sayın Başbakanın ismini
kullanmaması gerektiğini ikaz ettim. Burada ranta
izin vermeyeceğimi söyledim ve kendisini yanımdan
uzaklaştırdım.
Dönemin
Çanakkale Valisi’ni yani şuanki Eskişehir
Valisi’ni de bu konuda uyardım. Ancak görüyorum ki
inşaatın durdurulması için hiçbir şey yapılmamış.
Doğal güzelliklerimizi rant uğruna mahvediyoruz.
AK Parti Çanakkale milletvekilleri de bu
yapılanlardan ve bu şirket sahibinden rahatsız.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 26.08.2013
|
'ERMENİ ALTINLARI' İÇİN MAHALLEYİ YIKTILAR
Muş
merkezdeki tarihi Kale Mahallesi'nin, TOKİ projesi
yapılması kararının ardından enkaza çevrildiği,
yıkım başlamadan önce birçok kişinin 'Ermeni
altınları'nı çıkarabilmek için evleri yıktığı
bildirildi.
Muş’ta geçmişte Ermenilere ait olan tarihi
evlerin, TOKİ (Toplu Konut İdaresi) tarafından
yıkılacak olması uzun süredir gündemde. Agos'un
haberine göre, Merkez Kale Mahallesi’nde bulunan
500’e yakın evin büyük çoğunluğu yıkıldı. Kentsel
dönüşüm kararının ardından, yıkıma başlanmadan önce,
birçok kişinin define aramak için evlerinin altını
kazdığı belirtiliyor.
Yapı, 26.08.2013
|
|
|
517 YILLIK AĞAÇ GÖZ GÖRE GÖRE ÇÜRÜMEYE BAŞLADI
Gümüşhane'nin Şiran İlçesi'ne bağlı Kırıntı Köyü'nde 18 yıl önce tabiat anıtı olarak tescillenen
ancak gövdesinin bir bölümü çürüyen "Ali Ağa'nın
Kavağı", yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya
bulunuyor. Orta Asya'dan gelerek yöreye yerleşen
Baloğlu sülalesinin ileri gelenlerinden Ali Ağa'ya
ait olduğu rivayet edilen 30 metre boyunda ve 155
santimetre çapındaki 517 yıllık ağaç hakkında bilgi
veren Muhtar Ali Akdağ, "Ağaç koruma altına
alındıktan sonra geçen 18 yılda etrafında bulunan
çitler bozuldu. Levha eskidi. Orman ve Su İşleri
Gümüşhane Şube Müdürlüğü geçenlerde levhaları
değiştirip çitleri düzenlendi. ancak yıkılmasından
korkuyoruz Köylüler olarak ağacı koruyacağız" dedi.
Sabah, 26.08.2013
|
34 BİN DOLARA VAN GOGH REPLİKASI
Hollandalı ressam Van Gogh’un tablosuna sahip olmak ancak koleksiyonerlere ve dünyanın ünlü müzelerine nasip oluyor.
Çoğu kişi eserlerinin değeri milyon dolarlarla ölçülen Van Gogh’ın replikalarıyla yetinmek zorunda kalıyor. Ancak, Hollanda’nın başkenti Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nin yönetimi orijinali olmasa da replikasına sahip olmak isteyenler için yeni bir projeye imza attı.
Müzenin müdürü Axel Rüger, Van Gogh’un dünyaca ünlü yapıtlarının 3 boyutlu replikalarını geliştirdiklerini, bunu yaparken çok ileri bir kopyalama tekniği kullandıklarını açıkladı. Van Gogh’un buğday tarlası serisinin de yer aldığı 3 boyutlu replikaların fiyatı normal replikalardan bir hayli pahalı: Tanesi 34 bin dolar (85 bin 500 TL).
Habertürk, 26.08.2013
|
 |
KANUNİ'NİN SÜTKARDEŞİNİN TÜRBESİ ZİYARETÇİLERİNİ
BEKLİYOR

Kanuni Sultan Süleyman’ın sütannesi Afife
Hatun’un oğlu Şeyh Yahya Efendi’nin Mimar Sinan’a
yaptırılan külliyesi yenilendi. Restorasyonu iki
yılda tamamlanan Yahya Efendi Türbesi, Kültür Bakanı
Ömer Çelik ve AB Bakanı Egemen Bağış tarafından
ziyarete açıldı. 5,1 milyon liraya restore edilen
450 yıllık türbenin orijinal anahtarı Bakan Çelik’e
teslim edildi.
Yahya Efendi Türbesi’nde restorasyon sırasında
ilk zamanlara ait sıva tabakaları üzerine siyah
kalemlerle yazılmış dua ve notlar ortaya çıktı.
Türbede bulunan bu tarihi yazılar şeffaf plastik
levhalarla korumaya alındı.
Yahya Efendi Külliyesi’nin 2011 yılında başlanan
restorasyon çalışmaları için 5 milyon 114 bin 500
lira harcandı. Külliye içerisinde gerçekleştirilen
çalışmalarla cami, müştemilat, imam ve müezzin
odaları ile Yahya Efendi Türbesi, Güzelce Ali Paşa
Türbesi, II. Abdülhamit tarafından yaptırılan
Şehzade ve Kadınlar Türbesi yenilendi. Mezarlıkların
külliyeye yakın bölümünde ise çevre düzenlemeleri
yapıldı. Külliye içerisinde yer alan ısıtma ve
güvenlik sistemleri ile elektrik tesisatları
değiştirildi. Çalışmalarda ön tarafa kazıklar
çakılarak ve perde betonlar dökülerek deniz tarafına
bakan bölümünün kayması engellendi. Külliye içinde
yer alan caminin açılışı ise geçtiğimiz haziran
ayında yapılmıştı.
Türbenin çevresinde ‘komşu’ olmak
isteyenlerin mezarları var
Şeyh Yahya Efendi Türbesi, İstanbul Beşiktaş’ta
Ortaköy yolu üzerinde. Ahşap bölümler ile çevresine
sonradan eklenen cami-tevhidhane gibi yapılarca
kuşatılan türbeye dikdörtgen bir çerçeve içindeki
basık kemerli kapıdan giriliyor. Türbede, Yahya
Efendi ile birlikte annesi Afife Hatun, Kanuni
Sultan Süleyman’ın kızlarından ve Yahya Efendi’nin
manevi evladı olan ‘Tasasız’ Raziye Sultan, II.
Abdülhamid’in evlatlarından Hatice Sultan ile
Şehzade Ahmed Bedrettin Efendi, Yahya Efendi’nin
büyük oğlu Şeyh İbrahim Efendi gibi isimlerin de
kabri yer alıyor. Şeyh Yahya Efendi’nin hayatta iken
sahip olduğu büyük şöhret, İstanbul’da vefatından
sonra da devam etmiş, türbesi ile tekkesinin çevresi
kendisine “komşu” olmak isteyen binlerce insanın
kabirleri ile dolmuş. 16’ncı yüzyılın ikinci
yarısından itibaren türbeye gömülmüş olan birçok
tarikat ehli, devlet ricali, ulema, hanedan ve saray
mensubuna ait mezar taşları ise çeşitlilik
gösteriyor.
Zaman, 26.08.2013
|
LONDRA'DAKİ MEZAR TAŞLARI
İngiltere’de mezata
çıkartılan üç adet Osmanlı
mezartaşının satışı, Kültür Bakanlığı’nın
müdahalesi üzerine durdurulmuş...
Hani “Herşey olup bittikten sonra artık ne işe
yarayacak?” manasına gelen “Ba’de harabü’l-Basra”
yani “Basra harap olduktan sonra...” diye eski bir
söz vardır ya, onun gibi...
Tarih boyunca mezar kavramına ve
mezartaşına Türkler kadar özen göstermiş,
ahıretin ilk kapısı olan mezarlıkları korku değil
huzur mekanı haline getirmeye muvaffak olmuş,
mezartaşlarından birer sanat eseri yaratabilmiş ama
bütün bunları unutup mezarlıklarını sonradan tamamen
harap etmiş başka bir millet herhalde
bulamazsınız...
İstanbul’a eski asırlarda gelmiş olan Avrupalı
gezginler seyahatnamelerinde şehirde huzuru en fazla
mezarlıklarda bulduklarını yazarlar... Servilerin
serinlikleri altında hissettiklerini anlatırlarken
Türkler’in mezar hassasiyetine şaşırır, ölümün
korkunçluğunu ifade eden mermer sembollerin birer
sanat haline getirilmiş olmasından hayrete
düşerler...
GRANİT GÖRGÜSÜZLÜĞÜ
Ama sonra ne oldu?
Böylesine bir huzur mekanı olan mezarlıkların
neredeyse tamamı zamanla hoyrat tahriplere uğradı,
herbiri birer dehşet tarlası halini aldı... 1950’li
senelerden itibaren, özellikle de yol inşaatlarında,
Moğol akınlarına uğramıştan beter edildiler.
Bazıları mermer sanatının hakikaten zirvesi olan
taşlar parça parça edildi, kırılıp bir tarafa
atıldılar; bir kısmı da gecekonduların merdiven
basamağı oldu. 1980’lerde yıkımın ikinci perdesi
açıldı, asırlık huzur mekanlarının o günlere
gelebilmiş olanları otoyollara kurban edildi,
taşları sökülen eski mezarlar İstanbullu olmak
isteyen yeni zenginlere satıldı, üzerlerine
görgüsüzlük sembolü granitten birer heyula dikildi,
hatta bazı eski mezarlıklarda residence’lar yükseldi
ve netice: İstanbul’da büyük camilerin hazireleri
dışında şehrin geçmişini ve kültürünü gösteren
tarihi mezarlıklardan geriye artık pek birşey
kalmadı ve kalabilmiş olanlarında da tahrip devam
ediyor...
Mezartaşları şehirlerin tapu kayıtları gibidir, o
beldenin sakinlerinin sahiplik belgesidir ve biz,
İstanbul’un eski sahiplerinin ruhlarını temsil eden
bu kayıtların çoğunu ortadan kaldırdık, kalanları da
imha ile meşgulüz!
BİR HAYAL RESMİ GEÇİDİ
Medeniyetler diktikleri anıtsal eserlerin yanısıra
mezarlıkları ile övünür ve “İşte, yetiştirdiğimiz
büyük adamlar” diyebilmek için büyük şehirlerin bazı
mezarlıklarını bir ruhlar ve hatıralar müzesi haline
getirirler. Mesela, yolunuz Paris’in meşhur Pere
Lachaise Mezarlığı’na düştüğünde, geçmişte Avrupa
kültürüne yön vermiş, hatta o kültürü yaratmış olan
en önemli isimlerin önünüzde birer hayal resmigeçidi
yaptığını hissedersiniz...
Ama bizde böyle bir mekan yoktur! 1940’lı senelerde
Bursa’da bir “mezartaşı
müzesi” kurma çabası ile başlayan çalışmalar her
nedense engellenmiş, üstelik engellemekle de
kalınmamış, iş varolanı bile yoketmeye uzanmıştır...
İstanbul’da zebellah gibi mermer ve granitlerle
donanmış zengin aile kabirleri ile bunların hemen
gerisindeki sade ama taşlarının hiçbir özelliği
olmayan mezarlar, kültürden ve gelenekten kopuşun
mükemmel birer sembolüdür.
Londra’da mezata konan mezartaşlarının satıştan
çekilmesi beni işte bu yüzden hiç mi hiç
heyecanlandırmadı... Zira onbinlercesini bizzat
tahrip ettiğimiz taşların hüznünü unutup şimdi üçünü
kurtarmış olmamız “Ba’de harabü’l-Basra” sözünü
hatırlatmaktan başka birşey değildir!
Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 26.08.2013
|
 |
MOR YAKUP MANASTIRI AÇILDI
Nusaybin İlçesi'nde restorasyon çalışmaları tamamlanan Mor Yakup Manastırı, törenle açıldı.
Nusaybin Kaymakamı Abdulhalim Can, ilçeye bağlı Dibek Köyü'nde "Deyr Ghazelke" diye bilinen Mor Yakup Manastırı'nın açılışında yaptığı konuşmada, bölgenin asırlardır kadim medeniyeti bağrında barındırdığını söyledi. Kardeşlik ve sevgi duygularının pekişmesi için çaba gösterdiklerini vurgulayan Can, "Bu topraklar Mor Yakup, Selman-ı Farisi ve Zeynel Abidin'i yıllarca bağrına basmış dil, din ve ırk gözetmeksizin herkese kucak açmıştır. Umut ediyoruz ki, buralarda hep güzel şeyler konuşulur, sevgi konuşulur ve paylaşılır" diye konuştu.
Konuşmalardan sonra açılışı yapılan manastır gezildi. Açılışa Kaymakam Can'ın yanı sıra BDP Mardin Milletvekili Erol Dora, Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Yavzu Köse, İlçe Emniyet Müdürü Vekili Hüseyin Cavit Ak, Kilise ve Manastırları Koruma Derneği Başkanı Maravgi Çınar, Muhtarlar Derneği Başkanı Şakir Acar'ın yanı sıra çok sayıda davetli ile Süryani cemaati üyeleri de katıldı.
Hürriyet, 25.08.2013
|
KİLİSELER ASIL
SAHİPLERİNİ ARIYOR

Tatvan’ın Tokaçlı Köyü'ne bağlı Paşaelması
mezrasında bulunan ve ahır olarak kullanılan
kilisenin sahibi Yılmaz Yamaç, devlete defalarca
yaptığı başvurulardan sonuç aldı. Kilise, ‘kültür
varlığı’ olarak tescil edildi ve koruma altına
alındı.
Anadolu’da çok sayıda
kilisenin şahsi tapularda olması, kiliselerin
korunmasını ve restorasyonunu güçleştiriyor.
Tatvanlı Yılmaz Yolaç bu zor işe talip olmuş. Ancak
bu noktada öncelikle şahsi tapuların kiliselere
devredilmesi gerekiyor. Patrikhane Emlak Komisyonu
Başkanı Şahin Gezer, sorunun çözümü olarak
patrikhane tüzel kişiliğinin tanınmasını gösterdi.
Anadolu’nun pek çok
yerinde yıllarca kullanılmış kiliseler, 1915
soykırımının ardından şimdilerde kaderine
terkedilmiş durumda. Metruk haldeki kiliselerin bir
kısmı üzerinde yer aldığı arazi ile birlikte
Hazine’ye intikal ederken, bir kısmı da şahısların
üzerine kayıtlı görünüyor. Şimdilerde pek çok
‘kilise sahibi’ elindeki tarihi yapıyla ne
yapacağını düşünür oldu. Kiliseleri satmak
isteyenler olduğu gibi kiliseleri gerçek sahiplerine
iade etmek isteyenler var…
Bitlis Tatvan’daki Yamaç
ailesi onlardan biri. Tatvan, Tokaçlı Köyü'nde
bulunan arazileri üzerinde bir Ermeni kilisesi yer
alan ailenin elinde kiliseye ait tapu da bulunuyor.
Yılmaz Yamaç, kilisenin restore edilmesi için bir
süredir çaba sarf ediyor. Harabeye dönmüş kilisenin
başına bir şey gelmemesi için İl Kültür Müdürlüğü’ne
başvuruda bulunana Yamaç, Van Kültür Varlıklarını
Koruma Kurulu incelemesinin ardından 21 Mart
tarihinde kilisenin tescillenmesine karar
verildiğini anlatıyor.
Kilisenin
tescillenmesinin ardından Yamaç, kilisenin
restorasyonu için bir kez daha Kültür Müdürlüğüne
başvuruda bulunmuş. Van Koruma Kurulu, kilisenin
özel mülkiyet altında olduğu için projelendirme ve
restorasyon işinin mülk sahibi olarak aile
tarafından yapılması gerektiğini, bütçe olanağı
olmadığı taktirde Valilik veya Belediye’ye başvuru
yapılarak projelendirme çalışmasının talep
edilebileceği bildirilmiş.
Yılmaz Yamaç bugünlerde
Valiliğe konuya ilişkin olarak başvuruya
hazırlanıyor. Ancak tapusu şahıslar üzerinde olan
yapıların restorasyonunu devlet üstlenmediği için
kaygılı.
Kilise miras yoluyla
kendilerine kalan Yılmaz Yamaç, içinde define
aranmış, ahır kullanılmış olan kiliseyi kendi
imkanları ile korumaya çalışmış: “Buranın korunması,
restore edilmesi gerekiyor. Bir şekilde bizim
elimize geçmiş” diyen Yamaç, bir de çağrıda
bulunuyor: “Biz kilisenin restorasyonu için çaba
harcıyoruz, çeşitli girişimlerde bulunduk. Eğer
Ermeni Vakıflarından biri isterse kiliseyi
kendilerine veririz.”
Fatih Altaylı
kilisesi ile gündeme gelmişti
Geçtiğimiz yıl,
kiliselerin tapularının kişilere ait olması ile
ilgili en çarpıcı örnek Van’da ortaya çıkmıştı. Van
Bakraçlı Köyü’nde bulunan Yedi Kilise’nin tapusunun
Haber Türk gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih
Altaylı’ya ait olduğu ortaya çıkmış; Altaylı
kilisenin restore edilmesinde bir sorun olmayacağını
söylemişti.
Öte yandan Siirtli
Mehmet Emin Evin, özel mülkü olan arazide bulunan
Süryani kilisesini satmak istemiş ve tapusu elinde
bulunan kilise için bir milyon lira istemişti.
‘Patriklik tüzel
kişiliği tanınırsa, sorun çözülür’
Anadolu’da çok sayıda
kilisenin şahsi tapularda olması, kiliselerin
korunmasını ve restorasyonunu güçleştiriyor. Bu
noktada öncelikle şahsi tapuların kiliselere
devredilmesi gerekiyor. Patrikhane Emlak Komisyonu
Başkanı Şahin Gezer, sorunun çözümü olarak
patrikhane tüzel kişiliğinin tanınmasını gösterdi.
Hukuki olarak vakıfların mülk edinmeleri yönünde bir
engel olmadığına dikkat çeken Gezer, “Patriklik
özellikle kiliselerin mülklerini geri almak için
başvuruda bulunmalı. Tapu idareleri, tüzel kişilik
olmadığı için bunu kabul etmeyecektir. O zaman da
mahkeme süreci ile tüzel kişilik hukuk mücadelesi
başlatılmalı” diye konuştu.
Yunanistan’da Türklerin
verdikleri hukuk mücadelesini Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nde kazandıklarını da hatırlatan Gezer,
“Patriklik de vereceği hukuk mücadelesini eninde
sonunda AİHM’de kazanacaktır” görüşünü savundu.
‘Kafa kafaya vermek
gerekiyor’
Surp Giragos Kilisesi
Başkanı Ergün Ayık ise sadece tapu devirlerinin
yeterli olmayacağına dikkat çekti. Surp Giragos’un
restorasyon öyküsünü anımsatan Ayık, “Kültür
Bakanlığı restorasyonları üstlenmiyor. Tapuların
kendisinde olması durumunda kilisenin restorasyonunu
yapabiliyorlar o zaman da kilise olarak değil müze
olarak kullanılmasını istiyorlar. Van Ahtamar’da
yaşanan buydu. Diyarbakır’da biz restorasyonu kendi
imkanlarımızla Belediye desteği ile yaptırdık, ancak
hala sıkıntı çekiyoruz. İnsanlar geldiklerinde
gözyaşı döküyor ama çıktıktan sonra duyarsız. Sadece
restore etmekle de olacak iş değil, bu kiliselerin
bakımlarının yapılması da gerekiyor” diye konuştu.
Ayık, bu konuda vakıfların fikir alışverişi yaparak
ortak ve kapsamlı politikalar geliştirmeleri
gerektiğini de ifade etti.
Ortak hareketin önemine
değinen bir diğer isim de Malatya HayDer’in Başkanı
Hosrof Köletavitoğlu. Bu tip sorunlarla giderek daha
sık karşılaşıldığını belirten Köletavitoğlu, “Bir
portföy oluşturmak gerekiyor ve bu yolla pek çok
yerde bu sorunu çözmek lazım. Kimi insanlar
buraları yıllarca korumuş ve şimdi tapuları geri
vermek istiyor. Ama tabi, geri vermek istemeyenler
de var. Bütün bunları çözümü için başta Patriklik
olmak üzere tartışarak bir çözüm üretmek gerekiyor”
diye konuştu.
Agos, Haber: Uygar
Gültekin, 25.08.2013
|
KARAKÖY CAMİİ EFSANELERLE ÖRTÜLDÜ

1958
yılında yıkılan Karaköy Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Camii’nin yeniden yapılmasında sona gelindi. Sultan
II. Abdülhamit’in mimarı D’Aronco tarafından inşa
edilen ve üzerinden elli sene geçmeden yıkılan bu
güzel cami, 20 seneden bu yana yapılmak istense de
bu arzu bir türlü nihayete erdirilemiyor.
Yirminci yüzyıl, Türk-İslam medeniyetinin
zirveleştiği İstanbul için kara bir dönem. Daha önce
tabii afetler, yangınlarla boğuşan bu başşehir, bu
kez insan eliyle yapılacak bir kıyıma sahne
olacaktı. Geçtiğimiz temmuz ayında, Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından yapılan açıklama, bu geniş
çaplı kıyımı doğruladı.
Özellikle İsmet İnönü devrinde yıkılarak
malzemeleri satılan, hatta CHP ocağına çevrilen dini
mekanlar bir yana, bu yıkımların Demokrat Parti
iktidarı süresince devam etmesi de bir hayli dikkat
çekici.
İmar faaliyetleri kapsamında büyük caddeler,
geniş bulvarlar inşa etmek bahanesiyle yerle bir
edilen cami, medrese ve mezarlar Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından kayıt altına alındı. Genel
Müdür Adnan Ertem, uzun süre yürütülen çalışmalarda,
130 tanesi İstanbul’da olmak üzere tam 150 adet eser
tespit ettiklerini kaydetti. Ertem ayrıca,
aralarında çok kıymetli camilerin de bulunduğu bu
sanat eserlerinin yakın tarihte tekrar imar
edileceğini müjdelemişti. Buna göre, ilk etapta
bugüne sadece minaresi kalan Rumeli Camii, Yeniköy
Parkı’nda temelleri bulunan Fazıl Efendi Camii ile
Karaköy’deki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii
yapılacak.
II. Abdülhamit’in mimarı D’Aronco’nun
eseri
Tarih sahnesinde silinen bu kıymetli camiler
arasında Karaköy Camii’nin yıkım hikayesi son derece
hüzün verici. Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul
Büyükşehir Belediye başkanlığından bu yana,
neredeyse her iki senede bir gündeme gelen
restitüsyon (yeniden bina etme) çalışmaları, elle
tutulan bir sonuç doğurmadı. Son olarak 9.7.2012
sözleşmeli proje ile tarihi caminin yeniden
yapılacağı kamuoyuna duyurulmuştu. II. Abdülhamit
Han’ın sermimarı İtalyan Raimondo D’Aronco
tarafından Art Nouveau (Ar Nuvo) tarzında imar
edilen cami, devrinin üslup inceliklerini yansıtan
nadide bir ibadethane. Sekizgen formu ve mermer
kaplı dış cephesinin yanı sıra floral (çiçekli)
alınlık süslemeleriyle dikkat çeken diğer adıyla
Yağkapanı Camii’nin yıkım hikayesi de yeniden
yapılma sürecini aratmıyor. Demokrat Parti döneminde
İstanbul’da gerçekleştirilen dev yıkımlardan payını
alan Karaköy Camii, yol genişletme çalışmaları
çerçevesinde ortadan kaldırılmıştı. Fakat ilerleyen
süreçte caminin tam olarak bu sebepten yıkılmadığı
ve ardında soru işaretleri bırakılarak yok edildiği
anlaşıldı.

Yıkımı efsaneye döndü
O dönemdeki gazete haberlerinden öğrendiğimiz
kadarıyla, Karaköy Camii’nin yıkılacağı duyulunca
halk arasında büyük bir tepki doğar ve bu tepkiyi
dindirmek adına binanın taşlarının
numaralandırılarak camisi bulunmayan Kınalıada’ya
taşınacağı ilan edilir. 1958 yılında bir bahar
sabahı Karaköy Meydanı’na ulaşan yıkım ekipleri,
mermer süslemeli, ahşap minareli bu fevkani camiyi
yerinden sökecek, içindeki Venedik işi avizeyi,
minber ve mihrabı da çevredeki camilere dağıtarak
(ortadan kaybolduğu sonradan anlaşılmış) yapıyı
yerinden sökeceklerdi. Koparılan parçalar, Karaköy
Limanı’na yanaşan mavnalara yüklenerek Kınalıada’ya
götürüldü. Ancak yolculuk sırasında gemi battı,
mavnalara yüklenen parçalar Boğaz’ın sularına
karıştı. Ancak araştırmalarımız sonucunda buraya
kadar anlattığımız hikayenin daha farklı olduğunu
gösteren birçok bilgi ve belgeye ulaştık.

‘Tarihi değeri olmadığına dair rapor
alındı’
Caminin yıkımı sırasında İstanbul Tarihi Eserler
Bürosu’nda memurluk yapan Alpaslan Koyunlu, mimar
D’Aronco hakkında araştırmalar yapan Prof.Dr. Afife
Batur’a çarpıcı bir beyanatta bulunmuş. Koyunlu,
Batur’a Anıtlar Kurulu’ndan siyasi baskılar sonucu
caminin tarihi değeri olmadığına dair bir rapor
alındığını anlatmış. Cami yıkılacak söylentilerinin
artmasıyla bu durumdan şüphelenen Koyunlu, yıkımın
ertesi sabah yapılacağını haber alınca, gece camiye
gizlice girip sabaha kadar karpit ışığında taşları
numaralandırmış ve yerleşim şemasını çizmiş. Ancak
bu şema belediyenin arşivlerinde kaybolmuş. Vakıflar
bünyesindeki raporlara ulaşan Afife Batur, ilgili
belgede caminin yıkımına nasıl karar verildiğini,
minberin ve mihrabın muhtelif camilere
gönderildiğini ve Venedik’ten gelen avize ile
halıların da Teberrükat Memurluğu’na gönderildiğini
öğrenmiş. Raporda son olarak kalan parçaların
Kınalı-ada’ya nakledildiği belirtiliyormuş.
Kınalıada sakinlerinden Reşat Pala ise bu sürecin
anlatıldığı gibi gerçekleşmediğini belirtiyor.
Caminin adaya ulaşan malzemeleri, yeniden
yapılmasına imkan sağlayacak şekilde değilmiş. Reşat
Pala, caminin yapılması için getirilen mermerlerin
biçimsizce kırılmış halde olduğunu anlatıyor. Sahile
yığılan mermer malzeme elbirliği yapan Müslüman
cemaat tarafından kıyılardan toplanmış.
Düzeltilebilenleri 1962 yılında inşa edilen ve bugün
de kullanılmakta olan Kınalıada Camii’nin temelinde
ve duvarlarında kullanılmış. Ancak bu caminin
Karaköy’dekine benzer bir tarafı bulunmuyor. Karaköy
Camii’nden kalma oyma nakışlarla süslü iki alınlık
taşı da Kınalıada Camii’nin bahçesinde herhangi bir
hırsızlık olayına karşı tedbirsiz durumda bekliyor.
Türk mimari tarihine kara bir leke olarak
kazınacak bu olayın Karaköy Meydanı’nda dikkat çeken
bir başka yönü daha var. Yarım yüzyıldan fazla bir
süre araba parkı veya boş arazi olarak kalan arsa,
gerçekten yol genişletmek için açıldıysa yıkım niçin
sadece bu cami üzerinde uygulandı ve yanı başında
duran Ziraat Bankası’na dokunulmadı? Dış
cephesindeki Hiram Usta, Dulkadın çocukları gibi
masonik sembollerle dikkat çeken bina, Türkiye’de
kurulmuş ilk resmi mason locasına da ev sahipliği
yapmış. Karaköy Camii şimdi yeniden ihya edilecek.
Bakalım muammalar zinciri olan bu hikaye nasıl
sonlanacak?
Çalışma
hassasiyetle sürdürülmeli
Prof.Dr.
Afife Batur: Karaköy Camii, ben
fakültedeyken yıkılmıştı. Raimondo D’Aronco üzerine
yaklaşık 35 yıldır akademik çalışmalar yapıyorum.
İstanbul’da onlarca eseri var. Tabii o zamanlar
yürütülen yıkımlar bizi çok müteessir ediyordu.
Oradaki güzelim caminin bir kasıtla yıkıldığına
inanmıyorum ama niçin yıkıldığına aklım ermiyor.
Yeniden yapım çalışmaları özenle sürdürülmeli. Çünkü
Art Nouveau tarzında yapılmış bu eserin yeniden
inşası kolay değil. Tayyip Erdoğan döneminde benden
destek istenmişti. Yakın tarihte tamamlanan proje
için bana danışılsın isterdim. Çünkü Batılı önemli
sanat tarihçilerinin gözü bu projede olacak.

Müfit
Yüksel (Araştırmacı-yazar): Caminin tıpkı
yapımı için çalışmaları tüm samimiyetimle tebrik
ediyorum. Umarım bu gibi camilerin yeniden yapılması
yüz kızartacak geçmişimizi unutturacak ve ecdadımıza
olan iade-i itibarı sağlayacaktır. Bana kalırsa
İtalyan yetkililerden edinilen çizimlerle ve hatta
İtalyan mimarlar da davet edilerek ortak bir proje
yürütülebilir. Caminin açılışında İtalyan
yetkililerin çağrılması da iki ülke arasında
bağların sıkılaşmasında yardımcı olacaktır.
Karaköy Camii
katakulliye getirildi
Süleyman
Faruk Göncüoğlu (Sanat tarihçisi): Karaköy
Camii, ilk Fatih devrinde mescit olarak inşa edildi.
Sonra camiye çevrildi. Depremden hasar gören mescit,
II. Abdülhamit’in emriyle, 20. yüzyıl başında inşa
ettirildi. 50’li yıllarda binanın depreme dayanıklı
olmadığı ve rutubetten etkilendiğini söylediler.
Hatta Kınalıada’da da monte edileceği öngörülüyordu.
Mescit zaten 1935’te kadro dışı bırakılıp ibadete
kapatılmıştı. Hatta ardiye olarak kullanıldı.
Yıkımın yolla veya harap düşmesiyle ilgisi yoktu.
Ziraat Bankası binası olarak kullanılan yapı ise
Türkiye’nin ilk resmi mason locasıydı.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 25.08.2013
|
DENİZKIZI 100 YAŞINDA
Danimarka’nın simgesi Denizkızı heykelinin 100’üncü yılı heykelin bulunduğu Langelinie’de kutlandı.
Danimarkalılılar ve ülkede bulunan turistlerin akın ettiği etkinliklerde değişik milletlerden 100 genç kız denize atlayarak 100 rakamını yazdılar, kanocular ise heykelin etrafında gösteri yaptılar. 100’üncü yıl kutlamalarının 31 Aralık’a kadar devam edecek.
İnşaat firması sahibi Carl Jakobsen tarafından 1913 yılında heykeltıraş Edvar Eriksen’e yaptırılarak Kopenhag Belediyesi’ne hediye edilen Denizkızı heykelinin 1964 yılında başı kesilerek çalındı, 1984 yılında kolu kesildi, 2003 yılında bombalı saldırıya uğradı ve denize düştü. Heykele, defalarca boya ve çeşitli malzemeler sürüldü. Tüm saldırılara rağmen her defasında tamir edilip yerine konuldu.
Hürriyet, Ünsal Turan, 25.08.2013
|
 |
"BAŞBAKAN 'OLUR' DERSE OKUL AÇILIR

Heybeliada
Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için gözler
demokratikleşme paketine çevrilirken Ruhban
Okulu’nun hangi statüde faaliyete başlayacağıysa
henüz bilinmiyor. Ekümenik Patrikliğin avukatı
Kezban Hatemi, 1971 yılından bu yana kapalı olan
Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yasal
değişikliğe gerek olmadığını
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün okula
göndereceği tek bir yazının yeterli olduğunu
söyledi. Ruhban Okulu meselesinin çözümünün çok
basit olduğunu söyleyen Hatemi, “Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ‘Tamam’ desin, bu iş biter”
dedi. Ruhban okulunun kapatılmadan önce dönemin
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olduğunu
söyleyen Hatemi, Ruhban Okulu’nun üniversite
statüsünde açılmasının çok mümkün olmadığını da
kaydetti.
‘Devlet
ayrımcılık yapıyor’
Hatemi, ‘YÖK’e
bağlı üniversite olacak’ diyenler de geyik muhabbeti
yapıyor. Ruhban Okulu’nun yeniden açılması
demokratikleşme için atılacak en kolay adım ama onu
kendi kendimize zorlaştırdık” dedi. Hatemi, Ruhban
Okulu’nun kapalı tutulmasının hiçbir yasal dayanağı
olmadığını belirterek, “İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün yazısı ile kapatıldığına göre aynı
şekilde açılabilir. Durum bu kadar basit. Aslında
okul kapalı da değil. Devlet, bu konunun
Türkiye-AB ve Türkiye-ABD
sorunu olmaktan çıkmasını bir an önce sağlamak
zorunda artık. Ruhban Okulu’na karşı çıkanlar olayı
siyasi zemine taşıyorlar. On milyon nüfuslu
Yunanistan ile aramızdaki sorunları ileri
sürerek 300 milyonluk
Ortodoks
Hristiyan cemaatini karşılarına alıyorlar. Oysa
patrikhane bir Türk kurumu. Devlet kendi
vatandaşına ayrımcılık ve
hak ihlali uyguluyor” dedi.
Milliyet, Haber: Samet Akten, 25.08.2013
******
AÇILIŞ İÇİN FORMÜL: '1971'

Heybeliada Ruhban Okulu 12 Ocak 1971 tarihinde
Anayasa Mahkemesi nin verdiği kararla kapatılmıştı.
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ’ın bu hafta
kurmaylarıyla oturup son şeklini vereceğini
duyurduğu demokratikleşme paketinin en önemli
unsurlarından biri, Heybeliada (Halki) Ruhban
Okulu’nun (HRO) açılması olacak. ‘Yüksek okul’
olarak kabul edilen ve Özel Öğretim Kurumları
Kanunu’ndaki “özel üniversite açılamaz” hükmü
nedeniyle 12 Ocak 1971 günü verilen Anayasa
Mahkemesi kararıyla kapatılan okul, söz konusu
kararın öncesindeki statüsü ile eğitim öğretime
davet edecek.
‘Küresel bir sorun’
AK Parti ’nin 27 Eylül 2012 günü kamuoyuna
deklare ettiği 62 maddelik ‘demokratikleşme
manifestosu’ kapsamında üzerinde çalışmalar
yapılan paket, bu hafta Başbakan Erdoğan’ın da
katılacağı toplantıların ardından son şeklini
alacak.
“İnanç özgürlüğü” başlığı altında
Türkiye ’nin en önemli insan hakları
sorunları arasında yer alan HRO sorunu da yeni
paketle tarihe karışacak. Fener Rum
Patrikhanesi’nin 1844 yılında açtığı HRO Teoloji
Okulu, Anayasa Mahkemesi’nin 12 Ocak 1971
tarihli kararına istinaden İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün 12 Haziran 1971 tarihli yazısı ile
9 Temmuz 1971 tarihinden itibaren geçerli olmak
üzere kapanmıştı. Açık kaldığı sürede toplam 930
mezun veren HRO’nun 12 mezunu İstanbul Rum
Patrikliği yapmıştı. Kapanma gerekçesi HRO’nun
“özel yüksekokul” statüsünde olması ve Türkiye
mevzuatında özel üniversite açılamamasıydı.
Patrikhanenin “Okul lise statüsündedir, mezunlar
rahip olacak, herhangi bir üniversiteye devam
etmeyecekler” itirazlarına rağmen, diplomatik
nedenlerle HRO bugüne dek açılmamıştı. Okulun
açılmasının önündeki en büyük engellerden biri
Batı Trakya Türklerine müftü seçme hakkı bile
vermeyen Yunanistan’la “Karşılıklılık
ilkesi”ydi. ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin bütün
raporlarında dikkat çekilen sorun, Türkiye’nin
yöneticilerinin ABD ve AB yöneticileriyle
yaptığı görüşmelerde de dosyanın ilk sırasında
oluyordu. Patrikhane
dünya genelinde ‘evrensel’ kabul
edildiğinden, sorun da ‘küresel’ bir sorun
olarak görülüyordu. Son olarak Başbakan
Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta Washington’a yaptığı
ziyarette Obama konuyu güçlü bir şekilde gündeme
getirmişti.
Okulun, Anayasa Mahkemesi kararı öncesindeki
statüsüyle açılabileceği konusunda genel bir
görüş birliği vardı. Ancak, bu çözümün hayata
geçirilebilmesi için siyasi iradenin “evet”
demesi gerekiyordu. Yeni demokratikleşme paketi
kapsamında konu ele alındı, hükümet HRO’nun
açılması yönünde siyasi iradesini ortaya koyma
kararı aldı. Son dakikada bir değişiklik
olmazsa, Özel Öğretim Kurumları Yasası’nda
değişiklik yapılacak.
Radikal
(Kısaltarak), Haber: Deniz
Zeyrek, 26.08.2013
|
82 YILLIK PARK OTEL CANLANDI

İstanbul'un simge yapılarından biri daha eksi
günlerine dönmek için gün sayıyor. 24 yıllık inşaat
sürecinde üç kez el değiştiren Park Otel, ekimde
kapılarını açacak. 250 milyon dolarlık yatırımla
tamamlanan inşaatta mimarlar, 82 yıllık tarihi
yapının orjinal haline sadık kaldı. Yeni adıyla Park
Bosphorus Otel'in öne çıkan bir başka özelliği de
Avrupa'nın en büyük seyir terasına sahip olması.
Otelin yatırımcısı Türkiye'deki işletilebilir krom
madenlerinin yüzde 75'ine sahip olan CVK Holding.
Holdingin Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı ailenin
ikinci kuşak temsilcisi Gülşah Çevik üstlenmiş.
Kayserili işadamı Mahmut Çevik'in henüz 34 yaşındaki
avukat kızı Gülşah Hanım, 12 yıldır maden
ocaklarında bu görev için hazırlanmış. İki yıl önce
Taksim İstanbul Hotel'i satın alarak turizm işine
giren Gülşah Çevik, Boğaz'daki açılışın heyecanını
yaşıyor. Çevik'le, otelin 24 yıllık yenilenme
hikayesini ve diğer yatırımlarını konuştuk.
Gülşah Hanım 1989'da başlayan inşaat macerası nasıl son buldu?
Otel, bize gelene kadar üç kez el
değiştirmiş. Duyduğuma göre yapılamama nedeni hep
İstanbul'un siluetini bozacak projelerle gidilmesi
olmuş. İstanbul'un göbeğine gökdelen yapmak
istemişler. Biz silueti bozmadan, aslına uygun
şekilde yatay inşa ettik.
Peki böyle yapınca zarar ettiniz mi?
Başbakanımız haklı, sırf büyük olsun, daha
çok para kazanalım diye İstanbul'un ortasına direk
dikmenin ne anlamı var? 1931'de konaktan otele
çevrilmiş ve 1979'a kadar turizme hizmet vermiş,
manevi değeri olan bir yapı.
Otel çok büyük, kaç kişi istihdam edeceksiniz?
550 kişi istihdam ediyoruz. İki aydır
personel maaşını alıyor.
Taksim bölgesine yatırım yaptınız. Tedirgin misiniz?
Asla. Taksim İstanbul Oteli'miz şu anda
yüzde 85 dolu. Hatta eylül ve ekim satışlarını da
yaptık. Ben bile misafirim geldiğinde yer
bulamıyorum.
İLK MODERN DÜĞÜN BURADA YAPILDI
Dört kez sadrazam olan Ahmet Tevfik Paşa,
şimdi Park Bosphoros Otel'in yükseldiği bölgeye bir
konak yaptırdı. Tevfik Paşa Konağı olarak bilinen
yapı, bir ara İtalyan sefiri Baron Blanc'a 60 odalı
bir bina olarak hizmet verdi. Dönemin Osmanlı
hariciye nazırlarının ikametgahı olarak da
kullanıldı. Sultan 2. Abdülhamid, konağın tapusunu
Tevfik Paşa'ya hediye etti. Şubat 1907'de konakta
yapılan Tevfik Paşa'nın oğlunun düğünü, ilk modern
Osmanlı düğünü olarak tarihe geçti. Ancak 1911'de
bir yangında konak kül oldu. Binayı otele çevirmek
Tevfik Paşa'nın subay oğlunun fikriydi. Ali Nuri
1922'de ilk otel projesini çizen kişi oldu. Bu
taslak, sonradan gerçekleşen projeyle çok benziyor.
1930'da Miramare adında ilk otel kuruldu. Daha sonra
önündeki bahçeden dolayı adı 'Park Otel' olarak
anıldı. Park Otel, Atatürk ve arkadaşlarının da
favori mekanıydı. İngiltere Kralı 8. Edward da sık
sık Park Otel'e tatile gelirdi. Adnan Menderes,
İstanbul'a her gelişinde özel adasında kalırdı.
1950'lerde 174 olan otelin oda sayısı 213'e kadar
yükseldi. Ortaklardan Aram Hıdır artan fiyatlar
yüzünden işletmeciliği bırakınca işler Ali Nuri'ye
kaldı. Ancak o da vefat edince Park Otel 1979'da
tarihe karıştı.
Sabah (Kısaltarak),
Haber: Sinan Özedincik, 25.08.2013
|

|
İSKENDER'İN MEZARI ATİNA'DA MI?
Yunan arkeologlar, Atina'nın 370 mil kuzeyinde bulunan antik Amfipolis kentinde, Büyük İskender'e ait olduğu düşünülen dev bir mezar buldu. Mezarının Mısır'da olduğu düşünülüyordu. Fakat kazı çalışmalarında bulunan bir duvarın üzerindeki mermer yüz heykeli, arkeologlara mezarın Büyük İskender'e ait olduğunu düşündürttü. 500 metre uzunluğunda ve 3 metre yükseklikte olan dördüncü yüzyıldan kalma mezar, büyüklüğüyle de ancak bir imparatora ait olabilir. Kazı ekibinin başı, yapının içerisinde imparatorun aile üyelerinin gömülü olduğu birden fazla mezar bulmayı beklediklerini belirtti.
Sabah, 25.08.2013
|
SAFRANBOLU'YA 'AVRUPA ŞEREF BAYRAĞI' VERİLDİ
Avrupa Konseyi
Parlamento Meclisi tarafından
Safranbolu'ya verilen Şeref Bayrağı teslim
töreni gerçekleştirildi.
Safranbolu Misak-ı
Milli Meydanı'nda gerçekleştirilen törene
Karabük Valisi
İzzettin Küçük,
AK Parti
Karabük Milletvekili
Osman Kahveci,
Avrupa Konseyi
Parlamento Meclis Onur Üyesi Edeltraud
Gatterer, Kalkınma Bakan Yardımcısı
Mehmet Ceylan,
Safranbolu Kaymakamı
Gökhan Azcan,
Safranbolu Belediye Başkanı Necdet Aksoy,
125. Jandarma Eğitim Alay Komutanı Albay Cihan
Ulukaya,
Karabük İl Emniyet Müdürü Oktay Keskin,
davetliler ve vatandaşlar katıldı.
Açılış konuşmasını yapan Belediye Başkanı
Necdet Aksoy, "Safranbolumuz yıldan yıla
gelişiyor, büyüyor, yeni ufuklara yelken açıyor,
yeni yeni değerler kazanıyor. 2009 yılında
Safranbolu'muzun
Avrupa Şeref Bayrağını alacağa öngörüsüne
ifade etmiş olsaydık bu bir hayal olurdu. 2009
yılında
Safranbolu'muzun 250 bin turist rakamlarına
ulaşacağını ifade etsek bu bir hayal olurdu.
2009 yılında
Safranbolu'muzun ortalama yıllık 30 milyon
civarında bütçeyle halka hizmet edeceğini ifade
etsek bu bir hayaldi. Bu hayallerimizi
gerçekleştirdik" dedi.
Karabük Valisi
İzzettin Küçük, "Avrupa
Parlamentosu bir yere ödül veriyorken, muhakkak
belirli kriterlere göre verir. Yeni 'Biz oradan
geçtik, güzel bir şehirdi oraya da bir bayrak
verelim' demez. Ben daha önce vakıf olmuştum,
60'tan fazla kriterler var. işin arkasında büyük
bir çalışma var, emek var, bir tarih var, siz
Safranboluluların ortaya koyduğu asalet var. Bu
bayrağın buraya asılmasında en önemli
nedenlerden biri sizsiniz. Pek şehre
gidiyorsunuz, geziyorsunuz, görüyorsunuz, hepsi
bir birinin aynısı,
Avrupa bu ödülü verirken, en önemli kriter
farklılık, kimlik sahibi olmak. Bu çok önemli
bir şey, kimlikli ve kişilikli şehir, 'Marka
şehirler' diyorlar ya ben o kelimeyi
kullanmıyorum, kimlikli kişilikli şehirdir. Ben
Avrupa Şeref Bayrağının hayırlı olsun" diye
konuştu.
Avrupa Konseyi
Parlamento Meclis Onur Üyesi Edeltraud
Gatterer ise, "1994 yılından beri
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde olan
Safranbolu kentini
Avrupa Şeref Bayrağı ile ödüllendirmek benim
için şeref ve onur kaynağıdır. Bir yıl önce iş
birliği ve ikili ilişkilerde fark edilen önemli
çabaları ve başarılarından dolayı
Avrupa Diplomasını almaya hak kazandı. Her
yıl
Avrupa Konseyi,
Avrupa fikrine karşı katkı sağlayan birkaç
şehri ödüllendiriyor.
Avrupa Konseyi
Safranbolu'nun ortak yaptığı çalışmalardan
çok etkilendi ve oy birliği ile
Safranbolu'yu Şeref Bayrağı ile
ödüllendirmeyi uygun gördü" şeklinde konuştu.
Konuşmaların ardından
Avrupa Şeref Bayrağı göndere çekildi.
Program havai fişek gösterileri ile son buldu.
haberler.com, 24.08.2013
|
ANTİK TARİH BİZE YOL GÖSTERİYOR

Antalya Ticaret
Borsası (ATB) tarafından düzenlenen "Tarım
Sohbetleri"nin konuğu Akdeniz Üniversitesi (AÜ) Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Görevlisi Prof.Dr. Nevzat Çevik, 7 bin yıldır
Bademağacı’nda tarım yapılıyor. Birinci olan tarım
asla ötelenmemeli” dedi.
ATB tarafından ikincisi düzenlenen "Tarım
Sohbetleri"nin konuğu AÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat
Çevik, Antalya ve çevresinin antik çağdaki tarım
kültürünü anlattı. Antik çağda Likya, Psidiya,
Pamfilya ve diğer kırsal kesimlerde pek çok üretim
bölgesinin olduğunu söyleyen Prof.Dr. Çevik bu
bölgelerin tarımında zeytin ve üzümün önemli yere
sahip olduğunu kaydetti.
DAĞLIK ARAZİDE ZEYTİN VE ÜZÜM
Antik çağda Pamfilya’nın en büyük zeytinyağı dış
satım merkezi olduğunu ifade eden Prof.Dr. Çevik,
"Dağlık ve kurak arazide en çok zeytin ve üzüm
yetişmiş. Elmalı gibi yerlerde de tahıl tarımı gibi
tarım yapmışlar. Buğday mercimek, nohut gibi.
Bunları 6-7 bin yıldır yaylada yapıyorlar. Bugünkü
durumda bunun biraz tersini görüyoruz. Zeytin
ekonomisinden o kadar büyük bir girdi sağlandığını
duymuyoruz. Onun için kendi doğal ürünlerinden
uzaklaşmak bu fakirliği oluşturuyor" dedi. Üzüm
üretiminin daha fakir durumda olduğunu belirten
Prof.Dr. Çevik şöyle konuştu:
"Üzümün önemli üretimi şarap başta gelir. Şarabı
neredeyse hiç üretmiyoruz. Bir iki küçük örnek var.
Yerel üzümlerden özgün bir şarap üreterek çok rahat
bir şekilde eski bin yıllarda olduğu gibi marka olma
olasılığımız çok yüksektir. Bunu başarmamız lazım.
Yani Fransa nasıl başarmışsa bağcılıkta, Yunanistan
nasıl başarmışsa zeytincilikte biz onlardan binlerce
yıl önce bu ürünlere sahibiz ve çok da büyük
ölçeklerde bu gerçekleştiriliyordu o zaman. Bizim
yeni bir marka aramamıza lüzum yok. Eski bize yol
gösteriyor. Aslında neyin bu doğada uygun olduğunu
söylüyor tarih."
TARIMDAN UZAKLAŞILIYOR
Antalya’nın artık turizm bölgesi olduğu için
insanların tarıma dönüp bakmadığını ifade eden
Prof.Dr. Çevik "Turizmde daha farklı koşullarda gençler
çalışma imkanı, para kazanma imkanı buldukları için,
tarım tabi daha zor ve meşakkatli bir iştir. Ondan
uzaklaştıklarını düşünüyorum. Ama bütün her şey
tarım üzerine kuruludur. Tarım yapan insan, aslında
uygar insan olmaya başlamış. Yiyeceği unutmamak
lazım. Tarımın yeri birincidir. Tarımı asla ötelemek
gerekmiyor. 7 bin yıldır Bademağacı’nda tarım
yapılıyor" şeklinde konuştu.
ANTALYA ÇOK ÖZEL BÖLGE
Antalya’nın Allah'ın yarattığı, emanet ve mirasla
donanmış çok özel bir bölge olduğunu söyleyen
Prof.Dr. Çevik "Hem doğal güzelliği, hem de arkeolojik
zenginliği ile çok özeldir. Bu varlığın karşılığı
olan yaşam ve ekonomi bu gelinen düzeyde Antalya’da
bunca varlığın içerisinde yoksulluk şaşırtıcıdır
diyorum. Onları yaşatarak ve eskitmeyerek, doğaya
zarar vermeden onların üzerine aslında çok daha
ekonomik yansımaları büyük olan başka bir dünya
olmasını beklerdim" ifadelerini kullandı.
Akşam, 24.08.2013
|
BATMAN'DAKİ 3 ARKEOLOJİK KURTARMA KAZISINA YENİDEN
BAŞLANDI
Ilısu Barajı arkeolojik kurtarma
kazıları kapsamında, Batman'daki üç kazıya yeniden
başlandı.
Batman Müze Müdürlüğü başkanlığında merkeze bağlı
Oymataş Köyü'ndeki Kuriki Höyüğü, Beşiri İlçesi
Işıkveren Köyü'ndeki Greamer Höyüğü ve Beşiri İlçesi
Yazıhan Köyü'ndeki Çemealo sırtında yapılan kazılarda
çok sayıda mezar ve çeşitli dönemlere ait kalıntılar
ortaya çıkarıldığı bildirildi.
Kuriki Höyüğü'ndeki kazılarda Yeni Asur, Part,
Hellenistik ve bir miktar Roma dönemleri kalıntıları
ile mercimek ve tahıl kalıntıları bulunurken,
Çemealo'da MÖ iki binli yıllara kadar
dayanan yerleşim alanı kalıntıları, Greamer'de ise 4
kat yerleşim alanı tespit edildi.
Çemealo'da yürütülen kazılara ilişkin AA
muhabirine açıklama yapan Çanakkale 18 Mart
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr.
Aslı Özdoğan, Çemealo kazı alanının bir höyük
olmadığını, Garzan Nehri'ne doğru kademeli teraslar
halinde bir yerleşim alanı olduğunu söyledi.
2009 yılında başlayan kazı çalışmalarına 2010
yılında güvenlik gerekçesiyle ara verildiğini
hatırlatan Özdoğan, bölgenin Ilısu Barajı suları
altında kalacak Orta Garzan havzasındaki yerleşim
yerlerinden olduğunu belirtti. Doç.Dr. Özdoğan,
geçen yıl başlayan çalışmalara bu yıl da devam
ettiklerini ifade ederek, şöyle dedi:
"Şimdiye kadar saptadığımız oldukça bozulmuş üst
kısımda çok az bir Orta Çağ dönemi kalıntıları var.
Çünkü çok yoğun tarım nedeniyle büyük tahribat
sözkonusu. Orta Çağı sadece çok sayıda kırık çanak
parçaları sayesinde saptayabildik. Saptadığımız Orta
Çağın altında bir Orta Demir Çağı ve büyük
olasılıkla bir Erken Demir Çağı belirledik. Onun
altında da 2. bin yılın ilk yarısını tahlil eden bir
yerleşme alanı var."
Doç.Dr. Özdoğan, alanın baraj suları altında
kalacağı için 95 kişilik ekiple yoğun bir çalışma
yürüttüklerini ve çalışmanın aralık ayı ortalarına
kadar süreceğini anlattı.
Kuriki höyüğündeki kazılar
Kuriki Höyüğü kazısının başkanlığını yapan Çukurova
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Elif Genç, 2009 yılında başlayan Kuriki
kazılarının 5'inci yıla girdiğini, bu yıl ki
çalışmaların eylül ayı ortalarına kadar devam
edeceğini söyledi.
Kuriki Höyüğü'nün Batman Çayı ile Dicle Nehri'nin
birleştiği noktada yer aldığını ifade eden Genç,
şöyle konuştu:
"Burası 250 metrelik alandan oluşan büyük bir
yerleşim birimi. Bu sene 5 ayrı açmada
çalışmalarımızı yürüteceğiz. Daha önceden
çıkarttığımız kültür katmanlarını bu yıl daha
kapsamlı araştırmak amacıyla çalışmaları başlattık.
Buraya ilk yerleşim günümüzden 5 bin yıl öncesinde
gerçekleşmiş. Eski Tunç Çağı dediğimiz dönemde
burada bir köy yerleşiminin olduğunu tespit ettik.
Burada yaşayanların günlük hayatlarını
geçirebilecekleri mimarileri, kullandıkları
eşyaları, tarım ve hayvancılıkla uğraştıklarını
tespit ettik. Aynı zamanda
depolanan ve yaklaşık 100 kilo mercimek ve buğday
kalıntılarını ortaya çıkarttık. Bu bölgede açığa
çıkartılan en eski şey mercimek ve tahıl
kalıntılarıydı. Bununla ilgili olarak inceleme devam
ediyor. Ortaya çıkan malzemelere bakıldığında,
bunların Yeni Asur Dönemi, Part, Hellenistik ve az
da olsa Roma dönemi kalıntıları olduğunu tespit
ettik."
Greamer höyüğündeki kazılar
Greamer höyüğündeki kazıyı yürüten Koç Üniversitesi
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Gül Pulhan, 22 arkeolog
ve 60 işçiyle sürdürdükleri kazıların kasım ayı
ortalarına kadar devam edeceğini söyledi.
Höyüğün bugüne kadar hiç araştırılmayan yan
bölümündeki bazı alanlarda da kazı yapacaklarını
ifade eden Pulhan, şunları kaydetti:
"Greamer höyüğü 4 hektardan biraz daha büyük bir
alan. Üstelik 4 yerleşim tabakası da birbirinin
üstünde. Dolayısıyla önce üstteki tabakaları alıp
daha sonra alt kısımlara iniliyor. Strateji gereği
oldukça yayvan alanlarda kazı yapmak istedik. Mesela
bulduğumuz bir ev veya bir bina ise tam olarak
ortaya çıkarmak istiyoruz. Ama aynı zamanda derine
doğru da tüm tarihçeyi anlamaya çalışıyoruz. Bugüne
kadar yaklaşık 4 bin metrekare alan açtık. Sezon
sonuna kadar sanırım 15 ayrı yerde kazı çalışması
yapılmış olur."
Hürriyet, 24.08.2013
|
MYRA ANDRİAKE KAZILARININ MÜZE MÜDÜRLÜĞÜ'NE
DEVREDİLMESİ

Akdeniz Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr.
Nevzat Çevik, 2009 yılında
Antalya'nın
Demre İlçesi'nde başlatılan ve kazı başkanlığını
yaptığı Myra Andriake kazılarının
Antalya Müze Müdürlüğüne devredilmesinin
şaşırtıcı olduğunu belirtti.
Geçtiğimiz Temmuz ayında
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Myra
Andriake kazılarında yapılan incelemenin ardından
kazı başkanlığından alınan
Akdeniz
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Nevzat Çevik, kazıların
Antalya Müze Müdürlüğü'ne devredilmesinin
nedenini bilmediğini söyledi.
Myra Andriake kazılarının ilk projesi olmadığını
belirten Prof.Dr. Çevik, "Daha önce de projeler
kurdum. Beydağları, Rodiapolis, daha sonra Myra ve
Andriake kazılarını kurdum. Dört yılda da Myra
Andriake kazıları uluslar arası platformda, bilim
dünyasında ve diğer bütün turizm dünyasında
arkeoloji bilim üretimi, kent restorasyon kazısı,
bütün bu konularda gerçekten önde olan noktalara
ulaştık" dedi.
"DEMRELİLER'İN RUHU DEĞİŞTİ"
Dört yılda
Demre'de çok büyük emek verdiklerini söyleyen
Prof.Dr. Çevik, "Demrelilerin ruhu değişti bu
kazılarla. Ben bundan mutluyum. 4 yılda çok büyük
bir emek verdik ekibimizle birlikte. 100 kişiden
bahsediyorum. Çok uzun bir zaman boyunca çalışarak
bu noktaya getirdik
Demre'yi. Bütün bu emeklerimiz
Demre halkına, ülkemize helal olsun. Bir daha
olsa yine veririm aynı emeği. Biz bilim yapıyoruz.
Biz bilimimizi yaparız, emeğimizi veririz, onu
atarız denize. Artık halik mı bilir, balık mı bilir
onu zaman gösterir. Bunun da peşinde değiliz biz.
Ama şu anda da yaşadığımız şaşırtıcı bir şeydi.
Sadece izin bekliyoruz ki işimize devam edelim"
şeklinde konuştu.
"ÇOK BÜYÜK PROJELER KURGULADIM ORADA"
Kendilerine resmi bir yazı gelmediği için kazı
başkanlığının
Antalya Müze Müdürlüğüne devredilmesinin
nedenini bilmediğini kaydeden Prof.Dr. Çevik, "Yazı
geldiği gün bileceğim. Sadece bekliyoruz şu anda.
İzin gelsin ekibimiz devam etsin çalışmamıza. Çünkü
bizim projelerimiz çok uzun soluklu. Ben büyük
projeler kurguladım orada. O büyük projenin bir
kısmını çok kısa zamanda gerçekleştirdik. Ama daha
uzun vizyonda çok önemli projelerimiz var" dedi.
Gelecek 5 yılın çok önemli olduğunu söyleyen
Prof.Dr. Çevik, "Beş yılda doruk yapacaktık biz orada.
Onun için de biraz da üzülüyorum tabi. O projelerin
sekteye uğramış olması ülke adına,
Antalya adına, bilim, kültür ve turizm adına
büyük kayıp olduğunu düşünüyorum. Şu anda da yapacak
bir şey yok. Sadece bekliyorum. Bu bürokrasinin
elinde olan bir iştir. Neden yapıldığını tam olarak
bilmiyorum" ifadelerini kullandı.
"HIRSIZLIK YAPMADIK, İŞİMİZİ YAPTIK"
Bakanlığın birçok kazıya inceleme yaptığını ve
bunun zaman zaman rutin olarak yapıldığını belirten
Prof.Dr. Çevik, şunları kaydetti:
"Biz nihayetinde hırsızlık yapmadık, uğursuzluk
yapmadık, işimizi yaptık adam gibi. Onun için
çıkacak her neyse çıkmış olabilir. Ne varsa onu da
bilmiyorum. Ben de merakla bekliyorum. Bu kazıyı
kapatacak kadar ne oldu bilmiyorum bunu. Bir gün
öğreneceğim ama. Bana gelen resmi bir yazı yok.
Sadece müze müdürüne devrettiler. Ekibimiz çalışıyor
ama artık bu hafta bırakacak.Çünkü bizim bekleme
süremiz de bitti. Bize dediler ki 'Geçici bir şey
bu. Sonra devredilecek'. Ekibimiz çalışmalarına
devam etti iyi niyetle. Ama bugüne kadar 2 ay geçti,
hala değişen gelişen bir şey yok. Onun için biz
ekibimizi çekeceğiz."
Prof.Dr. Çevik, büyük bir bilim projesinin
sekteye uğratılmamasını istediğini belirterek, "Bunu
bekliyoruz. Ben bilim adamıyım orada.Hizmetkarım"
şeklinde konuştu.
haberler.com, 24.08.2013
******
MYRA
ANDRİAKE KAZISI KADERİNE TERK EDİLDİ

Türkiye arkeolojisine yeni bir soluk getiren ve
Antalya turizmine yeni bir vizyon katarak her yıl
daha çok gelişen Demre'deki Myra-Andriake
kazılarının ekibi, kazı sezonunun bitmesine bir ay
kala izin belirsizliği nedeniyle 2013 sezonu
programında yeralan çalışmaları yapamadan kazıyı
terk etmek zorunda kaldı. Demre'deki 4 yıllık
çalışmalarında sayısız başarı elde eden ve
çalışmaları Bakanlık ve bilim dünyası tarafından
örnek model olarak gösterilen Prof. Nevzat Çevik'in,
Bakanlar Kurulu kararıyla 2009'da aldığı kazı
başkanlığı ruhsatı, Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü'nce (KVMGM) hala yenilenmedi.
BAŞKANSIZ EKİP
Haziran'da başlaması gereken kazının başkanlığına,
bir ay önce Antalya Arkeoloji Müzesi Müdürü Mustafa
Demirel'in "geçici olarak" atandığı, Kültür ve
Turizm Müdürü İbrahim Acar tarafından açıklanmıştı.
Bu nedenle, kazıları Çevik'in küçültülmüş ekibi
gerçekleştirdi. Ancak Demirel, kendisinin
hazırlamadığı ekibin yanına, kazı alanına bir ay
boyunca gitmedi. Belirsizlik nedeniyle ve
moralsizlikle hiçbir şey yapamayan 40 kişilik bilim
adamı, asistan ve öğrencilerden oluşan ekip, kazıyı
bırakıp gitmek zorunda kaldı.
İLÇENİN KADERİ DEĞİŞTİ
Myra akropolüne ortak çalışma programı yapılan
Fransız ekibi ve İstanbul Üniversitesi'nden katılan
Bizans uzmanı bilim adamları, 2 hafta önce gereğince
çalışamadan gitmişti. Kalan küçük ekip de bu hafta
sonu çalışmalarına son verdi ve kazıdan ayrıldı.
Kazının, her yıl olduğu gibi Mayıs ayı sonundan
Eylül ortasına kadar sürmesi planlanmıştı. Antik
kentte ilk kez bulunan Sinagog keşfi, Andriake
limanının pekçok özel yapısı, yakarış sahneli Myra
Kilisesi ve özellikle Myra Tiyatrosu gibi büyük
çaplı kazılarla tarihe ışık tutan yeni bilgilerle
dünya basınına konu olan kazı sayesinde, yılda 550
bin turistin geldiği ilçenin tam bir turizm
destinasyonu olması için çok boyutlu vizyoner bir
çalışma başlatılmıştı. İlçe merkezinde kalan sanayi
bölgesinin yeri değiştirilip kazısı yapılan
Nymphaion'la birlikte arkeopark projesi,
kruvaziyerlerin yanaşabileceği liman ve 5 yıldızlı
oteller bölgesi yapımıyla dünyaca ünlü bir yer
olmasının adımları Bakanlık'la birlikte sırayla
atılıyordu. Bölgenin en büyüğü olan 11 bin kişilik
tiyatronun restorasyonunun 3 yılda tamamlanıp,
bilime ve turizme sunulması en önemli projelerden
biriydi. Kazının en önemli projelerinden olan
Andriake Likya Müzesi çalışmaları da artık bilimsel
kazı danışmanlığı olmadan müteahit eliyle
yürütülecek. Bugüne dek kazı ekibi müze alanındaki
yapıların kazılarını, restitüsyonlarını ve
restorasyonları yanında müzeleştirme tasarımlarını
da Bakanlık uzmanlarıyla birlikte yürütmüştü. Bu
sezon kullanılmadığı için atıl kalan TÜRSAB'ın 500
bin TL değerinde vinç hediye ettiği ve sezonu
başında Başaran Ulusoy'un bir de transfer aracı
armağan ettiği kazı, Türkiye'nin donanım açısından
en güçlü kazıeviydi.
'RANDEVU İSTEDİM'
Kazı başkanlığının neden kendisine
verilmediğini bilmediğini belirten Prof. Çevik,
geçen Aralık ayında ruhsat için başvurduğunu, ama
bir gerekçe gösterilmeksizin kendisine kazının
verilmediğini söyledi. İzin isteğini belirten ilk
başvurusuna ve izin isteğinin neden yanıtlanmadığını
sorduğu ikinci dilekçesine de hala yanıt beklediğini
belirten Çevik, kendisine sözlü olarak bir-iki
haftaya bu sorununun çözüleceği sözünün yerine
getirilmediğini söyledi. İzin yanıtı bekleme
süresinin çok uzamasından kalan ekibin de kazıdan
çekildiğini belirten Çevik, "Myra- Andriake
Kazısı'nın akıbetini ve Türkiye'nin genel kazı
sorunlarını görüşmek üzere, Bakan Ömer Çelik'ten
randevu istedim. Ancak buna da henüz yanıt gelmedi"
diye konuştu.
MÜZENİN GÖREVİ KURTARMA KAZISI
Bilim adamlarının elinden alınan Aksu'daki
Perge, Serik'teki Aspendos, Demre'deki Noel Baba
Kilisesi'nin yanında, Myra ve Andriake ile birlikte
Kumluca'daki Rhodiapolis kazılarının başkanlıkları
da Antalya Müzesi'ne verilmişti. Ancak kazı
yönetmeliğine göre, müzelerin yalnızca kurtarma
kazısı ve çevre temizliği yapabiliyor. Müzenin
yapması gereken, Cumhuriyet Meydanı'ndaki Devlet
Güzel Sanatlar Galerisi'ni su basmasından kurtarmak
için kazılınca ortaya çıkan Kaleiçi surlarını
korumak gibi görevler. Ancak buradaki çalışma, 2
aydır bekliyor. Kentin en güzel noktasındaki toprak
yığını, burç, türbe, sema evinden oluşan güzel
görüntüyü çirkinleştiriyor.
BİLİMADAMLARI HUZURSUZ
Bilimadamlarından oluşan kazı başkanlarının
yetkilerini daraltıp sorumluluklarını arttıran
KVMGM'nin hazırladığı kazı yönergesi, Türkiye'deki
tüm kazı başkanlarında huzursuzluğa neden oldu.
Alacakları en küçük kararları bile KVMGM'nün atadığı
kazı komiserine sormak zorunda kalan kazı
başkanları, sıkıntılarını Ankara'ya ifade etmiş,
ancak sonuç alamamıştı.
Sabah, 27.08.2013
|
POMPEİOPOLİS ANTİ KENTİNDE YAZIT BULUNDU

Taşköprü İlçesi'nde 7 yıldır kazıların devam
ettiği Pompeiopolis kentinde, ilk kez antik
tiyatroya ait yazıt bulundu.
Kastamonu Valisi
Erdoğan Bektaş, Taşköprü Belediye Başkanı
Hüseyin Arslan'la birlikte, Pompeipolis
antik
kenti kazı alanında incelemede bulundu.
Kazı başkanı ve Kastamonu Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Latife Summerer, yaptığı açıklamada, antik
kentte 7 yıldır yaklaşık 40 kişilik ekiple
sürdürülen çalışmalarda kendilerini heyecanlandıran
önemli bulgulara ulaştıklarını belirtti.
Kazılarda ilk kez, 'tiyatro' veya 'odeion' diye
tanımlanan bir yapı içerisinde, yazılı bir kanıta
ulaştıklarını bildiren Summerer "Bu, bir arşitrav
(antik mimarlıkta sütunların taşıdığı, bir sütun
ekseninden diğer sütun eksenine uzanan yatay
taş) bloğu. Blok hiç kırık bir yeri olmadan günümüze
kadar kalmış. Çok iyi korunmuş, kırık olmamasının
yanında üzerindeki renk kalıntıları da kalmış" dedi.
Bulunan bloğun önemli bir özelliğinin üzerindeki
antik Yunanca yazılar olduğuna işaret eden Summerer,
şöyle devam etti:
"Burada 'Demouromainepimeletes' kelimesini çok
iyi bir şekilde okuyabiliyoruz. Bu imparatorun unvanı, 'Roma halkının koruyucusu'
demek. Hangi imparator olduğunu maalesef daha
bilmiyoruz. Ama ileride bölgede bu yazının devamını
bulacağımızı sanıyoruz. Arşitravın üst tarafı süslü
bezemelerle donanmış. İşçilik olarak son derece iyi.
Roma dönemine ait olduğunu düşünüyoruz. Tam zamanı
gösteren kanıt elimize geçmedi. En geç MS 1. veya 2.
yüzyıl olduğunu tahmin ediyoruz."
Kastamonu Valisi
Erdoğan Bektaş ise, 2006'dan bu yana devam eden
kazılarda önemli bulgulara
ulaşıldığını, Pompeiopolis'in bölgenin önemli bir
yerleşim yeri olduğunun anlaşıldığını ifade etti.
Bektaş, "Kazılarda çok daha önemli bulgulara
ulaşılacağı umudumuz var. Kazı ekibimizi her açıdan,
elimizden geldiği kadar destekliyoruz. Kısa zamanda
yazıtın diğer parçalarını da bularak bir büyük
olayın gerçekleşeceğine inanıyoruz. Buranın tarihte
taşıdığı önemine uygun ivme kazanması için elimizden
geleni yapacağız" diye konuştu.
Taşköprü Belediye Başkanı
Hüseyin Arslan da yazıtın tahrip edilmeden
saklanabilmesinin kendileri için ayrı bir önem
taşıdığını kaydetti.
haberler.com, 24.08.2013
|
7 BİN YILLIK BAHARAT İZİ
İnsanoğlunun yaklaşık 7
bin yıl önce yaşayan atalarının yiyeceklerine tat
katmak için baharat kullandığı keşfedildi.
İngiltere’den York Üniversitesi’nin Danimarka,
Almanya ve İspanya’dan bilim insanlarıyla yaptığı
araştırmaya göre Danimarka ve Almanya’da bulunan 7
bin yıllık çanak-çömleklerde, et ve balıkyağının
yanı sıra sarımsak otu kalıntılarına da rastlandı.
Hürriyet, 24.08.2013
|
|
TARİH YOKOLUYOR...

Bayburt'un tarihi güzelliklerinden, tarihi
miraslarından biri olan Bayburt Kalesi adeta
kaderine terkedilmiş durumda, öyle ki eserin
duvarları zedelenmiş, halkımız tarafından isimler
kazınmış yolu kullanışsız etrafı çöplerle dolu.
Görevli yok, temizlik yok...
Bu derece öneme sahip, gerek şehir gerekse bölge
turizmi adına odak noktası ve gelir kaynağı olan bir
yapının bu bakımsız ve kaderine terkedilmiş hali
içler acısı...

Tarihi yapının biraz geçmişini incelersek ne
derece önemli olduğunuda anlayabiliriz.
Şehrin kuzeyindeki yalçın kayalar üzerinde inşa
edilmiş olan Kalenin ilk defa kimler tarafından
yapıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bagrat
Sülalesi (885-1044) zamanında varlığından söz edilen
kalenin çok daha önce miladın ilk yüzyıllarında
mahalli prens ve krallıkların mücadelesine konu
olduğu anlaşılmaktadır.

Kale Türkler'in eline geçmeden
önce; Roma, Ermeni, Bizans, Arap ve Komnenos
hakimiyetinde kalmıştır. Zengin bir tarihe sahip
olan kalenin birçok defa onarım gördüğü
duvarlarındaki farklı inşaat ve tarih kaynaklarından
anlaşılmaktadır.
Halk arasında Çinimaçin Kalesi de denilen Kale,
dede Korkut hikayelerinden "Kam Büre Oğlu Bamsı
Beyrek Boyunu Beyan Eder" adını taşıyan hikayede
Beyrek'in (Bey Böyrek veya Bamsı Beyrek) fethedip ün
kazanmak üzere yola çıktığı kaledir.

Osmanlı döneminde bu kaleye Çinimaçin Kalesi ismi verilmiştir. Bunun da nedeni kalenin dış yüzeylerinde mor, yeşil ve firuze renkli çinilerin kullanılmış olmasıdır. Kalenin doğu kesiminde XVIII.-XIV. yüzyılda yapıldığı sanılan bir de kilise kalıntısı bulunmaktadır. Kalenin batı tarafında ise yağlı mağarası bulunmaktadır.
Medya Trabzon, 24.08.2013
|
TÜRKİYE'NİN EN NADİR VE DEĞERLİ PARASI ONDA

Türkiye
Cumhuriyeti'nin en nadir parası olarak bilinen
birinci emisyon 1000 liradan ikisi, iki
koleksiyoncuda ortaya çıktı.
Araştırmacı
yazar Necati Doğan, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 1000
liralık banknotu olma özelliğini taşıyan bu paranın,
1925'te kanunlaşıp 2 yıl sonra İngiltere'de ''De
Thomas De La Rue'' matbaası tarafından basılarak
1927'de tedavüle sunulduğunu anlattı.

Banknotun 15 bin 374 adet basıldığını ve 1939’da
tedavülden kaldırıldığını kaydeden Doğan, bu
paralardan 23'ünün değiştirilmek üzere Merkez
Bankası’na teslim edilmediğini söyledi. Bu
paralardan 6-7'sinin sağlam kaldığının tahmin
edildiğine değinen Doğan, bulunan iki banknotun bu
nedenle büyük önem taşıdığını kaydetti.
Doğan, 124 milimetre eninde, 201 milimetre
boyunda, koyu mavi renkteki banknotun ön yüzünde
Atatürk portresi, arka yüzünde Sakarya Demiryolu
Hattı ve Geyve Boğazı bulunduğunu ifade etti.
Banknotun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemde
Türkiye'nin en değerli parası olduğunu belirten
Doğan, harf devriminden önce basılması nedeniyle ön
yüzünde Osmanlı Türkçesi ile ''Türkiye
Cumhuriyeti" ibaresinin yer aldığını, filigran
kısmında ise Türkiye Cumhuriyeti yazısının
görüldüğünü vurguladı.
O dönemde henüz Merkez Bankası olmaması nedeniyle
paranın üzerinde dönemin Maliye Bakanı ve ilk Meclis
Başkanı Mustafa Abdülhalik Renda'nın imzası
bulunduğuna değinen Doğan, banknotun tedavüle
çıktığı 5 Aralık 1927 tarihinde yaklaşık bin
Cumhuriyet altınına karşılık değeri olduğunu
bildirdi.

BUGÜNKÜ DEĞERİ 300-500 BİN LİRA
İngiltere basımı birinci emisyon 1000 liranın
"en nadir ve değerli Türk banknotu"
olma
özelliğini taşıdığını vurgulayan Doğan, şöyle
konuştu:
"Bugün Türkiye'de o dönemden kalma 6-7 adet 1000
liralık banknot bulunduğunu tahmin ediyoruz. 26
yıldan bu yana Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi paraları
koleksiyonu yapıyorum. Bir kaç ay önce isminin
açıklanmasını istemeyen iki koleksiyonerde birer
adet bulunduğunu öğrendim.
Koleksiyonerler bunları
elden çıkarmak istediklerini söylediler ve paralar
bu şekilde elime geçmiş oldu. 1000 lira genellikle
bankalar arasında ve ticaretle uğraşan büyük
tüccarlar ile uluslararası ticarette kullanılıyordu.
Bu kadar değerli bir paranın halkın elinde bulunması
mümkün değildi. 1000 liranın değeri bugün
300 bin ile 500 bin lira arasındadır. Ancak
paranın çok temiz korunmuş olması durumunda değeri
iki katına çıkabilir. Satın aldığım bu paralar,
isminin açıklanmasını istemeyen başka
koleksiyonerler tarafından satın alındı.''
Türkiye'nin en nadir parasının bugün Merkez
Bankası'nın müzesinde dahi bulunmadığını ifade eden
Doğan, ''Bu paraların bir araya gelmesi
gerçekten bir mucize. Her koleksiyoncunun
hayalini süsleyen bu para, dünya kağıt paraları
içinde de 'çok nadir' olarak nitelendirilmektedir.
Umarım bu paralardan biri Merkez Bankası'nın
müzesinde de yer alır'' dedi.
Akşam, 24.08.2013
|
FENER'DEKİ 550 YILLIK OKULDA TARİHİ KİTAP SKANDALI

Özel Fener Rum
İlköğretim Lisesi kitaplığının yağmalandığı
anlaşıldı. Skandalı okula yeni atanan müdür
yardımcısı Hikmet Konar ortaya çıkardı. Konar,
içlerinde el yazması 11 İncil’in de bulunduğu pek
çok kıymetli kitabın kaybolduğunu, kalanların ise
kuş pislikleriyle tanınmaz halde olduğunu belgeledi.
Fatih Sultan Mehmet’in izniyle öğretime başlayan
İstanbul-Fener’deki tarihi
Özel
Fener Rum İlköğretim Lisesi’nde
büyük bir skandal yaşandı. 550 yıllık okulun
kitaplığının tarumar
edildiği ortaya çıktı.
Her şey okulda göreve başlayan müdür yardımcısı
Hikmet Konar’ın, kitaplığı
görmek istemesiyle başladı. Ancak okul
idarecileri ve görevliler Konar’a güncel ve yeni
yayımlanmış kitaplardan oluşan bir okuma
salonunu gösterdiler. Konar, okulun 550 yıllık
geçmişi olduğunu belirtip eski kitapları
görmekte ısrarlı olunca, tarihi kitaplığın
akıbeti ortaya çıktı.
KİTAPLAR
ÇATI KATINDA
Okula ait tarihi kitapların kutulara gelişi
güzel doldurularak önce çatı katında, ardından
da bodrumda tutulduğu ortaya çıktı. Çürümeye
terk edilen yüzlerce yıllık kitaplar müdür
yardımcısı Hikmet Konar’ın ve Fener Mekteb-i
Kebir Vakfı’nın el atmasıyla yok olmaktan
kurtuldu.
Ancak içlerinde el yazması 11 İncil’in de
bulunduğu pek çok kıymetli kitabın kaybolduğu,
kalanların da kuş pislikleriyle tanınmaz halde
olduğu ve bodrumda nemden etkilendiği anlaşıldı.
Okul idaresinden sorumlu olan Fener Mekteb-i
Kebir Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Tanaş
Angelidis, tarihi incillerin kaybolduğunu
doğruladı.
SAHAFTA
SATMIŞLAR
Angelidis, kitapların daha önce şu anda okulun
bilgisayar laboratuvarı olarak kullanılan
bölümünde tutulduğunu ve yıllarca bu odaya
kimsenin giremediğini belirtti. Daha sonra izin
alarak kitapları depoladıklarını belirten
Angelidis, bu arada pek çok kitabın kaybolduğunu
fark ettiklerini belirtti.
Angelidis, bir arkadaşının uyarısı üzerine okul
kitaplarının sahaflarda satıldığını gördüğünü
belirtti. Bu kitapların üzerinde okul mührünün
bulunduğunu belirleyen Angelidis, kitapları
incelemek üzere ikinci kez sahaflara gittiğinde
mühürlerin silindiğine şahit olmuş. Ancak
dönemin şartları yüzünden kimseden şikayetçi
olmamış.
Müdür yardımcısı Hikmet Konar’ın girişimiyle
okuldaki kitaplar tasnif edilmiş. Tarihi
kitapların kurtarılması için Süleymaniye’deki El
Yazmaları Kütüphanesi’nden yardım istenmiş.
Uzmanlar ahşap kitaplıkların değiştirilmesini
isteyince, vakıf yönetimi 10 bin lira masrafla
yeni bir kitaplık yaptırmış. Arşivde sıcaklık ve
nem ayarı yapılmış, geniş bir salon kitaplığa
ayrılmış.
Okulun kitaplığındaki önemli kitaplar
cumhuriyetin ilk yıllarında Fener’deki Rum
Ortodoks Patrikhanesi’ne taşınmış. Bazı kitaplar
da Ruhban Okulu’na götürülmüş. 11 tarihi İncil
(üstte), okulda kalan kitaplar arasında
kaybolmuş.
Vakıf yönetim kurulu başkanı Tanaş Angelidis’in
anlattığına göre, kitaplar çatıdaki odadan 1999
depremi sonrasında indirilmiş. Okulda inceleme
yapan uzmanlar kitapların okulun statiğini
bozduğunu belirtmiş. Bunun üzerine kitaplar
bodruma taşınmış.
Bugün, Haber: Tuncay Opçin, 24.08.2013
|
 |
MARMARAY'IN BATIK GEMİLERİ 8 YILDA TAŞINDI
İstanbul Marmaray ve metro projeleri kapsamında yürütülen arkeolojik kazılar sırasında Yenikapı'da bulunan 37 batık geminin araziden taşınma işlemi 8 yılda tamamlandı. İstanbul Üniversitesi Yenikapı Batıkları Projesi Başkanı Doç.Dr. Ufuk Kocabaş, Ortaçağ'da İstanbul'un en önemli limanlarından "Theodosius"ta bulunan batıkların Türkiye'ye dünyanın en büyük batık gemi müzesini kazandıracağına dikkati çekti. 37 eserden en eskisinin yaklaşık bin 500 yaşında olduğunu anlatan Kocabaş, çeşitli kimyasal maddeler emdirilerek sağlamlaştırılacak gemilerden ilkinin 4 ya da 5 yıl içinde sergilenmeye hazır hale geleceğini aktardı. Kocabaş, "Yenikapı 12" adlı teknenin replikasının AB projesinden sağlanan destekle yapılacağını belirterek, 'Yenikapı 12' batığı, taşıdığı kargosuyla birlikte bulunması sebebiyle tam bir zaman kapsülü niteliği taşıyor" dedi.
Sabah, 24.08.2013
|
BİLİM İNSANLARINI ŞAŞIRTAN KEŞİF

Kahire'nin 3 bin 100 mil güneyindeki El Gerzeh'teki
bir mezarda 1911 yılında bulunan 9 tüp şeklindeki
metal boncuklar araştırmalara göre MÖ 3
bin 500 yılına ait.
Araştırmayı yapan Londra Arkeoloji Enstitüsünden
Thilo Rehnen'in mezara ilişkin tahmini böyle.
Mezar ilk bulunduğunda metal boncuklar uzmanların
dikkatini hemen çekti. Genç bir çocuğa ait olan
mezarda boncuklarla birlikte bir altın kolye altın
ve değerli taşlar da vardı.
İlk test sonuçları metal boncukların nikel gibi
maddeler içerdiğini ve bir göktaşından üretilmiş
olabileceğini ortaya koydu. Daha sonra yapılan
laboratuvar araştırmaları ve gama ışını ile yapılan
testler, metal boncukların kobalt, fosfor ve
germanyum gibi maddeler içerdiğini de gösterdi. Bu
maddeler, boncuklardaki oranlarda sadece
göktaşlarında bulunuyor. Boncukların demir meteorla
dünyaya gelmiş olabileceği tahmin ediliyor.
Araştırmacılar, metal boncuklarda bulunun maddelerin
yanısıra, meteorla gelen demirin işlenmesinin o
dönem için çok zor olduğunu düşünüyor. Bakır ve
altınla yumuşak oldukları için çalışmak, mezarın ait
olduğu çağda daha kolaydı fakat demiri boncuk haline
getirmek için daha yüksek metal işleme bilgisine
sahip olunması gerektiği belirtiliyor.
Araştırmaları yürüten Rehren, Mısır'da demir çağının
çok daha önce başlamış olabileceğini aktarırken,
demir göktaşlarından elde edilen demirin
işlenmesininin daha da eskiye gidebileceğini
söyledi.
Sabah, 23.08.2013
|
ROMA DÖNEMİNE AİT AMFİTİYATRO BULUNDU

MÖ 545 yılında önemli bir yerleşim
merkezi olan İsos'ta (Epifenia) kazı çalışmaları
devam ediyor. 5 bin yıllık geçmişi bulunan antik
kentte, Makedonya Kralı Büyük İskender ile Pers
Kralı Darius arasında geçen İsos savaşları yapılmış.
Dönemin ticaret şehri olarak tarih sayfalarında yer
alan İsos, Bizans, Geç Hitit, Pers ve Osmanlı
İmparatorluğu'na ev sahipliği yapan çok kültürlü bir
kent. 5 bin yıl önceye kadar bölgenin önemli bir
yerleşim merkezi olan kenti ayağa kaldırmak için 75
bin TL ödenek ayrılarak kazı çalışmaları başlatıldı.
Hatay Müze Müdürlüğü arkeologlarından Ömer Çelik
başkanlığında 30 kişilik kazı ekibi, 3 ayrı noktada
çalışmaları yoğunlaştırıldı. Kazı alanının batısında
Roma yolunun bir kısmı açığa çıkarıldı. Bulunan
yolun, sütunlu yol olduğu kesinleşti. Roma yolunun
kuzey doğusuna kadar devam eden çalışmalarda
dükkanların olduğu kısma ulaşıldı. Buradaki
kazılarda mozaikler bulundu. Arazinin doğusuna
uzanan noktada Odeon mimarisine rastlanıldı. 6
yıldır devam eden çalışmalarda daha önce Bizans
askerlerinin kullandıkları hamam kalıntılarına
ulaşılmıştı. Son çalışmalarda Abbasi, Bizans ve Roma
dönemlerine ait önemli yerleşim alanları bulundu.
Kazı alanında tepelik bir bölgede yapılan
çalışmalarda ise Roma dönemine ait amfi tiyatro
bulundu. İnsanların oturdukları alanın açığa
çıkarıldığı kazılarda, tiyatro sahnesinin de ortaya
çıkarılması için çalışmalar sürdürülüyor.
İsos'taki çalışmaların tamamen bitmesiyle ilçenin
bir müze şehir halini alacağını söyleyen Erzin
Kaymakamı İskender Yönden, hedeflerinin ilçe
turizmine katkı sağlamak olduğunu belirtti. Erzin -
Dörtyol karayolunda bulunan şehrin yavaş yavaş gün
yüzüne çıktığını anlatan Yönden, "İsos
antik kentinin burada olduğu yönünde bilgiler
vardı. Yer altı filmi çekildi. Belli noktalar vardı,
onlar ortaya çıktı. Bu sene onları biz gün yüzüne
çıkarıyoruz. Sayın valimin, bakanlığın desteğiyle
verilen parayla burada kazılar yapılmaya başlandı.
Ki burada bir tiyatro bulundu. Amfi tiyatronun var
olduğunu zaten biliyorduk ama gözümüzle görmeye
başladık. Hemen karşımız da şehrin merkezi olan
nokta. Neredeyse konsül merkezinin olduğu nokta,
artık gün yüzüne çıkmaya başladı." dedi.
Kazı yapılan bölgenin, Makedonya Kralı Büyük
İskender ile Pers Kralı Darius'un tarihteki büyük
savaşının yapıldığı yer olduğuna vurgu yapan Yönden,
"Biz burası için bir açık hava müzesi, tematik bir
müze haline getirmeyi düşünüyoruz. zaten sayın
valimizin hazırladığı Turizm Altyapı Planı'nda
tematik müze çalışması var. Burada bir Efes yatıyor.
Biraz daha gün yüzüne çıkmaya başlayacak. Burası bir
turizm kenti haline gelecek. Çünkü, İsos Harabeleri
çok kıymetli bizim için. Daha önceki çalışmalarda
hamam bulundu. Bunlarla beraber eksikler
tamamlanıyor. Beklentimiz buranın bir müze şehir
haline gelmesi." diye konuştu.
Sabah, 23.08.2013
|
SARAY KAZISINDA SULTANLARIN PARFÜM ŞİŞELERİ BULUNDU
Edirne Yeni Saray kazısında, sultanların kullandığı
parfüm şişeleri ve krem kutuları bulundu. Kazı
Başkanı Doç.Dr. Özer, "Bu saray pek çok padişaha ve
ailesine ev sahipliği yaptı. Bulunan parfüm
şişelerinden biri Hürrem Sultan'a ait olabilir" diye
açıklama yaptı.
Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi
Osmanlı Devleti'nin yükselme dönemi padişahlarına ev
sahipliği yapan Edirne Sarayı kazısında, dönemin
sosyal yaşamına ışık tutacak pek çok obje gün yüzüne
çıkıyor.
Edirne Yeni Saray Kazısı Başkanı ve Bahçeşehir
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Mustafa Özer, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Kültür ve
Turizm Bakanlığı ile Bahçeşehir Üniversitesi
işbirliğiyle yürütülen kazılarda, sarayın sosyal
yaşamını yansıtan çok sayıda bulguya rastlanıldığını
söyledi.
Son dönemde bulunan kozmetikle ilgili kutu ve
şişelerin oldukça dikkat çekici olduğunu ifade eden
Özer, şunları kaydetti:
"2009 yılından bu yana Edirne Sarayı'nda
sürdürdüğümüz arkeolojik kazılarda bulunan mimari
varlıkların yanı sıra taşınabilir kültür varlıkları
olarak adlandırdığımız seramikler, lületaşından
pipolar, saraydaki hayatı yansıtan sultan ve
ailesine ait güzellik ürünlerinin kullanıldığı
kaplar da bulundu. Saraydaki kadınların koku ve
kremlerini sakladığı onlarca, kemikten, camdan,
metalden yapılan şişeleri, kapları gün yüzüne
çıkardık. Kuşkusuz saray sadece devletin idare
edildiği, mahkemelerin kurulduğu, savaş kararlarının
alındığı yerler değil. Saraylarda sosyal bir hayat
var. Buluntular da bu sosyal yaşamın en önemli
kanıtlarından."
"AVRUPA KOZMETİKTE OSMANLI'DAN ETKİLENDİ"
Özer, kültür etkileşimi konusunda 15. yüzyılda
Avrupa'nın Osmanlı'dan özellikle kozmetik
anlamındaki etkilendiğini, sonraki dönemlerde
özellikle
Fransa gibi ülkelerin bu etkilenmeyi kendi
lehlerine çevirdiğini belirtti.



"HÜRREM SULTAN'A AİT OLABİLİR"
Saraydan çıkan kozmetik ürün saklanan şişelerin
işlemelerine bakıldığında sultan ailesi için
hazırlanan ürünler olduğu yorumunun yapılabildiğini
ifade eden Özer, şunları kaydetti:
"Sarayda çıkan buluntuların işlemeleri ve özenine
bakıldığında üst düzey bürokrat ve padişah ailesine
ait olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bu saray pek çok
padişaha ve ailesine ev sahipliği yaptı, bulunan
parfüm şişelerinden biri Hürrem Sultan'a ait
olabilir."
EDİRNE YENİ SARAYI
Tunca Nehri kenarına kurulan Edirne Sarayı'nın
(Saray-ı Cedid-i Amire) yapımına, II. Murat'ın
emriyle 1450 yılında başlandı. II. Murat'ın
vefatından sonra Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan
Süleyman, II. Selim, I. Ahmet, II. Ahmet, Sultan
Mustafa, III. Süleyman ve IV. Mehmet (Avcı Mehmet)
saraya yeni yapılar ekleyerek genişletti.
Topkapı Sarayı'na benzer bir yerleşim planına sahip
Edirne Sarayı, büyük meydanlar etrafında konumlanan
değişik işlevli yapılarıyla Türk saray mimarisinin
genel karakterini yansıtmaktadır. İnşasının ardından
Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşı, IV. Mehmet'in
sünnet şöleni gibi pek çok önemli olaya tanıklık
eden, önemli ölçüde Osmanlı-Rus Savaşı'nda tahrip
edildi.
Osmanlı-Rus Savaşı'nda cephanelik olarak kullanılan
saray, Edirne'nin istila edileceği düşüncesiyle,
cephanenin Rusların eline geçmemesi için dönemin
Edirne Valisi Cemil Paşa'nın emriyle havaya
uçuruldu.
Saraydan günümüze Matbah-ı Amire (Saray Mutfağı),
Babüssade, Cihannüma Kasrı, Kum Kasrı Hamamı, Fatih
Köprüsü, Adalet Kasrı, Kanuni Köprüsü, Su Maksemi,
Şehabeddin Paşa Köprüsü, Namazgahlı Çeşmesi, Av
Köşkü gibi yapıların ulaşabildiği sarayda 2009
yılında
TBMM Başkanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Edirne Valiliği İl Özel İdaresi ve Bahçeşehir
Üniversitesi'nin katkılarıyla başlatılan kazılarla
gün yüzüne çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Hürriyet, 23.08.2013
|
TARİHİN EN BÜYÜK 8 MİMARLIK HATASI

Grafiklerle anlatılan, o büyük büyük binaları
tasarlayanların da yanlışlar yapabileceği. E hatasız
kul olmaz.








Frank Llyod Wright bir zamanlar demiş ki, doktorlar
hatalarını gömer, mimarlarsa ancak müşterilerine
ağaç dikmelerini önerebilir. Ve bu internet
belasının her yanlışı takip etmeyi, ortaya çıkarmayı
bu kadar kolaylaştırılmasından çok önceydi.
Wright'in bu ilginç zekası bir yana, bir mimarın
hatası sadece peyzaj düzenlemesi gerektirecek
dereceden daha önemli olabilir, binalar yıkılabilir,
en kötüsü hayatlara mal olabilir.
Tabii düşününce (mimar olmadığınız sürece) bunlar
öğrenme sürecindeki tecrübeler olabilir ya da sadece
New School of Architecture and Design böyle
düşünüyor. Failure by Design isimli projelerinde,
infografik tablolarla zaman boyunca mimarların daha
doğrusunu söylemek gerekirse binaları yapanların
aldığı dersleri gösteriyorlar.
Öykü MÖ 27 senesinde gladyatörler için
toplanan aşırı kalabalığı taşıyamayarak yıkılan
ahşap Fidenae Amfitiyaro'nun yıkılması ile başlıyor.
Sonra İskenderiye Feneri'ne ve Pisa Kulesi'ne
ilerliyor. Tabii binanın temelinin katı ve güçlü
biryere oturması gerektiğini yüzyıllar sonunda
öğrendik ama, zaten buradaki hikaye mimarlık
öğrencilerine nasıl yapacaklarını gösteren bir
çalışma değil.
Grafik daha sonra arada büyük bir zaman dilimi
atlayarak 1173'ten 20. yüzyılın ilk yarısına
geçiyor. 1928'de St. Francis Dam'in katastrofik
yıkılışı ve Tacoma Narrows Bridge. Bu acı
tecrübelerden sonra binaların ve inşaatların
denetlenmesi düzenli uygulamalar haline getirildi.
Son iki tecrübe hikayedeki en inanılmaz, insan
zekasının akla gelmeyecek şeylerle nasıl yerle bir
edildiğini, küçücük şeylerin bile hesaplanıp
düşünülmesi gerektiğini anlatıyor. Neyse, grafiği
incelerken hayatın ve binaların gerçek acılarına
gark olup, mutsuz olmayın diye önerelim.
Arkitera, Kaynak:
www.fastcodesign.com, Haber: Sammy Medina,
Çeviren: Ecem Sarıçayır, 23.08.2013
|
TSK'NIN KİLİSE VE
MANASTIRLARI ORTAYA ÇIKIYOR
Milli Savunma
Bakanlığı’nın yürüttüğü çalışma ile askeri alanların
şehir dışına taşınması gündemde. Uygulama hayata
geçerse büyük şehirlerde ‘yeşilin son kalesi’
kışlalar da betonlaşma tehlikesi ile karşı karşıya
kalacak. Bu yeşil alanlar nasıl değerlendirilecek
bilinmez ama proje hayata geçerse onlarca kilise ve
manastır ‘ortaya çıkacak’ çünkü Anadolu’nun hemen
hemen her yerindeki kışlaların içerisindeki kilise
ya da manastırlar mevcut.

Konya
Sille’nin Subaşı mahallesindeki kilise, duvarlarla
çevrilmiş bir avlunun içinde. İlk olarak 327’de Roma
İmparatoru Konstantinos’un annesi Eleni (Helena)
tarafından Mikhail Arhangelos (Başmelek Mikhail)
adına yaptırıldığı sanılır. Günümüze ulaşan yapının
1833’te temelden inşa edildiği, 1880’de de kubbenin
eklendiği yazıtlarından anlaşılıyor.
I. ve II. Dünya Savaşı
yıllarında şu anda ibadete açık durumda olmayan pek
çok kilisenin askeri amaçlarla kullanıldığı
biliniyor. Örneğin Topkapı’daki Surp Nigoğayos
Kilisesi 1927’de Ermeni toplumuna iade edilmişti.
Ayvansaray’daki Hagios Dimitrios Kanabu Rum Kilisesi
ve Beykoz Hagia Paraskevi Rum Kilisesi ise II. Dünya
Savaşı yıllarında askeri depo olarak kullanıldıktan
sonra savaş akabinde tekrar Rum toplumuna
verilmişti.
Yakın zamana kadar Ani,
Türkiye-Ermenistan sınırında bulunduğu için askeri
bölge olarak kabul ediliyordu; burada fotoğraf
çekmek ve gezebilmek için bile izin almak
gerekiyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 2004’te
Ani’de fotoğraf ve film çekme yasağını kaldırdı. Bu
Ani için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Ani gibi
ziyaretçilerini bekleyen mabetlerden bazılarının
hikayesi şöyle:
PANAGİA KAMARİOTİSSA
MANASTIRI
Heybeliada’da bulunan ve
Bizans döneminden bu yana Rumlarca kullanılan kilise
ve manastır, 1942’de Deniz Kuvvetleri tarafından
istimlak edilince ibadete kapandı. Bir dönem hamam
ve depo gibi işlevlerle kullanıldığı söylenir, ancak
askeri bölgede bulunduğu için görmek olanaksız,
2012’de bir dergide yayımlanan fotoğrafından ayakta
durduğu anlaşılmakta.
Bizans döneminden
1942’ye kadar özgün yapısını büyük ölçüde koruyarak
kullanılan Panagia Kamariotisa Kilisesi’nin
doğusunda da, Hagios Ioannes Prodromos Kilisesi var.
Manastırın içinde 1831’de kurulan Rum Ticaret
Okulu’nun binası, 1923’ten sonra Rum Kız Yetimhanesi
olarak kullanılmış, günümüzde ise Deniz Lisesi’nin
Hazırlık Okulu olarak kullanılmakta.
SURP SARKİS KİLİSESİ
İzmir-Menemen’in
Esatpaşa Mahallesi'nde bulunmakta. 19. yüzyıl
yapısı olduğu sanılan Surp Sarkis Ermeni Kilisesi
terk edildikten sonra askeri depo olarak
kullanılmaya başlandı. Kesme taştan inşa edilen
yapı, dikdörtgen planlı ve günümüze sağlam durumda
ulaşmış. Şu an ibadete açık değil.
MİLAS RUM KİLİSESİ
Milas Belediyesi’nin
internet sitesinde yer alan bilgide, Azize Osia
Kseni’nin Milas çevresinde Hıristiyanlığın yaydığı
ve mezarının Milas’ta olduğu anlatılır. Hatta 19.
yüzyılda Milas Rumları azizenin adına bir kilise
inşa ettirmişler. Muğla-Milas’taki bu kilise şu anda
askeri gazino olarak kullanılmakta ve kapısında da
Rumca bir yazıt yer almakta.
HAGIOS KONSTANTINOS VE
HAGIA ELENİ KİLİSESİ
Halk arasında Büyük
Kilise olarak da bilinen, Konya-Sille’nin Subaşı
mahallesindeki kilise, duvarlarla çevrilmiş bir
avlunun içinde. İlk olarak 327’de Roma İmparatoru
Konstantinos’un annesi Eleni (Helena) tarafından
Mikhail Arhangelos (Başmelek Mikhail) adına
yaptırıldığı sanılır.
Günümüze ulaşan yapının
1833’te temelden inşa edildiği, 1880’de de kubbenin
eklendiği yazıtlarından anlaşılıyor.
İbrahim Hakkı Konyalı,
yapının I. Dünya Savaşı yıllarında askeri depo,
mübadeleden sonra ise cephanelik olarak
kullanıldığını, 1944’da ziyaret ettiği kiliseyi boş
ve terk edilmiş durumda bulduğunu anlatır. 1998 ve
2002’de Konya Valiliği tarafından onarılan yapı
2008’de Selçuklu Belediyesi’ne devredilerek belediye
tarafından restore edilmişti.
HAGIOS HARİTON
MANASTIRI (AKMANASTIR)
Konya’da Sille ile
Akyokuş arasında, Takkeli dağının eteğindeki bir
vadinin yamacında yere alan Hagios Hariton
Manastırı; Akmanastır, Eflatun Manastırı ve Havari
Pavlos’un Mağarası olarak da adlandırılır.
Mübadeleye kadar faaliyet gösteren manastır, askeri
bölgede bulunması sayesinde korunmuş ve günümüze iyi
durumda ulaşmış.
İbrahim Hakkı Konyalı,
Akmanastır’ın ilk olarak Frigyalılarca su perileri
Silenler adına inşa edilmiş bir tapınak olduğunu,
Sille’nin adının da buradan geldiği de öne sürer.
Halk arasında Eflatun Manastırı olarak adlandırılan
manastırın ilk olarak 274’te Pagan Romalıların
baskısından kaçan keşişlerce kurulduğu sanılır.
SURP GARABED MANASTIRI
Kayseri’de Gesi’nin
Bahçeli (Efkere) Mahallesi’nin karşısındaki
yamaçtadır. Manastırdan günümüze yalnızca duvar
kalıntıları ulaşmış, onlar da askeri bölgenin
sınırları içinde olduğu için görme olanağı yok.
Geçmişte halk arasında
‘Efkere Büyük Manastırı’ olarak bilinen Surp Garabed
Ermeni Manastırı, 20. yüzyıl başına kadar, Kayseri
Ermenilerinin dini merkezi ve Anadolu Ermenilerinin
en önemli hac merkezlerinden biriydi. Manastırın
başkeşişi, aynı zamanda Kayseri Metropoliti unvanını
da taşıyordu. 20. yüzyılın başında manastır okulu,
öğretmen lojmanları, yemekhanesi, yatakhanesi, 200
elyazması ve 20 bin kitabın bulunduğu zengin bir
kütüphanesi ve kervansarayı andıran 93 odalı
misafirhanesi bulunuyordu. Özellikle Vartavar
Yortusu zamanı manastırı ziyaret eden hacılar bu
odalarda ağırlanırdı.
SURP NİŞAN MANASTIRI
Sivas Temeltepe’de
askeri bölgenin içinde yer alan, 1974 ya da 1975’te
yıktırılan Surp Nişan Manastırı, Sivas’ın en önemli
Ermeni manastırıydı. Manastırdan geriye hiçbir şey
kalmazken, 250 kg. ağırlığındaki çanınınsa Şükrü
Kanatlı Kışlasında yangın alarmı için kullanıldığı
belirtiliyor.
Manastırın kurucusunun
1020’de topraklarını Bizans’a bırakan Vaspurakan
Kralı Senekerim olduğu bilinir. 80 bin kişilik
halkıyla birlikte Van civarından çıkıp Sivas’a
yerleşen Senekerim, Surp Nişan Manastırını kurmuş ya
da onartmış.
Manastırın yakınlarında
eski bir Ermeni köyü olan Tavra’da da Surp Hagop
Kilisesi bulunuyor. İlk olarak 1636-1638 arası inşa
edilen ve dış görünümü oldukça iyi olan yapının
duvarlarında resimler ve Ermenice yazıtlar var.
Tavra’da köyden geriye hiçbir şey kalmazken, Surp
Hagop Ermeni Kilisesi, askeri bölgenin içinde
olduğundan günümüze sağlam ulaşmış. Aslında askeri
bölgenin sınırları kilisenin üstündeki tepede sona
eriyor, buna rağmen kilisenin bulunduğu düzlükte bir
asker nöbet tutmaya devam ettiğinden, izin almadıkça
kiliseyi görmek mümkün değil.
MOR EFREM SÜRYANİ
KATOLİK MANASTIRI
Mardin’de Diyarbakırkapı
Mahallesi’ndeki manastır duvarlarla çevrilmiş geniş
bir avlunun içindedir. Yapının Ortaçağ’da inşa
edilmiş bir Ermeni Ortodoks manastırı olduğu
bilinir. Daha sonra Ermeni Katoliklere geçmiş,
Mardin Ermeni Katolik Başepiskoposu Melkon Nazaryan
tarafından Süryani Katolik toplumuna verilmiş.
1884’te yeniden inşa edilen manastır 1933’te terk
edilmiş, bir dönem askeri hastane olarak hizmet
verdikten sonra günümüzde konut olarak
kullanılmakta.
MOR BARSAVMO VE MOR
ŞARBEL KİLİSELERİ
Eski Midyat olarak
bilinen bölgede birçok Süryani Kilisesi bulunmakta.
Bunlardan Mor Barsavmo Kilisesi’nin 1926-1948
döneminde askeri depo olarak kullanıldığı biliniyor.
Yapı 1949’da tekrar kilise olarak kullanılmaya
başlandı. Midyat’ın en son inşa edilmiş kilisesi
olarak bilinen Mor Şarbel Süryani Ortodoks Kilisesi,
Mor Şarbel Manastırına el konulup, askeri bölge
içinde kalınca inşasına izni almış ve 1955’te
ibadete açılmıştı.
Agos, Haber: Emre
Ertani, 23.08.2013
|
GİRMELER MAĞARASI'NDA KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI
Muğla'nın Seydikemeler
İlçesi'nde bulunan ve MÖ 9'uncu yüzyıla dayanan geçmişi bulunan Girmeler
Mağarası'nda kazı çalışmaları başlatıldı. Tlos antik
kentinde kazı çalışması yapan ekip tarafından
başlatılan çalışmalarla, bölgede tarih öncesi yaşam
koşullarının gün yüzüne çıkartılması bekleniyor.
Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Tlos Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Taner
Korkut Başkanlığı'nda yürütülen kazı çalışmalarında,
12 kişilik bilim heyeti görev alıyor. Geçen yıl ilk
adımı atılan fakat yarım bırakılan çalışmalarla
MÖ 9'ncu yüzyıla ait dönem araştırılıyor. Prof.Dr. Taner Korkut başkanlığında ay sonuna kadar
devam edecek çalışmalar, büyük bir hassasiyetle
yürütülüyor. Ekip, kazı çalışmaları sırasında 10 bin
yıl önce insanların kullandığı seramikten üretilmiş
çanak, çömlek, çakmak taşı, küçük el aletleri, kum
taşından yapılmış havanlar ile takı ve süs eşyarına
ulaştı.
GİRMELER MAĞARASI KAZILARI, TARİH ÖNCESİ YERLEŞİK
HAYATA IŞIK TUTACAK
Kazı Başkanı Prof.Dr. Taner Korkut yaptığı
açıklamada, her iki mağaranın önündeki erken gelişim
katmanlarına ait izlerden yola çıkarak sürdürülen
çalışmalarda bir kaç farklı noktada yeni bulgulara
ulaştıklarını söyledi. Girmeler bölgesinin en erken
yerleşim yerlerinden birisi olduğunu tahmin
ettiklerini anlatan Korkut,
"Kazı
çalışmalarında elde ettiğimiz buluntular, bölgede
günümüzden yaklaşık 11 bin 500 yıl öncesinde de
yerleşik hayatın var olduğunu gösteriyor. Bu yıl
elde ettiğimiz buluntular bunu daha da
kuvvetlendirdi. Seramik, küçük el aletleri ve
yongalar dışında mimari kalıntılara da ulaştık. Bu
çalışma bizim için çok önemli. Burada insanların
göçebe değil, yerleşik bir hayat sürdürdüklerini
belgeledik.” dedi.
Bugün, 22.08.2013
|
18 - 24 Ağustos 2013
|
700 YILLIK ZEHİR YÜZÜĞÜ
BULUNDU

Bulgar arkeologlar,
Karadeniz kıyısındaki bir kalede yaklaşık 700 yıllık
olduğu belirlenen bronz bir yüzük buldu. İçeceklere
zehir dökmek için kullanıldığı anlaşılan yüzüğün,
Orta Çağ’da işlenen siyasi cinayetlerde kullanıldığı
düşünülüyor.
Bulgaristan’ın Kavarna
şehrine bağlı sahil kasabası Kaliakra’da, Orta
Çağ’da yaşanmış siyasi entrikalara ışık tutabilecek
bir keşif yapıldı.
Ntvmsnbc'nin
haberine göre Kaliakra’daki bir kalede bulunan
yüzüğün, 700 yıl önce siyasi cinayetlerde
kullanıldığı tahmin ediliyor.
İnce işçilikle
tasarlanmış bronz yüzüğün üst kısmında yuvarlak bir
hazne bulunuyor. Yan kısmında yapay bir delik olan
haznenin öldürücü zehirleri muhafaza etmesi için
tasarlandığı düşünülüyor.
Avrupa'dan gelmiş
olabilir
Kavarna Belediye Başkanı tarafından yapılan
açıklamada, bölgede 2011 yılından bu yana 30’dan
fazla yüzük, küpe gibi kıymetli mücevher bulundu.
Yeni bulunan bronz yüzüğün, özel yapısıyla içki ya
da yemeklere hızlıca zehir dökebilecek özel bir
tasarıma sahip olduğuna dikkat çekildi.
Kazı ekibinin
başkanlığını yapan Bulgaristan Ulusal Arkeoloji
Enstitüsü Başkan Yardımcısı Bonnie Petrunova,
Burgaristan’ın herhangi bir bölgesinde yüzüğün
benzerine rastlamadıklarını, ülkedeki prensliklerin
sahip oldukları ticari ilişkilerle bağlantılı olarak
yüzüğün İtalya veya İspanya’dan gelmiş olabileceğini
vurguladı.
Cinayetleri
aydınlatabilir
Petrunova, Kaliakra’nın o dönem Dobruca
bölgesinin başkenti olduğunu ve yüzüğün Dobruca
hükümdarı Dobrotitsa ile oğlu Ivanko Terter
arasındaki iktidar kavgasında kullanılmış
olabileceğini öne sürdü.
Petrunova ayrıca,
yüzüğün 14. yüzyılda işlenmiş seri cinayetlerde
gizli bir silah olarak kullanılmış olabileceğini
sözlerine ekledi.
Bulgar arkeolog,
yüzüğün, ‘Dobrotitca’ya yakın olan soyluların ve
aristokratların ölümünden sorumlu cinayet aracı
olabileceğini’ belirtti.
Sol Haber, 23.08.2013
|
MÜZELERİN GÖRÜNMEYEN
YÜZÜ!
Müzeleri gezmeyi sever
misiniz? Benim için yolculukların
vazgeçilmezleridir. Ülkemizde veya dışarıda gittiğim
her şehirde kaldığım sürece oralara geniş zamanlar
ayırırım. Cafe’lerinde oturur, broşürleri toplar,
kitapları ve hediyelik eşyaları satın alır, bavulum
onlarla dolu dönerim.
Sanat eserlerini
seyrederken özellikle dünyanın dört bucağından gelen
yapıtlardan oluşan sergilerde onların nasıl taşınıp
yerleştirildiklerini merak ederim. Son yıllarda
müzelerin internet sitelerinde bu serüvenin dakika
dakika görüntüleri yer aldığından epey bilgi sahibi
olsam da bu kez uzmanlık gerektiren başka sorular
kafamın içerisinde dolaşır, durur:
Müzelerdeki eser kayıt
sorumlularının bu koleksiyon ve sergileri
yönetmekteki rolleri nedir? Hangi sistemler ve
kaynaklar kullanılır? Eser kayıt sorumluları, modern
ve çağdaş sanattaki değişen ihtiyaçları sınırlı fon,
ekip ve mekanla nasıl karşılar? Müzeler eğitim
programlarıyla okul müfredatını nasıl
destekleyebilirler ve eğitim yoluyla farklı
kitlelerle nasıl etkileşime geçebilirler?
Teknolojiye meraklı
olduğumdan gezerken verilen kulaklıklar gibi aletler
yetmez, ziyaretçilerin müzelerdeki sanat
çalışmalarını izleme, araştırma ve deneyimleme
sürecini yeni teknolojiler nasıl değiştirebilir?
Dijital medya ve yeni teknolojinin sunduğu
fırsatlarla müze dışında online ziyaretçilere neler
sağlanabilir? gibi soruların yanıtlarını çeşitli
kaynaklardan araştırırım.
Neyse ki İstanbul Modern
son bir yıldır, çok önemli bir hizmet yaparak
ABD’den önemli müze profesyonellerini İstanbul
izleyicisiyle buluşturuyor: “Müzeler Konuşuyor:
Konuğumuz Amerika” serisi tam bu sorular için. Bu
yılın sonuna kadar devam edecek olan program, çağdaş
müzeciliğin ve geniş anlamda müze deneyiminin
ayrıntılı biçimde ele alındığı bir iletişim
platformu.
Türkiye'deki ABD
Temsilciliği işbirliğiyle düzenlenen etkinlikler
ücretsiz ve konuşmalar sırasında İngilizce’den
Türkçe’ye simültane çeviri yapılıyor.
Etkinlikler, Darsie
Alexander’ın (Walker Art Center Şef Küratörü)
“Saklanamayanı Toplamak: Kalıcı Olmayan Yeni Sanat
Biçimlerinin Koleksiyonu” başlıklı söyleşisi ile
devam edecek. 27 Eylül Cuma günü saat 19.00’daki
konuşmada müze ve sanat merkezlerinin kısa ömürlü
etkinlikleri, performanslardan arda kalanları ve
anlaşılmamış işleri daha önce hiç yapmadıkları
biçimde toplamalarından söz edilecek. Alexander,
yakın zamanda yapılmış çeşitli alımlar ve bunlar
etrafında oluşan tartışmalar üzerinde duracak,
özellikle en son satın aldıkları Merce Cunningham
Dans Arşivi ve onun kurumun koleksiyon yaklaşımı
üzerindeki etkisine odaklanarak ‘değerleri’
birbirinden çok farklı şekillerde ölçülen işleri
satın almanın eksi ve artılarını ele alacak.
Prof. Thomas W.
Gaehtgens ise (Getty Enstitüsü Direktörü) 2 Ekim
Çarşamba günü 19.00’da enstitünün koleksiyonları,
koruma projeleri, akademik girişimleri, sergileri ve
yayınlarının küresel yönelimini ve aralarındaki
bağlantıları, 20. yüzyılın en etkili küratörlerinden
Harald Szeemann’ın koleksiyonunun yakın zamandaki
alınışı üzerinden anlatacak.
Lütfen bu etkinlikleri
izleyin ve müzeciliğin perde arkasında aslında nasıl
büyük ve zor bir organizasyon olduğuna
kulaklarınızla tanık olun.
Dünya, Yazı: Faruk
Şüyün, 23.08.2013
|
HÜRREM SULTAN'IN PARFÜMÜ
BULUNDU!

Edirne
Yeni Saray'da yapılan kazılarda sultanların
kullandığı parfüm şişeleri ve krem kutuları
bulundu.Kazı başkanına göre bu parfümlerden biri
Hürrem Sultan'ın olabilir.
Edirne Yeni Saray Kazısı Başkanı ve Bahçeşehir
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Özer,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bahçeşehir
Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen kazılarda,
sarayın sosyal yaşamını yansıtan çok sayıda bulguya
rastlanıldığını söyledi.Son dönemde bulunan
kozmetikle ilgili kutu ve şişelerin oldukça dikkat
çekici olduğunu ifade eden Özer, şunları kaydetti:
''2009 yılından bu yana Edirne Sarayı'nda
sürdürdüğümüz arkeolojik kazılarda bulunan mimari
varlıkların yanı sıra taşınabilir kültür varlıkları
olarak adlandırdığımız seramikler, lületaşından
pipolar, saraydaki hayatı yansıtan sultan ve
ailesine ait güzellik ürünlerinin kullanıldığı
kaplar da bulundu. Saraydaki kadınların koku ve
kremlerini sakladığı onlarca, kemikten, camdan,
metalden yapılan şişeleri, kapları gün yüzüne
çıkardık. Kuşkusuz saray sadece devletin idare
edildiği, mahkemelerin kurulduğu, savaş kararlarının
alındığı yerler değil. Saraylarda sosyal bir hayat
var. Buluntular da bu sosyal yaşamın en önemli
kanıtlarından.''
HÜRREM SULTAN'IN OLABİLİR
Saraydan çıkan kozmetik ürün saklanan şişelerin
işlemelerine bakıldığında sultan ailesi için
hazırlanan ürünler olduğu yorumunun yapılabildiğini
ifade eden Özer, şunları kaydetti:
''Sarayda çıkan buluntuların işlemeleri ve özenine
bakıldığında üst düzey bürokrat ve padişah ailesine
ait olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bu saray pek çok
padişaha ve ailesine ev sahipliği yaptı, bulunan
parfüm şişelerinden biri Hürrem Sultan'a ait
olabilir."
Akşam, 23.08.2013
Editörün Notu: Haberde
kullanılan görsel Hürrem Sultan'a değil, kızı
Mihrimah Sultan'a aittir.
|
İŞTE RESTORASYON BÖYLE
OLUR

Foça’da harabe
durumda bulunan Ceneviz Kalesi’nin
restorasyonuna geçen yıl yeniden başlandı.
İzmir
Büyükşehir Belediyesi tarafından finanse edilen
restorasyon, 25 yıldır Foça’da bilimsel kazılar
yapan Prof.Dr. Ömer Özyiğit başkanlığında
sürüyor. Çimento yerine orijinal horasan harcı
kullanılarak yapılan restorasyon, kaleyi UNESCO
Dünya Mirası
Geçici Listesi’ne kaleyi sokmayı başardı. Eski
ve yeni duvarları arasında çıplak gözle ayrım
yapılamayacak şekilde orijinal görünen kalenin
önümüzdeki yıl, restorasyon tamamlandığında asıl
listeye de girmesi bekleniyor.
Çimento
taşı eritmişti
Bölgede
Ege
Üniversitesi’nden Prof.Dr. Ömer Özyiğit
başkanlığındaki kazılar 1989’dan beri
sürdürülüyor. Kazılarda İon medeniyetine ait çok
önemli buluntular elde edildi. Yeldeğirmenleri,
Herodot Sur Duvarı, Ceneviz-Osmanlı Kalesi ve
Athena Tapınağı restorasyonları da devam ediyor.
Özyiğit geçen yıl ise hem bilimsel kazılara hem
de kalenin restorasyonuna başladı. Restorasyonu
bir müteahhide ihale etmek yerine bilimsel
ekibiyle birlikte yapma kararı alan Özyiğit,
arkeolojik kazılarda bulduğu kale taşları ile
kaleyi ayağa kaldırdı.
Restorasyonda horasan harcı kullanan Özyiğit,
Fransa ’dan da
özel hidrolik (söndürülmüş) kireç getirtti.
Harç, hidrolik kireç, tuğla tozu, mermer tozu,
kum ve toprakla hazırlandı. Özyiğit, Foça
taşının yumuşak olduğunu ve 1993’te yapılan
çimentolu onarımda harcın taşları erittiğini
söyledi.
Foça’nın
şap madenleri ihya etti
1275’ten itibaren Foça’da Ceneviz egemenliği
başladı. Cenevizliler Foça Dağları’ndaki şap
madenlerinden büyük gelir elde etti. Gelirle
Foça Kalesi 1298 yılında ciddi onarım geçirdi.
1455’te kale Osmanlıların eline geçti. Beş
Kapılar üzerindeki yazıttan da anlaşıldığı
üzere, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan
Mustafa, Manisa’da Saruhan Sancak Beyi iken
Silahdar Ağası İskender tarafından 1538-1539
yıllarında kalede çok büyük bir onarım daha
gerçekleştirildi. Ancak 1772 Depremi’nden sonra
surlar kendi kaderine terk edildi.
Müteahhitle restorasyon olmaz
Prof Dr. Ömer
Özyiğit:“Müteahhit eliyle restorasyon
yapılmasına karşıyım. Onlar eser değil inşaat
gözüyle bakıyorlar. Restorasyonları bilimsel
heyetler yapmalı. Aksi durumda restorasyon değil
yenileme yapılıyor. Çimento tuzlarının burada
yerli tüf taşına nasıl etki ettiğini ve onu
nasıl yediğini görüyorsunuz. Bütün bunlar yanlış
restorasyonlardır. O bakımdan restorasyonda
orijinal malzeme kullanmak gerekir. Kireç harcı
son derece doğru ve sağlam bir harçtır.
Yüzyıllarla gitgide de sertleşir ve duvarın
ömrünü, taşın ömrünü uzatır.”
Bizans
için toprak, Ceneviz için horasan, Osmanlı için
kireç harcı kullandık
Prof.Dr. Ömer Özyiğit, restorasyonda nasıl
çalıştıklarını anlattı: “Daha önceleri burada
bir Ceneviz kule kalesi olduğu bilinmiyordu.
Çalışmalarımız sırasında dönem analizleri yaptık
ve burada Bizans, Ceneviz dönemi ve Osmanlı
dönemlerinin ayrı ayrı olduğunu saptadık. İzmir
Büyükşehir Belediyesi’nin büyük finansman
desteğiyle çalışmaya başladık.”
“Şimdi burada görmüş olduğunuz daha evvelki kale
doğru dürüst görülmüyordu. Yaptığımız
restorasyon sonucunda Ceneviz Kalesi ortaya
çıkmaya başladı. Onun için (UNESCO) Dünya Kültür
Mirası Geçici Listesi’ne girdi Foça Kalesi.”
“Kesinlikle çimento yok burada ve orijinal
dönemlere özgün ne malzeme kullanılmışsa o
malzeme kullanıldı. Örneğin Bizans döneminde
toprak harç vardı, biz sağlamlaştırılmış toprak
harç kullandık. Sonra Ceneviz döneminde horasan
taş kullanılmıştır ve orijinal özgün horasan
harcı yarattık koyduk, onu uygulamaya
çalışıyoruz. Osmanlı döneminde de yine kireç
harcı kullanılıyordu.”
“Ayrıca kullandığımız malzeme ve taşlar da
orijinal. Eski taşlara daha sonra da eskitme de
yapıyoruz. Ve (kale yapısının) tamamlamasını da
öngörmüyoruz. Çünkü üst kısımların nasıl
olduğunu bilmiyoruz, o yüzden tamamlama da
yapmıyoruz. Orijinale sadık bir biçimde
restorasyonu yaptığımız için sanıyorum ki
bakanlığımızın da beğenisini sağlamış
durumdayız. Bakanlığımızın önerileriyle Foça
Kalesi’nin UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Geçici
Listesi’ne girdiğini görüyoruz.’’
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 23.08.2013
|
|
BİR DE KOMİSYON
ALACAK
İspanya’nın Borja
kentindeki 120 yıllık Hz. İsa freskini kendi başına
restore etmeye çalışırken tanınmaz hale getiren
kilise görevlisi Cecilia Gimenez (82), turist
patlaması yapan kiliseden komisyon alacak.
Yaşlı kadının geçen yıl
dünya çapında bir restorasyon faciasına imza atması
sonrası 57 bini aşkın turist freski görmek için
kiliseye akın etti.
Hürriyet, 23.08.2013
|
ATİK ALİ PAŞA TÜRBESİ
MEZBELELİK HALİNE GELDİ

Turistlerin geçiş
güzergahı üzerinde bulunan Atik Ali Paşa Camii’nin
türbesi, adeta ardiye olarak kullanılıyor.
İstanbul’un imajına zarar veren bu durumun
düzeltilmesi için yıllardır kurumlar arasında
yazışmalar sürüyor fakat bir sonuç alınamıyor.
İstanbul’un en eski
tarihi yapılarından biri olan Atik Ali Paşa
Camii’ndeki türbe, adeta mezbelelik haline geldi.
Eski kapı ve pencereler, kullanılmayan sandalyeler
ile koca bir su tankı, türbeyi çöplüğe çevirmiş
durumda. Turistlerin en yoğun olarak kullandıkları
güzergahlarından biri olan Divanyolu üzerinde
bulunan türbenin içler acısı hali, büyük bir imaj
kaybına da neden oluyor. Hazire ve türbe girişini
demir kapılarla kapatan görevliler, caminin bu
kısmına ziyaretçi almıyor. Türbeye girmek
istiyorsanız en az 4 metrelik duvara tırmanmayı göze
almanız gerekiyor!
İçerisinde herhangi bir
mezarın bulunmadığı türbenin restorasyonu için
Vakıflar Genel Müdürlüğü ile İstanbul Müftülüğü
arasında yıllardır yazışmalar sürüyor fakat bir
netice alınamıyor. 17 Ağustos 1999’da meydana gelen
Gölcük depreminde zarar gören cami için Vakıflar
Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazarak yardım
isteyen yetkililer, aynı zamanda sarhoşların mekanı
haline gelen türbenin onarılmasını da istedi. Ancak,
müftülük yetkilileri, “Size maddi bir destekte
bulunamayız.” cevabını aldı. İşte o gün bu gündür
türbede bir türlü yenileme çalışmaları başlayamadı.
O dönemin Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkililerinden
maddi destek alamayan Diyanet görevlileri, çareyi
cemaatten para toplamakta buldu. Caminin
duvarlarında ve kubbesinde meydana gelen hasarlar
toplanan paralarla onarıldı. Türbe ise kaderine terk
edildi.
İki kere yandı
Atik Ali Paşa Camii, II.
Beyazıt döneminde sadrazamlık yapan aslen Bosnalı
Atik Ali Paşa tarafından inşa ettirilir. Paşa, aynı
zamanda İstanbul’un değişik yerlerine, Edirne ve
Mora’ya da çok sayıda hayrat yapılmasına vesile
olur. Tarihi kaynaklar, hizmete açıldığı 1490’lı
yıllardan sonra caminin çok sayıda badireler
atlattığını gösteriyor. Cami, 1648 yılında meydana
gelen depremde büyük zarar görür. 1937 ve 1956’da
yapılan yol tanzim çalışmalarında caminin
haziresinde bulunan çok sayıda kabir taşınır,
Osmanlı’ya ait önemli bazı devlet adamlarına ait
mezarlar kaybolur.
Cami, bugüne kadar iki
büyük yangın da geçirir. İsler, türbenin tavanında,
yangınlardan geriye kalan kanıtlar olarak hala
duruyor. 1981 yılında yaptırılan küçük tadilattan
önce türbede, üç büyük ve üç küçük sanduka bulunduğu
tespit edilir. Bugün ise türbede sanduka bulunmuyor.
Toprağın altında da mezarların olup olmadığı
bilinmiyor. Atik Ali Paşa’nın Şah Kulu Vakası’nda
şehit olduğu ve cesedinin kaybolduğuyla ilgili bir
rivayet bulunuyor. Birtakım kaynaklarda ise paşanın
mezarının Amasya’da olduğu belirtiliyor.
Zaman, Haber: Bünyamin
Köseli, 23.08.2013
|
ŞEHİR PLANCILARI
ODASI'NDAN YASSIADA PLANINA İTİRAZ

TMMOB ŞPO İstanbul
Şubesi’nden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
Yassıada’ya ilişkin “Turizm+Kültürel Tesis alanı”
olmasına ilişkin 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım
İmar Planı Revizyonu ve 1/1000 Ölçekli Koruma amaçlı
Nazım İmar Planı’na yöneltilen itirazda, söz konusu
planların bütüncül planlama yaklaşımlarından uzak
olduğu ve büyük sermaye yatırımları için ayrıcalıklı
imar koşulları yaratacak şekilde düzenlemenin önünü
açtığı belirtildi.
ŞPO İstanbul Şubesi,
açıklamasında itiraz konusu planların bütünlüklü bir
çerçevede hazırlanmadığına, plan yapımı aşamasında
Adalar Belediyesi ve sorumlu idari ve kamu
kurumlarının görüş ve beyanlarına başvurulmadığına
dikkat çekti.
Oda tarafından yapılan
açıklamanın devamında, “Ada’daki mevcut yapıların
azlığı dikkate alındığında, iskele alanı hariç 0,65
değeri üzerinden başlayacak yapılaşmanın adanın
ekolojik sürdürülebilirliğini tehdit edeceği ve
yaratacağı cazibe ile öngörülmeyen ek yapılaşmaları
da tetikleyebilecek bir nitelikte olacağı
öngörülmektedir” ifadelerine yer verdi.
Oda, ayrıca “Plan
notlarında önerilen arazi kullanımı kararları ve
değişikliklerini gerektirecek bilimsel nedenler,
analiz ve tespitlere yer verilmediğini ve esas ve
usul açısından plan yapımı ile ilgili yasal mevzuata
uygun olmadığını” belirtti.
Başbakan’ın “demokrasi
adası” olacağını belirttiği Yassıada için Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı imar planına
ilişkin eylem yapılmış; Adalılar ve İstanbul halkı
motorla Yassıada ve Sivriada’ya gezi düzenleyerek
iki adanın imara açılmasına tepki göstermiş ve
“Bırakın adalar ıssız kalsın” demişti.
Sol Haber: Haber: Rıfat
Doğan, 22.08.2013
|
MARMARİS'TE TURİSTİN
GEZECEĞİ MÜZE KALMADI
Yılda onbinlerce yerli
ve yabancı ziyaretçi ağırlayan Marmaris'teki iki
müzeden biri, binası kaçak olduğu iddiasıyla
kapatılarak içindeki eserler Denizli'ye taşındı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait müzedeki
çalışmalar ise verilen sürenin üzerinden 4 ay
geçmesine rağmen tamamlanamadığından kapısına kilit
vuruldu. Her iki müzeye gelen yerli ve yabancı
ziyaretçiler kapıdan dönüyor.
Yıkım kararı
verilmişti
Marmarisli turizmci Ahmet Urkay tarafından
yaptırılan ve 2005'te açılan halıcı Ahmet Urkay
Etnografya Müzesi'nin yapı kullanma izninde
eksiklikler olduğu öne sürüldü. Önceki yıl Muğla
Özel İdaresi İmar ve Kentsel İyileştirme Müdürlüğü
ekipleri, Etnografya bölümünde yapılan tavanla asma
katın yıkılarak eski haline getirilmesini isteyerek
bu bölümü, ardından da arkeolojik bölümü bodrum katı
yapıldığı gerekçesiyle mühürledi. Bu iki bölüm için
yıkım kararı çıktı. Urkay'dan yeniden yapı projeleri
istendi. Bütün çabalarına ve ilgili kurumlara
yanlışlığın düzeltilmesi için bulunduğu
girişimlerden sonuç alamayan Urkay, yaklaşık 4 ay
önce müzeyi kapatma kararı aldı. Eserleri Denizli'ye
taşıyan Urkay, müzenin girişine de "Bürokratik
engeller nedeniyle kapalıyız" pankartı astı.
Marmaris Kalesi içinde bulunan Marmaris Müzesi de,
geçtiğimiz yıl Ekim'de ziyaret kapatıldı ve
restorasyona başlandı. Yılda yaklaşık 70 bin kişinin
ziyaret ettiği müzenin restorasyonu için Kültür ve
Turizm Bakanlığı 300 bin lira ödenek ayırdı. Müzenin
restorasyonunun Nisan 2013'e kadar tamamlanacağı ve
tekrar ziyarete açılacağı bildirildi. Ancak çalışma
hala tamamlanmadı. Günde yüzlerce turis kapıdan geri
dönerken, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri,
geçikmenin restorasyonu yapan firmadan
kaynaklandığını belirterek, "Kültüre ve Turizm
Bakanlığı'ndan önümüzdeki günlerde gelecek olan
uzmanlar yapacakları kontrolün ardından işi teslim
alacaklar ve müze ziyarete açılacak" dedi.
Yeni Asır, Haber: Adem
Ülker, 22.08.2013
|
HALİÇPORT'A İPTAL DAVASI
AÇILDI

Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi, geçen ay ihale edilen
İstanbul Haliç Yat Limanı ve Kompleksi (Haliç Port)
ihalesinin yürütmesinin durdurularak iptal
edilmesini istedi. Haliç tarihinin anlatıldığı,
ihale yapılan alanın Endüstriyel Sit alanı olduğu ve
İBB’ye 3. kişilere yapılmaması şartıyla
devredildiğinin vurgulandığı başvuruda, "Kamu
yararına ve hukuka açıkça aykırı" olduğu öne sürülen
ihalenin iptali istendi.
Dava, Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı aleyhine,
İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde açıldı.İstanbul
Mimarlar Odası avukatı Can Atalay tarafından açılan
davanın dilekçesinde, Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından İstanbul Haliç Yat
Limanı ve Kompleksi ile ilgili 13 Mayıs 2013 günü
"Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli
Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun" kapsamında
ihale edileceğinin duyurulduğu, ihalenin 24 Temmuz
2013 tarihinde açık artırma ile sonuçlandırıldığı
belirtildi. Haliç tersanelerinin tarihi arka planı
ve Sit niteliğine vurgu yapılan başvuruda özetle
şöyle denildi:
AKDENİZİ TÜRK GÖLÜ
YAPAN HALİÇ
*İstanbul’u, dünyadaki
diğer kıyı kentlerinden ayıran en önemli şey,
içinden geçen deniz ve ona açılan körfezin etrafında
kentleşmesidir. İstanbul’da herşeyin başlangıcı, bu
körfezde, Haliç’te yaşanmıştır. Haliç, kent
belleğinin tutunduğu yerdir. Yüzyıllar boyunca bu
coğrafyada yerleşen uygarlıklar, Haliç’in doğal
yapısının gücünden yararlanmışlardır. Haliç, eşsiz
bir korunaklı liman, güvenliği yüksek stratejik bir
konum, gemiler için derinliği yeterli ve durgun bir
su, Boğaz’a, Marmara Denizi’ne ve Akdeniz’e
açılabilmek demektir. Haliç en eski dönemlerden beri
gemi üretiminin ve ticaret limanının konumlandığı
bir deniz üssü olarak işlevlendirilmiş, kültürel
yapısında ve kent kimliğinde bu özellikler
vurgulanmıştır. 1453 yılında İstanbul’un fethi
sonrasında Fatih Sultan Mehmed tarafından bir kaç
tersane gözü ile temeli atılan Tersane-i Amire (ya
da günümüzde kullanılan diğer adlarıyla Haliç veya
İstanbul Tersaneleri), Haliç’in kuzey kıyısında
Atatürk Köprüsü’nden Hasköy’e kadar uzanan 2 km’lik
kıyı şeridinde ve toplam 51 hektarlık alanda
konumlanmaktadır. Akdeniz’i askeri açıdan bir "Türk
Gölü" haline getiren güçlü Osmanlı Donanması,
Tersane-i Amire’nin ürünü olup; tersane değişik
zaman dilimlerindeki yenileme, geliştirme vb.
değişim ve dönüşümlerle günümüze kadar ulaşmıştır.
3. KİŞİLERE
DEVREDİLEMEZ ŞARTI VAR
*Günümüzde Haliç,
Camialtı ve Taşkızak Tersanaleri olmak üzere üçe
ayrılan Haliç İstanbul Tersaneleri Beyoğlu İlçesi
sınırları içindedir. Türkiye Gemi Sanayi AŞ’ye bağlı
olan Haliç Tersanesi 2006’da tersane olarak işlevini
sürdürmek koşulu ile İBB’ye devredilmiştir. Camialtı
Tersanesi’nin kullanımı 6 yıldır TDİ’nin
kullanımındadır, mülkiyeti Maliye Hazinesi’ne
aittir. T.C Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı
Taşkızak Tersanesi ise 2005’te, devredilmeyen Kuzey
Deniz Saha Komutanlığı Divanhane binasının
restorasyonu, Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nin
yenilenmesi ve DKK’nın çeşitli inşaat işlerinin
yaptırılması karşılığında belediyeye devredildi.
Protokolün devir şartlarından en önemlisi, takas
yoluyla devredilen bölgenin "Mülkiyeti üçüncü
taraflara devredilmemek, tarihsel dokunun
bozulmaması ve sosyal amaçlı, toplumsal kullanıma
yönelik tesislerin yapımı amacı ile kulanılması"
idi.
TUZLA’DAKİ ÖLÜMLER,
HALİÇ’İN İŞLEVSİZ KALMASINDAN
*Haliç Tersaneleri’nin
endüstri siti olarak işlevini sürdürmesi kamu
yararınadır. Şöyle ki; Haliç Tersaneleri Haliç’in 2
kilometrelik kıyı sürekliliğinde Osmanlı
İmparatorluğu ve Cumhuriyetin ardı ardına yapımlarla
gelişen gemicilik tarihi ve teknolojisinin yerinde
izlenebildiği en önemli belgesi olmanın yanı sıra,
halen gemi inşa ve bakımı konusunda da güncel teknik
bilgiler vermektedir. Bugün Türkiye’nin endüstri
arkeolojisi araştırılırken Avrupa’nın etki ve
desteğinin yoğunluğunu görmek mümkündür. Buna
karşılık tersanelerde özgün teknikler mevcuttur.
Tersaneler sadece sözkonusu bölge için değil, bugüne
ulaşabilen nadir endüstri sitlerinden biri olması
özelliği ile İstanbul ve Türkiye için önemlidir.
Haliç Tersaneleri "bir üretim modeli"dir. Tuzla
Tersaneleri’ndeki ölümlü kazaların sayısının
gittikçe artmasının Haliç Tersanelerinin
işlevsizleştirilmesi ile yakından ilgili olduğu
bilinmektedir.
KISA SÜREDE YENİDEN
EKONOMİYE KAZANDIRILABİLİR
*Fazla yatırım
gerektirmeden çok kısa sürede ekonomiye geri dönmesi
mümkün ve gerekli olan tersanelerin,
işlevsizleştirilerek Haliç Port adı altında ihalesi
yalnızca önemli bir potansiyel, istihdam imkanı ve
maddi değerin değil, aynı zamanda dünyanın en az 6
asırdır hala üretimini sürdüren tek sanayi
tesisinin, gemi yapım işlevini devam ettiren tek
endüstriyel arkeolojik sitin yok edilmesi anlamına
geleceğinden gelecek kuşaklara aktarmamız gereken
tarihsel mirasın ve manevi değerin de heba edilmesi
ile sonuçlanacak olan bu ihalenin iptaline karar
verilmesi gerekmektedir.
ENDÜSTRİYEL SİT,
KORUMA KURULU KARARI ŞART
*24 Nisan 1996’da ise,
Haliç, Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri’ne ait
toplam 31 yapı/yapı kalıntısı da ayrıca tescil
edilmiştir; 2863 sayılı Kanun uyarınca yargılama
konusu alanda yargılama konusu ihale kapsamında
yapılacak yapılacak her türlü uygulama için ilgili
koruma kurulunun karar vermesi gerektiği açıktır.
Yargılama konusu alanın tümü ve içindeki yapılar ile
ilgili hükümler öngören yargılama konusu işlem hem
usulüne uygun olarak yürürlüğe girmiş Koruma Amaçlı
Nazım ve Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı
bulunmaması nedeni ile hem de 2863 Sayılı Kanunun 9
uncu maddesindeki düzenlemeye aykırı sonuçlar
doğuracak olması nedeni ile açıkça hukuka aykırıdır.
YÜRÜTMESİ
DURDURULARAK İPTAL EDİLSİN
Kent merkezlerindeki
kısıtlı kamu kaynağı niteliğindeki kentsel araziler
ile ilgili düzenlemelerin, koruma ve kullanıma
ilişkin kararların imar planları ile tesis edilmesi
gerektiği açıktır. Arazi kullanım kararları, trafik
çözümlemesine ilişkin kararlar ya da yargılama
konusu alan gibi alanlar için koruma ve kullanma
esaslarını belirleyen kararlar olmaksızın mekan
kullanımına ilişkin hangi usul ve esaslar ile
ihaleye çıkılabildiğini hukuken anlamak, hukuka
uygun olarak nitelemek olanaksızdır. Yargılama
konusu alan ile ilgili usulüne uygun olarak
yürürlüğe girmiş Koruma Amaçlı Nazım ve Koruma
Amaçlı Uygulama İmar Planı bulunmamaktadır, bu
koşullarda tesis edilmiş olan yargılama konusu işlem
açıkça kamu yararına ve hukuka aykırıdır. Yargılama
konusu karar hukuka aykırı ve idari işlemin
uygulanması durumunda telafisi güç zararların
doğacağı açık olduğundan öncelikli olarak yürütmenin
durdurulmasına, 24.07.2013 tarihinde
gerçekleştirilen açık arttırma ile sonuçlandırılan
ihale işleminin iptaline karar verilmesini talep
ederiz.
1.3 MİLYAR DOLARLIK
İHALE
İhale, ilk aşaması 2 Temmuz 2013’te yapılan ilk
değerlendirmenin ardından, 24 Temmuz 2013 tarihinde
yapılan açık artırma ile sonuçlandırıldı. Cengiz
İnşaat, Taca İnşaat ve Galeri Kristal adlı
firmalardan oluşan ortak girişim grubu ile Sembol
Uluslararası Yatırım, Ekopark Turizm ve Fine
Otelcilik adlı firmalardan oluşan ortak girişim
grubunun katıldıkları açık artırma sonucunda,
ihaleyi 1 milyar 346 milyon
dolar bedel öneren
Sembol Uluslararası Yatırım, Ekopark Turizm ve Fine
Otelcilik adlı firmalardan oluşan ortak girişim
grubu kazandı. 4 yılı inşaat, 45 yılı işletme süresi
olmak üzere 49 yıllığına Yap-İşlet-Devret modeliyle
gerçekleştirilecek proje; her biri 70 yat kapasiteli
iki yat limanı, her biri 400 oda kapasiteli 5
yıldızlı iki otel, dükkanlar, restoranlar, kongre ve
kültür merkezleri,
sinema ve
eğlence tesisleri,
1000 kişilik cami ve otoparkını kapsıyor.
Hürriyet, Haber: Ali
Dağlar, 22.08.2013
|
MÜZE ÜSTÜ AVM İNŞAATINA
DURDURMA
Bursa'nın Mudanya
İlçesi'nde, zemin katı Myrleia antik kenti
kalıntıları, üzerine ise alışveriş merkezi olacak
olan inşaat hakkında, Myrleia Antik Kent Platformu
üyelerinin yaptığı başvuru üzerine, İdare Mahkemesi
yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Bursa- Mudanya'nın
Demirhane mevkiinde bir alışveriş merkezinin temel
atma çalışmaları sırasında, MÖ 7'nci Yüzyıl'a ait
Myrleia antik kentinin duvarları ortaya çıktı.
Duvarların dışında
bölgede, o döneme ait bronz heykeller ve çeşitli
başka kalıntılar bulundu. Tarihi eserler Bursa Müze
Müdürlüğü'ne teslim edilirken, Bursa Anıtlar Kurulu,
bölgenin eski bir liman olduğunu tesbit etti. Bursa
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu,
bölgenin 3'üncü derece SİT alanı olarak kalacağını,
tarihi duvarların camekanlar içine alınarak korunup,
yapılacak alışveriş merkezinin içinde sergilenmesine
karar verdi.
Mudanya'da bulunan,
Myrleia Antik Kent Platformu, toplam 9 bin 312
metrekare arsa üzerine kurulacak olan ve 2 bin
metrekare kapalı alandan oluşacak, içersinde, bir
süper market ve üç mağaza ve 150 araç kapasiteli
kapalı otoparkı olacak olan tek katlı alışveriş
merkezi inşaatının durdurulması için yargıya
başvurdu. 1'inci İdare Mahkemesi, Myrleia Antik Kent
Platformu'nun başvurusunu değerlendirip, antik
kentin korunması için inşaat çalışmalarının
durdurulması için yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Çıkan kararı zafer
olarak değerlendiren Myrleia Antik Kent Platformu
üyeleri, bunu yarın düzenleyecekleri basın
toplantısı ile kamuoyuna duyuracaklarını
açıkladılar.
Yapı, 22.08.2013
|
MISIR'IN KÜLTÜREL MİRASI YAĞMALANDI
Mısır'da ordu ile ülkenin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi taraftarları arasındaki çatışmalardan istifade etmeye çalışan yağmacıların son hedefi, Kahire'ye 300 kilometre uzaklıktaki Minya kentinin "hazinesi" Malawi Müzesi oldu. Sokağa çıkan Mursi taraftarlarının can derdinde olması, müzeden binden fazla eserin çalınmasını kolaylaştırdı.
Yetkililer, 3 bin 500 yıllık bir heykel, mücevherler, altın ve bronz Yunan-Roma medeniyetlerinden kalma madeni paralar ile bronz hayvan heykellerinin çalındığını fark ettiğinde, vakit çok geçti. Hırsızların bile taşıması mümkün olmayan mumyalarsa yakıldı. Mısır'ın yaşadığı bu kültürel felaket, 2003'te 170 bin tarihi eserin bulunduğu Irak'taki Bağdat Müzesi'nin yağmalanmasıyla eşdeğer bir miras kaybı.
Sabah, 22.08.2013
|

|
AŞIKLARIYLA ÜNLÜ KANLI
KİLİSE ONARILIYOR

Artvin’in Yusufeli
İlçesi, İşhan Köyü'nde öyle bir yapı var ki,
çoğumuzun adını duyduğu ama görmediği, her yıl çoğu
yabancı olmak üzere yirmi altı bin turist tarafından
ziyaret edilen, mimarisi ve süslemeleriyle ziyaret
edenleri kendine hayran bırakan, İşhan Manastırı
yıllar içerisinde uğramış olduğu hasarların
giderilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığınca
restore edilmeye başlandı. Artvin’in kültür ve
turizmi açısından son derece önemli olan kilise VII.
yüz yılın ortasında inşa edilmiş. Zamanla yıkılan
ilk yapının yerine IX. yüzyılın ilk yarısında,
Bağdatlıların yönetim döneminde Rahip Saba’nın
önderliğinde bu günkü manastır kurulmuştur. Yapı,
kubbeli bazilikal plan tipindedir. Güneybatıda
Meryem Ana Şapeli bulunmaktadır. Kiliseye,
Artvin’den veya Yusufeli İlçesi'nden araç
kiralanarak veya Yusufeli İlçesi'nden kalkan köy
servisleri ile ulaşım sağlanmaktadır.
KANLI KİLİSE
Manastır her yıl çok
sayıda yerli ve yabancı turisti kendisine
çekmektedir. Turistler köyün ekonomisine katkıda
bulunduğu gibi, aynı zamanda köyün ve yöremizin
tanıtımı için de oldukça iyi bir fırsat sağlamıştır.
İşhan Manastırı’na Kanlı Kilise de denilmektedir.
Efsaneye göre kilise sekiz yıl gibi uzun sürede
yapılmış, çok uzun ve zor geçen yıllar esnasında
birçok isyan olmuştur. Manastırın yapımı uzun
sürdüğü için halk moralmen de çöker. Hatta iş o
kadar ileri gider ki bir isyan da olur. İsyan
bastırılır. Keyhus Ağa değiştirilerek yerine başka
bir ağa gönderilir. Sonunda kilisenin yapımını çokça
maddi yardımlarda bulunan Bagrat Kralı Sumbat’ın
kızı Elen üstlenir. Elen dillere destan güzel mi
güzel bir kızdır. Kızın sarı saçları o kadar uzunmuş
ki yerlere sürünmesin diye arkasında bir bohça ile
taşırmış. Evlenme çağına gelen Elen evlenmesi için
bir şart koşar. İşhan Kilisesi’ne iki kilometre
uzakta bir mezarlık vardır. Oradan okunu atıp
kiliseden aşıranla evlenirim, bunu başaramaz ve
başaramayanlar mukavele gereğince okların düştüğü
yere gömülür der. Orada bir ardıç ağacı biter. Ardıç
halen orada durur ve sevgilisinin eserini bekler,
derler. Yıllar yılı sonra bu işi bir Türk genci
başarır. Ne yazık ki okunun düştüğü yeri görmek
heyecanı içinde atını koştururken bir ceviz ağacının
dalına çarpar ve böylece o da okunun düştüğü yeri
görmeden ölür ve öldüğü yere gömülür. Daha sonra
Elen bir Yahudi ustaya aşık olur. Fakat krallık
gururunu ve kuralları yeremez. Bu Yahudi genci
sonradan bir halatın kopması sonucu kilise duvarına
konan taşın altında kalır ve can verir. Kanlı kilise
oluşu nedeni de budur.
GÜRCÜLER YAPTI
Köyün içinde bulunan
İşhan Manastırı, 9. yüzyılın ilk yarısında yapılmış
ve kilise ile şapelden (küçük kilise) oluşmaktadır.
Manastırı Bagratlı Gürcüler yaptırmıştır. Manastır
piskoposluk makamı olarak da kullanılmış ve bu
görevini 16. yüzyıla kadar (Osmanlılar Artvin ve
çevresini ele geçirene kadar) devam ettirmiştir.
Osmanlılar Artvin ve çevresini ele geçirdikten sonra
manastırın batıya bakan tarafı camiye dönüştürülmüş
ve bu sayede yapının harap olması da engellenmiştir.
EJDER-ASLAN
MÜCADELESİ
Manastırın asıl yapısı
olan kilise haçvari planlı olup düzgün kesme taşla
inşa edilmiştir. Naosun üzerini örten yüksek
kasnaklı kubbesi oldukça kalın tutulmuş payeler
üzerine oturtulmuş, dıştan konik külahı dikkat
çekmektedir. Apsis düzenlemesi de diğer kiliselere
göre farklıdır. Yer yer bozulmuş olsa da iç
duvarlarının tümünün freskli süslemelerle
hareketlendirildiği anlaşılmaktadır. Özellikle
kubbenin iç yüzeyine işlenen “haçın göğe
yükseltilişi sahnesi” hala canlılığını muhafaza
etmektedir. Dış cephelerindeki kabartmalı
süslemelerinden en dikkat çekici olan, güney
cephesinin pencere pervazını oluşturan “ejder-aslan
mücadelesi”dir. Yapılara ilişkin şu yöresel tespit
“İşhan’ın nakışı, Parhal’ın bakışı ve Öşvank’ın
oturuşu” kilisenin önemini dillendirmeye
yetmektedir. Kilisenin hemen yanında Meryem Ana
Şapeli bulunmaktadır.
KORUMA ALTINDA
Manastır, Trabzon Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü
tarafından 1987 yılında tescil edilerek korumaya
alınmış. 2002 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığına
tahsis edildikten sonra 2012 yılında ihale edilerek
restorasyon başlamış.
Evrensel, Haber: Gençağa
Karafazlı - Hayati Akbaş, 21.08.2013
|
|
KİLİSEYİ
MÜSLÜMAN BİR KADIN KORUYOR
Birçok medeniyete beşiklik etmiş, birçok inanç ve kültürü hoşgörüyle bir arada tutabilen Mardin’in Derik İlçesi'nde bulunan beş kiliseden şu an ayakta kalan tek kilise olan “Kırmızı Ermeni Kilisesi” (Dêra Sor), bugün sessizlik içerisinde. 1650 yılında inşa edilen Kilise, 1915 Ermeni soykırımından sonra Anadolu’da bulunan birçok kilise gibi 40 yıl boyunca ordu tarafından ahır olarak kullanılmış.
Bugün yaşlı bir Ermeni çiftinin dışında kimsenin kalmadığı ilçede geçmişte Ermeni, Asuri, Süryani, Keldani ve Ortodoks’lara ait beş ayrı kilise ve bu kiliselerin cemaatleri bulunuyordu.
Yıllar içinde yıpranan ve yıpratılan kilisenin bakımını üstlenen 60 yaşındaki Hatun Görünen, Müslüman olarak hiçbir karşılık almadan aynı inancı paylaşmadığı bir mabedin bakımını üstleniyor.
Bugün tek başına ayakta kalan Dêra Sor’un bakımını ve korumasını üstlenen Hatun Görünen, “Ben buradan hiçbir karşılık almıyorum. Derik’te insanlar başka inançlara hep saygı duymuşlar.
Herkesin inancı kendisinedir. Yeter ki insanca bir arada yaşamayı bilelim” diyor.
Evrensel, 21.08.2013
|
PICASSO RESİMLERİNİN SÜSLEDİĞİ BRÜTALİST BİNALAR
TEHLİKE ALTINDA

2011 yılının Temmuz ayında Oslo ve Utoya
Adası'nda gerçekleşen saldırıların yaralarını sarmak
için hala çeşitli girişimler yapılıyor. Bu
girişimler beraberinde büyük bir mimari tartışmayı
getirdi...
Oslo'nun merkezindeki Regjeringskvartalet'te yer
alan başbakanlık ofisinin önünde sekiz kişinin
ölmesine ve Erling Viksjø'nun tasarımı
olan Brütalist binaların zarar görmesine neden
olan bombalı saldırı da bunların bir kısmını
oluşturuyor. Şimdi, Norveç hükümeti bu perişan
haldeki binalar ile ne yapacağına karar vermeye
çalışıyor. Doğrusu ne? Yıkmak mı yoksa korumak mı?
H-Blok ve Y-Blokları süsleyen ve aynı zamanda
Picasso'nun beton üzerine yapılmış ilk eserleri olan
bu beş duvar resmi konuyu daha da karmaşık hale
getiriyor.
Yıkım planının savunucuları duvar resimlerinin
tuğla tuğla sökülmesini ve başka bir yerde yeniden
inşa edilmesini istiyor. Korumacılar ise Picasso'nun
bu yapılar için özel olarak bu duvar resimlerini
tasarladığı için özgün olduğunu savunuyor.
"Bugün sadece bize çirkin gözüktüğü için kültürel
bir dönemin en iyi parçalarını yıkmak doğru değil,"
diyor Norveç'in kültürel miras yetkilisi olan Joern
Holme ve ekliyor: "Bu bir kültür ulusuna yakışmaz.
Norveç'in döneminin en iyi eserlerinden birini yok
etmeye hakkı yok".
Adam haklı beyler! Burada tehlikede olan kültürel
eserler sadece duvar resimleri değil. Bu yüzden bu
Brütalist yapıları korumak için kültürel miras
argümanları yeterli olmayabilir. Akademik, mimari ve
sanatsal çevrelerde son zamanlarda
peydahlanan popülerliklerine rağmen bu binalar
da birçok Brütalist yapıyı veba gibi saran aynı
yıkım tehdidyle karşı karşıya kalıyor.
Doğu-blok mimarisini fazlasıyla hatırlatan bu
yapılar için sanatçı Dag Hol tartışmalar yaratıp
halkın ilgisini çekmeyi başardı. "Son 80 yıl içinde
Oslo'da inşa edilmiş bu vahşi, çirkin ve aşağılayıcı
mimariden kurtulmak için önümüzde altın bir fırsat
var," dedi.
Türkiye'de sorgusuz sualsiz tarihi binalar,
parklar, heykeller yıkılıp yerlerine AVM yapılmaya
çalışılırjen Norveç'te ise durum bambaşka. Kamuoyu
tamamen ikiye ayrılmış durumda: yıkım isteyenler %
40 iken % 34'ü evde zor tutuyorlarmış...
Picasso'nun makus kaderini önümüzdeki bölümlerde
heyecanla öğreneceğiz...
Arkitera, Kaynak: Architizer, Çeviren: Selin
Bçer, 21.08.2013
|
MEZARTAŞLARINA SAHİP ÇIKTILAR
Yasa dışı yollardan
yurt dışına çıkarıldığı belirtilen Karacaahmet'teki
Osmanlı dönemine ait mezar taşlarının İngiltere'deki
High Road Auctions tarafından düzenlenecek
müzayedede satılacağı iddiaları kamuoyunun gündemini
meşgul ederken, Zeytinburnu’nda geçmişi geleceğe
bağlayan mezarlıklar için örnek bir projeye imza
atıldı.
İki yılda tamamlanan çalışma sonunda, 15
mezarlıktaki toplam 3 bin 500 tarihi mezar ve hazire
tek tek fotoğraflanarak kayıt altına alındı.
Böylece, Tamburi Cemil Bey’den Tepedelenli Ali
Paşa’ya Halide Edip Adıvar’dan İbrahim Çallı’ya
kadar birçok ünlünün mezar taşı kayıt altına alınmış
oldu.
Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın'ın
ilçedeki mezarlıkların yeniden düzenleme projesi
kapsamında, 3 bin 500 tarihi mezarın varlığı tespit
edildi. Proje koordinatörlüğünü Yalova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr.
Süleyman Berk'in yaptığı ve mezar taşlarının
fotoğraflarını ise Başkan Aydın’ın çektiği çalışma
iki yılda tamamlandı, ardından tarihi mezarların
envanteri “Zamanı Aşan Taşlar” adlı bir kitapta
toplandı. Envanter çalışmasının yanında önemli
görülen mezar taşları da 352 sayfalık “Zamanı Aşan
Taşlar” isimli kitapta toplandı.

ARNAVUT KOMUTANIN KESİK BAŞI BULUNDU
Çalışma hakkında bilgi veren Zeytinburnu Belediye
Başkanı Murat Aydın, 2005 yılında ilçedeki tüm
mezarlıkları inceleterek tarihi değeri olan mezar
taşlarını tespit ettirdiğini belirterek “Hatta
bazılarının fotoğraflarını bizzat kendim çektim.
Bunlardan biri de Milli Savunma Bakanımız İsmet
Yılmaz’ın Arnavutluk’u ziyareti sırasında ülke
Başbakanı Sali Berişa’nın, naklini talep ettiği
Tepedelenli Ali Paşa’nın kesik başının bulunduğu
Ayvalık Mezarlığı’ndaki mezar taşı. Tarihte bir sır
olarak kalan Tepedelenli Ali Paşa’nın mezarını
bulmak beni çok heyecanlandırmıştı. İki yıl süren
çalışmayı Zamanı Aşan Taşlar adlı iki ciltlik bir
eserde topladık ve araştırmacıların hizmetine
sunduk” dedi.
Yasa dışı yollardan yurt dışına çıkarıldığı
belirtilen Karacaahmet'teki Osmanlı dönemine ait
mezar taşlarının İngiltere'deki High Road Auctions
tarafından düzenlenecek müzayedede satılacağı
iddialarını basında okuyunca bir yandan dehşete
kapıldığını anlatan Başkan Aydın, “Kültür ve Turizm
Bakanımız Ömer Çelik’in girişimleri ile müzayedenin
iptal edilmesi memnuniyet verici.
İstanbul mezarlıkları birer açık hava müzesi
niteliğinde. Buradan tüm belediye başkanı
arkadaşlarıma bizim 2005’te gerçekleştirdiğimiz bu
çalışmayı bir an önce onlar da yapmalı. Aksi
takdirde tarihi değerlerimiz birer birer yok olup
gidecek” şeklinde konuştu.
HALİDE EDİP, İBRAHİM ÇALLI, SADETTİN
KAYNAK...
Musa Muslihiddin (Merkez Efendi), Seyyid Nizam,
Hafız Osman Efendi, Tamburi Cemil, Tepedelenli Ali
Paşa gibi şahsiyetlerin yattığı bu mezarlıkların
yakın tarihteki bazı ünlü misafirleri de şöyle:
Halide Edip Adıvar, Tahsin Öz, Ressam İbrahim Çallı,
Sadettin Kaynak, Rıza Nur, Abdülhak Şinasi Hisar,
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Samiha Ayverdi, Rifai
tarikatının önemli simalarından Kenan Büyükaksoy,
Şemseddin Yeşil, Hattat Halim Özyazıcı, Ressam Sami
Yetik, Mükremin Halil İnanç, İbnülemin Mahmud Kemal
ve daha niceleri…
Hürriyet, 21.08.2013
|
SULTAHİSAR NYSA ANTİK KENTİNDE KAZI ÇALIŞMALARI
SÜRÜYOR

Aydın'ın
Sultanhisar
İlçesi'nde 2 yıl aradan sonra 2012 yılında yeniden
başlanılan Nysa antik kenti kazı
çalışmaları büyük bir hızla sürüyor.
50 kişinin çalıştığı 2013 yılı Nysa
Ören Yeri Kazı Sorumlusu
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Arkeoloji
hocası Yrd. Doç.Dr. Serdar Hakan Öztaner, Nysa
kazılarının
Sultanhisar
İlçesi'nin turizmi açısından önemli
olduğunu, turist sayısının artırılması ve Nysa'nın
tanıtım kitaplarının oluşturulması için tüm kurum ve
kuruluşlarla el birliğiyle çalıştıklarını söyledi.
MÖ 3. yüzyılda kurulduğu bilinen ve döneminde 40
bini aşan nüfusuyla önemli bir kent olduğu bilinen
Nysa Antik Kentinde ilk kazı çalışmaları 1907
yılında başlamış, zaman zaman ve ödenek sıkıntıları
nedeniyle ara verilen kazı çalışmaları günümüzde
valilik, üniversite,
Kültür Bakanlığı ve hayırsever işadamlarının
desteğiyle sürdürülmeye çalışılıyor.
2013 Yılı Nysa antik kentinde yürütülen kazı
çalışmalarında öncelikle; Çarşı Bazilikası,
Gerontikon - Meclis Binası, Cadde - Sokak Sistemi ve
düzenleme, onarım - koruma ve restorasyon
çalışmalarına önem verdiklerini ifade eden Öztaner,
"2013 yılı Nysa antik kenti kazı, koruma, onarım ve
restorasyon çalışmaları
Ankara Üniversitesi,
Anadolu Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi
öğretim üye ve yardımcılarının yanı sıra 5 arkeolog,
2 restorasyon uzmanı mimar, 12 arkeoloji öğrencisi,
2 mimarlık öğrencisi ve 35 işçiyle, T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
Aydın Valiliği İl Özel İdaresinin sağladığı
toplam 230 bin TL'lik bütçeyle yürütülecektir. Nysa
kazı çalışmalarına uzun yıllardır Yaşar Eğitim ve
Kültür Vakfı ile Jantsa Genel Müdürü
Ercan Çerçioğlu maddi kaynak ve araç desteği
sağlamaktadır. Restorasyon çalışmalarının sağlıklı
bir şekilde yürütülebilmesi için gerekli olan vinç
ve diğer ihtiyaçların karşılanabilmesi için sponsor
desteği bekliyoruz" dedi.
haberler.com, 21.08.2013
|
İNŞAAT KAZILARI TARİHE TAKILDI
Fatih'te, metruk bir bina inşaat yapılmak üzere 2 ay önce yıkıldı. Binaya ait molozlar taşındıktan sonra iş makineleri temel kazmaya başladı. Yaklaşık 2 metre kazılan alandan tarihi kalıntılar, mermer, küp ve granitler çıkmaya başladı. Durumun yetkililere bildirilmesi üzerine inşaat alanında inceleme yapıldı. Arkeologların incelemelerinin ardından, alandan çıkanların tarihi kalıntılar olduğu anlaşılınca çalışmalar durduruldu. Çıkarılan parçalar incelenmek üzere müzeye götürüldü.
Mahalle sakinleri, kalıntıların inşaat kazıları sırasında çıktığını, bu nedenle çalışmaların durdurulduğunu söyledi. Bir mahalle sakini, "Buradan tarihi çıkarılan küpler, mermerler götürüldü. Bazı günler sadece kazma kürekle 2 kişi gelip kazı yapıyor. Çıkan kalıntılar toplanıyor." dedi.
Sabah, 21.08.2013
|
 |

|
SİT ALANINA CAMİ TARTIŞMA YARATTI
Cumhuriyet döneminin önemli merkezlerinden, halk arasında “Hergele meydanı” olarak bilinen SİT alanında, 5 bin 700 kişilik cami yapılması tartışma yarattı. Mimarlar Odası Ankara Şubesi inşaata tepki göstererek, SİT alanındaki inşaatı durdurmak için yargıya başvurdu.
Cami arazisinin bir kısmının Emek işletmeleri A.Ş., bir kısmının da İller Bankası’na ait olduğu ve bu alanların birleştirilerek Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildiği bildirildi. Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreteri Tezcan Karakuş Candan, şunları söyledi:
“Altındağ ve Ulus bölgesi tarihi kent merkezi sınırları içinde. Bahse konu yerde İller Bankasının binası ve Tarihi Seyfi Hakan yapısı var. Ulus semtinin başka bir tarihsel fonksiyonu daha var. Burası TBMM, İşbankası, Merkez Bankası başta olmak üzere Cumhuriyet döneminin önemli yapılarının olduğu bir bölge. Buraya cami yapılacağını daha önce duymuştuk, ancak koruma kurulu kararı gerekiyordu. Kurulun projeyi onayladığını duyduk. Bir yazı yazarak bilgi istedik. Orası tarihi bir bölge. O bölgede yürüme mesfasinde en az 5-6 tane tarihi cami de var. Ulus’un ortasına yeni bir cami yapılmasına ihtiyaç olmadığını düşünüyoruz. Yer seçiminin de doğru olmadığını düşünüyoruz. Özellikle tarihi bölgede yapılması, simgesel bir boyutta ve ideolojik bir yaklaşımla yapıldığını düşündürüyor. Koruma Kurulu’nun verdiği kararın ardından konuyu yargıya taşıdık.”
Yapı 21.08.2013
|
ALTIN KARTAL HEYKELİ EFSANESİ GÖLÜ YOK ETTİ
Dibinde çift başlı altın kartal heykeli olduğu dedikodusu nedeniyle yıllardır talan edilen Denizli'nin Beyağaç İlçesi'ndeki Kartal Gölü, yine define avcılarının hedefi oldu.
Sandıras Dağı'nın Çiçekbaba zirvesindeki 1. derecede doğal sit alanı göle verilen zarar, fotoğraflarla ortaya konuldu. Binlerce yıl önce oluşan krater gölü çevresinde hüküm süren medeniyetin simgesi olan çift başlı kartalın altın bir heykelini yaparak göle attığına yönelik dedikoduya inananlar, gölün suyunu boşaltarak heykele ulaşmayı amaçlıyor.
Bu kapsamda yıllar boyunca çabalayan define avcıları kanallar kazarak gölün suyunu boşaltmaya çalıştı.
Sabah, 21.08.2013
|
|
KDZ. EREĞLİ'DE ROMA
DÖNEMİNE AİT TARİH SU KEMERLERİ İLGİ BEKLİYOR

Zonguldak'ın Kdz.
Ereğli İlçesi'ne
bağlı Balı Mahallesi yakınlarında bulunan Roma
döneminde inşa edildiği tahmin edilen tarihi su
kemerleri restore edilip, çevre düzenlemesi
yapılarak ülke turizmine kazandırılması planlanıyor.
MÖ 70'li yıllarda
Roma İmparatorluğu'nun
Kdz.
Ereğli'yi kuşatıp
teslim almasının ardından MÖ 60'lı yıllarda
yapıldığı tahmin edilen su kemerleri yetkililerin
ilgisini bekliyor.
Kdz.
Ereğli Belediyesi
Başkanlık Danışmanı Raif Tokel, Balı Mahallesi'ne
yakın bölgede bulunan ve Roma Dönemine ait olan
tarihi su kemerlerinin yöresinde yüzey araştırması,
kurtarma kazısı gibi arkeolojik çalışmalar
yapıldıktan sonra restore edilip, çevre düzenlemesi
yapılarak ülke turizmine kazandırmayı
amaçladıklarını söyledi.
İHA Muhabirine su
kemerlerinin tarihi süreci ve üzerinde yapılacak
çalışmalarla ilgili olarak bilgiler veren Kdz.
Ereğli Belediyesi
Başkanlık Danışmanı Raif Tokel "Arkamızda gördüğümüz
arkeolojik kalıntı kaynaklara göre antik dönem yapı
kalıntısıdır. Basılı kaynaklara göre bu yapı Roma
dönemiyle tarihlendirilmektedir.
Roma İmparatorluğu
Anadolu
topraklarına girdiğinde kıyısında doğal limanı olan
kentlerde çok ciddi yatırımlar yapmıştır. Söz konusu
yapıların biri kaledir diğeri de su kemerleridir. Bu
su kemerleri
Ereğli'nin
tarihteki eski adıyla Heraclea Pontica'nın su
gereksinimini karşılamak için yapılmıştır" dedi.
Su kemerlerinin
Ereğli ilçe
merkezine uzaklığının 16 kilometre olduğunu söyleyen
Tokel konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "Var olan
kaynaklara göre bu su kemerinin
Ereğli'ye uzaklığı
kimilerine göre 23 kilometre, kimilerine göre ise 16
kilometredir. Kdz.
Ereğli Belediyesi
adına kaleme aldığım "Kdz.
Ereğli Taşınmaz
Kültür Varlıkları Envanteri" adlı çalışma için
yaptığım incelemede bu uzunluğu 16 kilometre olarak
belirledik. Bu su kemerleri o dönemin teknolojisi
ile ciddi anlamda insan gücü ile yapılmış. Bu, bize
şunu gösteriyor; demek ki o dönemde Heraclea
Pontica, bu kadar ağır maliyeti gerektirecek kadar
büyük ve önemli bir kentmiş. Ama yörede ilk bilimsel
çalışma 1961-1966 yıllarında
Avusturya
Uluslararası Bilimler Akademisi adına araştırma
yapan F.K.Dorner ile W.Hoepfner tarafından
yapılmıştır. Balı Mahallesi 21 Eylül 2001 tarihinde
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu'nun 7559 sayılı kararı ile birinci derece
arkeolojik sit alanı olarak ilan edilmiş. Ayrıca, 16
kilometrelik su kemeri güzergahında 01.04.2005
tarihinde Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu'nun 438 sayılı kararı ile
birinci derece arkeolojik sit alanı olarak ilan
edilmiş, su kemerlerine ait olduğu sanılan bir
havalandırma bacası vardır. Söz konusu tarihlerden
bu yana da burada hiçbir ciddi çalışma yapılmamış.
Daha sonra Kdz.
Ereğli Belediye
Başkanı Sayın
Halil Posbıyık
yörenin ulaşım altyapısını yapmıştır. 2010 yılında
Kdz.
Ereğli
Belediyesi'nde Başkanlık Danışmanı olarak göreve
başladığımda ele aldığım konulardan biri de bu su
kemerleri olup; bizzat kaleme aldığım çalışmayı,
Kdz.
Ereğli Belediyesi
olarak üyesi olduğumuz Tarihi Kentler Birliği ile
temsilcisi olduğum ÇEKÜL Vakfı'na sundum. Tarihi
Kentler Birliği'nden bu su kemerlerinin çevresinin
düzenlenmesi projesi için şimdilik 10 bin TL'lik bir
hibe yardımı yapıldı. Başlattığımız bu çalışmayı
Başkanımız Sayın Posbıyık'ın talimatlarıyla
önümüzdeki dönemde de sürdürmeye kararlıyız."
haberler.com, 21.08.2013
|
 |
TARİHİ KİLİSE YILLARA MEYDAN OKUYOR
Gercüş’e bağlı Gönüllü (Derdile) Köyü'nde bulunan ve yaklaşık 1.500 yıllık olduğu söylenilen Gönüllü Derdile Kilisesi, yıllara rağmen dimdik ayakta duruyor. Kilisenin geçmişi ile ilgili bilgi veren Gönüllü (Derdile) köyü muhtarı Hıfzullah Işık “Papaz, çobanını hayvanlarını sulaması için ovaya gönderiyormuş. Çoban ise, hayvanları sulamadan geri getiriyormuş. Daha sonra papaz, çobanı takip etmiş ve Müslüman çobanın dağdan su çıkardığını görmüş. Papaz, çobanın kerametlerinin olduğunu öğrenince çobana kilisesinin bitişiğinde cami, mescit gibi bir yer kurmuş” dedi. Kilisenin sahipsiz olduğunu ve varsa sahiplerinin gelip kiliseyi onarmalarını isteyen Işık “Kilisenin eski ismi Derdil’dir. Der, kilise demektir, Dil ise cami demektir. Yaşadığımız köy de ismini Derdil’den almıştır. Kilisenin sahipleri gelsin ve eğer Süryanilerin ise, Ermenilerinse, Yezidilerinse ve her kiminse gelsin bakım onarımını yapsın. Kiliseyle ilgili ne gerekiyorsa bakım ve onarımını yapsınlar ki, tarihi bir kalıntı olarak ziyaretçilerin uğrak yerleri olsun” açıklamasını yaptı.
Batman Gazetesi, 20.08.2013
|
ASLANTEPE'DE HÖYÜK KAZILARI

Malatya Arslantepe Höyük ören yerinde 1976
yılından beri fiilen kazı çalışmaları yapan Roma
Lasepianza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane,
“Anslantepe’deki kazılarda Mezopotamya ile bağlantı
vardı. Bu sistem bitti ve Anadolu bağlantısı
başladı. Doğu Anadolu’da ve Orta Anadolu’da çok
bağlantı var” dedi.
Kültür ve Turizm İl Müdürü Derviş Özbay, Malatya
Müze Müdürü Tevhit Kekeç ve İtalya Roma La Sapienza
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella
Frangipane Arslantepe Höyüğü’nde bu yılki kazıların
başlaması nedeniyle açıklamada bulundu.
37 yıldan beri her yıl Roma’dan Malatya’ya gelerek
Arslantepe’deki kazılara başkanlık eden Prof.Dr.
Marcella Frengipane, “Bu yılki kazılara başladık.
Kazılarda çok yeni buluntular yok ama kazı çok iyi
gidiyor. Geçen sene çok güzel bir bina bulduk. O
bina için biz İlk Tunç I Dönemi diyoruz. Demek ki
MÖ 3 bin ile 2 bin 200 yıl önce. Burada açık hava
müzesi yapılan bir saray var ama sarayda bir büyük
yangın olmuş. Saraydan sonra sadece çoban evleri
vardı ama geçen sene yeni bir sürpriz oldu. Tam tepe
üzerinde bir büyük bina bulduk. Tepe üzerinde bir
büyük bina yapmışlar. Bu dönemde de Arslantepe’nin
merkez oluşu devam ediyor. Arslantepe, saray
döneminden sonra da devam ediyor. O büyük binayı bu
yıl komple açacağız. Bu yıl daha fazla eser
bulacağız” diye konuştu.
Roma Lasepianza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, “Geçen
yıl yapılan kazılarda elde edilen buluntular
Arslantepe’de tarihi biraz değiştirdi. Önce herkes
biliyor, küçük çoban evleri var, sadece gidip
geliyorlar. Büyük bir kültür değildi ama şimdi bir
büyük bina bulduk, bu yeni bir şey. O dönem İlk Tunç
I Dönemi, MÖ 3000 veya 2900’de başlıyor” diye
konuştu.
Saraydan sonra devlet sisteminin bittiğini ancak
saraydan sonra sadece küçük evlerin değil, bir büyük
şefin de olduğunu anlatan Roma Lasepianza
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, “Burada birkaç sene önce
bir kral mezarı bulduk. O şimdi müzede, bütün
eserleriyle birlikte. Bu kral mezarı şimdi daha
belli oluyor. Demek ki saraydan sonra bir ev vardı.
O mezar çok zengin bir mezar. Çok fazla metal,
bakır, gümüş eşyalar vardı” şeklinde bilgi verdi.
Arslantepe’de iki büyük dönemin olduğunu belirten
Prof.Dr. Marcella Frangipane, “Dönem çok ama iki
sistem vardı. Önce eskiden Mezopotamya ile bağlantı
vardı. O zaman Mezopotamya gibi aynı kültür, aynı
sistem, aynı politik sistem başlıyor ve devam
ediyor. Sonra burada bir şey oldu, bilmiyoruz, belki
savaş, belki büyük bir şey oldu, bu sistem bitti ve
Anadolu bağlantısı başladı. Doğu Anadolu’da ve Orta
Anadolu’da çok bağlantı var. Çok bağlantı var Orta
Anadolu ile” dedi.
Kültür ve Turizm İl Müdürü Derviş Özbay ise, “En
büyük amaç burayı tanıtmaktır; bunun sadece
Türkiye’ye değil, dünyaya tanıtılmasıdır. Burada
açık hava müzesi açıldı. Geçen yıl 11 bin 250 kişi
Arslantepe Açık Hava Müzesi’ni ziyaret etti. Kısa
sürede bu kadar ilginin olması çok güzel. Bu yıl
yabancı uyruklu vatandaşların ilgi göstermesi bizim
için çok önemli. Burayı tüm dünyaya tanıtmak
zorundayız” diye konuştu.
Bugün, 20.08.2013
|
DANIŞTAY FATİH BELEDİYESİ'NİN SULUKULE İTİRAZINI
REDDETTİ

Fatih Belediyesi'nin geçtiğimiz yıl Haziran
ayında Sulukule projesiyle ilgili mahkemenin kamu
yararına uygun değil diyerek verdiği iptal kararı
için yürütmeyi durdurma istemiyle başvurduğu
Danıştay 14. Dairesi, bu itirazı reddetti. Kararının
gerekçesinde “yürütmeyi durdurma itirazının oluşması
için herhangi bir koşul oluşmamıştır” denildi.
Sulukulelilerin avukatı Avukat Hilal Küey ise
mahkeme kararıyla ellerinin güçlendiğini ve hukuksuz
durumun iyice ortaya çıktığını” belirtti.
Avukat Küey, “bu kararın önümüzdeki davalar için
de bir emsal olacağını ve ellerinin güçlendiğini,
Fatih Belediyesi'nin Sulukule projesindeki bütün
hukuksuzluğun ortaya çıkmış olduğunu” belirtti.
Fatih Belediyesi mahkeme kararına rağmen Sulukule
projesine devam etmiş, Danıştay kararını beklemeden
yeni bir proje hazırlamıştı. Sulukule projesi
kapsamındaki kentsel dönüşüm nedeniyle bir çok
Sulukuleli evlerinden olmuş, Avukat Küey,
Sulukulelerin yaşadığı bu durum nedeniyle tazminat
davası da açmıştı. Sulukulelilerin davası da AİHM'de
devam ediyor.
Tarihi Sulukule 22 Nisan 2006 tarihli Bakanlar
Kurulu kararıyla yenileme alanı ilan edildi. Bu
karar ilgili kurur tarafından da bütün itirazlara
rağmen kabul edildi. Şubat 2008 yılında Mimarlar
Odası İstanbul Şubesi dava açtı. Yargı süreci devam
ederken yıkımlar 2009 yılında başladı. İstanbul 4.
idare mahkemesi yürütmeyi durdurma istemini
reddetti. TOKİ projeyi ihaleye çıkardı ve Fatih
Belediyesi Başkanı Mustafa Demir de 2010 yılında
inşaatın ilk temellerini attı. Geçen yıl İstanbul 4.
İdare Mahkemesi Mimarlar Odası’nın açtığı davada
projenin iptal edilmesi yönünde karar verdi
Sol Haber, 20.08.2013
|
CİZRE'DEKİ KAZILARDA 11. VE 15. YÜZYILLARA AİT
BULGULARA RASTLANDI

Şırnak’ın Cizre
İlçesi'nde, İçkale'de yapılan
arkeolojik kazı çalışmalarında 11. yüzyıl ve 15.
yüzyıl arasındaki tarihlere ait bulgulara rastlandı.
Mardin Müzesi arkeologlarından ve İçkale arkeolojik
kazı çalışmasından sorumlu olan arkeolog Mesut Alp, “15. yy’dan 11. yy’a kadar, yani günümüzden 500
ile 900 yıl tarihleri arasında olan bir buluntumuz
var. Çanak, çömlek, pipo ve sikkelerimiz mevcut.”
dedi.
Mardin Müzesi marifeti ile Cizre İçkale Arkeolojik
Kazı Çalışmaları'na, Prof.Dr. Gülriz Kosbe’nin
bilimsel danışmanlığında ve Cizre Kaymakamlığı’nın
mali desteği ile 5 arkeolog ve 35 kişilik ekiple 1
Haziran itibari ile başlandı. Birinci etap,
İçkale’nin mahiyetinin anlaşılması için arkeolojik
sondaj çalışması ile elde edilen veriler
doğrultusunda sistemli arkeolojik kazı çalışmaları
ile yıl sonuna kadar sürecek.
Mardin Müzesi arkeologlarından ve İçkale arkeolojik
kazı çalışmasından sorumlu olan arkeolog Mesut Alp,
bölgenin; tarihi ve arkeolojik açıdan anlaşılmasının
önünü açacak olan bu çalışmanın, Şırnak ili
sınırları içerisinde ilk arkeolojik kazı çalışması
olduğunu söyledi. Alp, “Cizre Kalesi’ne bugüne
kadar hiçbir arkeoloji heyeti giremedi ve herhangi
bir arkeolojik kazı çalışması da yapılmadı. Bu
sebeple Cizre İçkale’de yapılan bu kazı çalışmaları
ilk olma özelliği de taşıyor.
Cizre İçkale, başka
bir adıyla Bırça Belek’teki kazı çalışmaları, 2013
yılı Cizre Kaymakamlığı'nın mali desteğiyle Mardin
Müzesi Başkanlığı'nda, Kültür Bakanlığı'nın gerekli
izinleriyle başladı. Haziran ayında başlayan kazı
çalışmaları itibariyle ilkin İçkale’deki doğu
kısmında bazı sondaj çalışması yaptık. Bu gördüğünüz
meydanda geniş bir alanda çalışmaya başladık.
Buradaki amacımız ilk evlerin, kalenin geçmişi ne?
Buna biraz ışık tutmak, gerçek tarihini bulmak. Bizi
biraz zorlayan bir süreç var. Alan uzun bir süre
askeri alan olarak kullanıldığı için sürekli zemin
düzeltmeleri, asfaltlama çalışmalarından dolayı geç
dönemlere ait, 18. ve 19. yy'a ait yapılar ve asfalt
iç içe girmiş. Ama şans eseri büyük bir alanda da
15. yy’dan 11. yy’a kadar yani günümüzden 500 ile
900 yıl tarihleri arasında olan bir bulgularımız
var. Çanak, çömlek, pipo ve sikkelerimiz mevcut.
Bizim çalışmalarımızdaki önceliğimiz şöyle; 12. aya
kadar İçkale’nin bütün kazılmamış alanlarını kazıp
tespit etmeyi düşünüyoruz. Bu çalışma sonucu eğer
zengin bir kültür varlığına denk gelirsek şu anda
birçok sistem ortaya çıktı. Bu daha da genişlerse
daha zengin bir şey ortaya çıkarsa nümüzdeki 3 yıl
için bir planlama yapacağız. Ama şu an halihazırda
12. aya kadar kesintisiz çalışmayı hedefliyoruz.”
diye konuştu.
"BİLİMSEL OLARAK MİLATTAN SONRA 11. YY İLE
19. YY ARASINI KAZIYORUZ"
Bilimsel olarak, MS 11. yüzyıl ile 19.
yüzyıl arası tarihlerindeki alanlarda kazı
yaptıklarını söyleyen Arkeolog Mesut Alp, “Cizre
İçkale’nin hani popüler tarihi bazında konuşuyorum.
Herkes işte 4 binlik, 5 binlik bir yapı olduğunu
söylüyorlar. Biz arkeologlar buna çok kanaat
getiremiyoruz. Neden? Çünkü Cizre çok eski bir kent.
Cizre belki 10 bin yıllık bir şehir. Ama bu kale 10
binlik yıl olan şehrin başlangıcında var mı yok mu
onu bilmiyoruz. Nuh Nebi Camii'nde, Kırmızı Medrese
civarındaki alan Cizre’nin eski alan olduğunu
düşünüyorum. Bu alanda (İçkale) muhtemelen milattan
sonra yani Hz. İsa’dan sonra 9. yy'dan itibaren
günümüzden bin 100 yıl veya bin yıl öncesine
yerleşime maruz kaldığını düşünüyoruz. Neden? Çünkü
o süreçten sonra buradaki kültürlerin, buradaki
birliklerin daha güçlenmiş olduğunu tahmin ediyoruz.
Daha güçlü bir birlik, daha güçlü bir siyasi oluşum
burada böyle bir kale yapılmasına gidebiliyor. Bizim
de buradaki yoğunluklu olarak yaptığımız çalışmalar
sonucunda çıkardığımız bulgular 13. ve 16. yy arası.
Yani kalenin en ihtişamlı olduğu alandır. Alanda
sürekli küp pişirme yerleri, çanak, çömlek parçaları
çıktığı için biz zaten şimdi sarayın
müştemilatındayız. Bugün itibarıyla burçların
kuzeyinde gördüğünüz ve saray olarak tabir ettiğimiz
alanda başladık. Bilimsel olarak biz milattan sonra
11. yy ile 19. yy arasını kazıyoruz.” şeklinde
konuştu.
Bugün, 20.08.2013
|
YIKILAN EMEK İÇİN UMUT IŞIĞI

Eski görkemli
sinema salonlarının
Türkiye ’deki son örneği olan Emek birkaç ay
önce yıkıldı ama davası yeniden görülecek. Danıştay,
İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nin
Emek Sineması ’yla ilgili zamanaşımı kararını
bozarak dosyayı tekrar mahkemeye gönderdi. İstanbul
9. İdare Mahkemesi, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul
Büyükkent Şubesi’nin Cercle d’Orient Binası ve Emek
Sineması’nı barındıran yapı adasına ilişkin Koruma
Kurulu’nun kararları ve ekli avan projelerinin
iptaline ilişkin Kültür Bakanlığı’na açtığı davayı,
kurul gündeminin davacıya bildirilmiş olmasını
gerekçe göstererek 2012 Aralık ayında zaman aşımı
nedeniyle reddedilmişti.
Mimarlar Odası ise mahkemenin davayı red kararının
“açıkça hukuka aykırı” ve aksi bir durumun hukuk
devleti açısından kabul edilemez olduğunu
vurgulayarak kararın bozulması için Danıştay’a
başvurmuştu.
Danıştay’ın oybirliğiyle aldığı kararda İdare
Mahkemesi’nin süre aşımı gerekçesiyle ilgili;
“Koruma Kurulu kararlarının davacıya bildirildiği,
bu tarihten önce bu kararın davacıya tebliğ
edildiğine veya davacının bu karardan herhangi bir
şekilde haberdar olduğuna yönelik herhangi bir bilgi
ve belgenin bulunmadığı anlaşılmakta olup, Kurul
gündeminin davacıya bildirilmiş olmasından hareket
edilerek nihai olarak alınan kararın içeriğinden de
haberdar olunmuş sayılamayacağı açık olduğundan,
davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin kararda
hukuki isabet görülmemiştir” ifadelerine yer
verildi.
Danıştay’ın kararı, Emek Sineması yıkılmış olsa da
en azından orijinaline uygun olarak ‘yerinde’
yeniden yapılması konusunda umut ışığı oldu.
Mimarlar Odası İstanbul Bükükkent Şubesi’nin avukatı
Can Atalay, “Bu karar Emek’in olduğu gibi korunması
için kesinlikle bir umut ışığı olarak
değerlendirilebilir” diye konuştu.
Sadece İstanbul’un değil Avrupa’daki en güzel tarihi
sinemalardan biri olarak kabul edilen Emek’in
yerinde korunması için sinemacılar pek çok protesto
eylemi gerçekleştirmiş, birçok ünlü sinemacının
katıldığı 7 Nisan 2013 tarihindeki eyleme ise polis
tazyikli su ve biber gazıyla müdahale etmişti.
Radikal, 20.08.2013
******
EMEK SİNEMASI'NDA
NELER OLACAK?
Emek Sineması sürecini etkileyen
yeni yargı kararını değerlendiren Mimarlar Odası
avukatı Can Atalay, ‘Emek Sineması için mücadele
edenlerin önüne yepyeni bir olanak doğdu. Bu
karardan sonra Emek’i kazanmaya bir adım daha
yaklaşıldı’ diyor.
Kapatıldığı 2009 yılından, yıkıldığı geçen mayıs
ayına kadar hem
Türkiye’de hem yurtdışında binlerce
sinemaseverin yerinde korunması gerektiğini
vurguladığı tarihi Emek Sineması’yla ilgili yeni bir
yargı kararı alındı.
Danıştay,
TMMOB Mimarlar Odası’nın projenin iptali için
Kültür Bakanlığı’na açtığı davada yerel mahkemenin
red kararını bozarak, dava dosyasını yerel mahkemeye
geri gönderdi. Bu gelişmenin ardından İdari Mahkeme
davayı yeniden görecek.
Sosyal Güvenlik Kurumu’na ait Emek Sineması,
hukuki süreç devam ederken projenin sahibi ve
uygulayıcısı özel Kamer İnşaat tarafından mayıs
ayında yıkıldığı için yerel mahkemeden Mimarlar
Odası lehine çıkabilecek bir kararda neler olacağı
sinema severlerin aklındaki soru. Çünkü Emek’in
duvar süsleri söküldü, bina yıkıldı.
Emek Sineması sürecini etkileyen bu gelişmenin
ardından Mimarlar Odası avukatı Can Atalay kararı
“Emek Sineması için mücadele edenlerin önünde
yepyeni bir olanak doğdu. Bu karardan sonra Emek
Sineması’nı kazanmaya bir adım daha yaklaşıldı,”
cümleleriyle yorumladı.
‘Karar, haklılığı teyit etti’
Sürecin en başından itibaren konuyu yakından takip
eden konunun uzmanı sinema yazarı Senem Aytaç ise
mahkeminin kararının gecikmiş olduğunu söyledi: “Ama
karar, mücadelenin haklılığını bir kez daha teyit
etmesi ve sürecin geleceği açısından önem taşıyor.
Sulukule gibi örnekler maalesef bize gösteriyor
ki, hukuki kazanımlar her zaman yıkım
gerçekleştikten, geri döndürülemez hasarlar
verildikten sonra geliyor, böylece de
işlevsizleşiyor.”
Emek Sineması davasında da hukukun yıkımının
gerisinde kaldığını belirten Aytaç, “Emek Sineması
mücadelesi her zaman sinemasına, şehrine sahip
çıkanların kararlılığı ve inadıyla ilerledi; bundan
sonra da aynı şekilde devam edecek,” dedi.
Kendisinin de dahil olduğu Emek Sineması için
mücadele edenlerin belediyenin Kamer İnşaat’a
verdiği
proje ruhsatının iptal edilmesini talep ettiğini
söyleyen Aytaç, “Emek Sineması’nın kapısı sokağa
açılan haliyle yeniden yapılması, ticari bir kuruma
ait olarak değil, sinema alanında emek veren tüm
bileşenlerin ortak kullanımıyla, kamu yararını
gözetecek bir mekan olarak yeniden açılması
talebimizde de ısrarcıyız” dedi.
Kamer İnşaat ise konuyla ilgili bir açıklama
yapmadı.
Milliyet, Haber: Nil Kural, 22.08.2013
******
EMEK İÇİN ASLA GEÇ
DEĞİL
Shakespeara'in bir sözü
vardır "Geç gelen teselli idamdan sonraki affa
benzer" diye. Türkiye'deki hukuk sistemi ise
benzetmek gibi olmasın ama buna benziyor. Özellikle
de son yılların modası ya da kötü bir geleneği
haline gelen yık-yap olaylarında. Önce, birileri
hukuk filan dinlemeyerek yıkıyor, ardından durdurma
kararı alınıyor, derken yıkılan yerin üstünde
yapılar tüm hızıyla yükseliyor.
Emek de, bu kötü
geleneğin kurbanı edilmek isteniyor. Kurban edildi
demek istemiyorum, çünkü bu süreç henüz bitmiş,
netliğe kavuşmuş değil ve hukuk alanındaki
süreklilik ve kararlılık devam ettiği sürece de,
Emek konusunda umutlu olmak boş bir bekleyiş değil.
Gerçi birileri o eski,
görkemli Emek'in yerinde yeller estiğini, atı alanın
bir yerleri çoktan geçtiğini söyleyebilir. Ne gam...
Bodrum'un kıyısını yağmalayan saygın ve de ünlü
kişilere ait mekanların bile yıkılma tehlikesi
yaşadığı bu dönemde, emek konusunda da benzer
şeyleri düşünmenin ne sakıncası var. Çünkü yıkılanın
üstüne yapılacağı yerde, yıkılanın yerinde yapılması
herkesin arzuladığı ve savaşımını verdiği bir uğraş
değil mi.
Danıştay İdare
Mahkemesinin Emek Sineması'yla ilgili zamanaşımı
kararını oybirliğiyle bozması Emek için asla bir
şeylerin geç olmadığını ortaya koyduğu gibi, bu
konuda uğraş verenlerin de tüm çabalannın bir umuda
dönüşmesine yol açıyor. Emek Sineması'nın konumuyla,
bundan sonraki benzer olaylara örnek olacak bir
durum ortaya çıkamaz mı?
Danıştay'ın oybirliği
ile aldığı kararlar İdare Mahkemesinin süreaşımı
gerekçesiyle ilgili; "Koruma Kurulu Kararlarının
davacıya bildirildiği bu tarihten önce bu kararın
davacıya tebliğ edildiğine veya davacının bu
karardan herhangi bir şekilde haberdar olduğuna
yönelik herhangi bir bilgi ve belgenin bulunmadığı
anlaşılmakta olup, Kurul gündeminin davacıya
bildirilmiş olmasından hareket edilerek nihai olarak
alınan kararın içeriğinden de haberdar olunmuş
sayılmayacağı açık olduğundan, davanın süreaşımı
nedeniyle reddine ilişkin kararda hukuki isabet
görülmemiştir" ifadelerine yer verilmiş.
Bilindiği gibi Mimarlar
Odası mahkemenin davayı ret karannın açıkça hukuka
aykırı ve aksi bir durumun hukuk devleti açısından
kabul edilmez olduğunu vurgulayarak kararın
bozulması için Danıştay'a başvurmuştu.
Sanırım şimdi bu kararın
sonuçlarını beklemek zorundayız. Hukuk devletinde bu
sonuçların ne olacağı kesindir. Biz de, kimilerinin
altını çizerek her fırsatta dile getirdiği bir hukuk
devleti isek, Emek'in orijinaline uygun bir şekilde
yıkıldığı yerde yapılması gerekir. Biliyorum birçok
kişi bunun bir düş olduğunu düşünebilir. Ama asla
öyle değildir. Ben hala büyük bir umutla, Emek'in
gelecekteki kaderini hukukun çizeceğine inanıyorum.
Emek işte o zaman yalnızca Türkiye'nin en eski ve en
görkemli bir mekanı, düş şatosu değil, onun da
ötesinde bir kent halkının hukukla, kararlılıkla ve
de sürekli savaşımı ile kazandığı bir zaferin de
simgesi olacaktır.
Aydınlık, Yazı: Burçak
Evren, 23.08.2013
|
BOSTANDAN 3 PLAN ÇIKTI
Yedikule'deki tarihi bostanlarda uygulama planında
boş bırakılan 4 dönümlük arazi, Fatih Belediyesi'nin
dağıttığı planlarda 'park' olarak işaretlendi. Ancak
aynı alanlar, avan projede imara açık gözüküyor.

Yedikule’de tarihi bostanların üzerine yapılmak
istenen park için 1 değil 3 farklı proje birden
olduğu ortaya çıktı. Şantiye alanında tabelayla ilan
edilen ‘Uygulama Planı’nda tarihi bostanlardan bir
bölüm ‘boş’ bırakılmış. Üzerinde ne olduğuna dair
herhangi bir bilgi bulunmuyor.
Ama Fatih Belediyesi’nin basına dağıttığı bilgi
notları ve planlarda tarihi bostanlarda 4 dönümlük
arazi ‘park ve yeşil alan’ olarak planlanmış.
İstanbul 2. Numaralı Koruma Kurulu’ndan
geçirilen avan projede ise aynı 4 dönüm, imara
açılarak üzerine 2 ve 3 katlı konutlar yapılmış.
Tarihi Sur Koruma Bandı’nda ve sit alanı içinde
yükselen Yedikule Konakları da daha önce benzer
şekilde inşa edilmişti.

Fatih Belediyesi yetkilileri, Radikal’in soruları
üzerine, uygulama planında ‘boş bırakılan’ geniş
bölümde kamulaştırma sorunları olduğunu, bu nedenle
planda boş bırakıldığını söyledi. Toplam 4 dönümlük
bostanda 3 değişik plan olmasıyla ilgili olarak ise
belediyeden bir açıklama gelmedi.
Sadrazam ve Ortodoks Kilisesi’nin bostanları
Yedikule’deki şantiye tabelasında ‘boş bırakılan’
bölgelerde Sadrazam Bayram Paşa ve Panayia (Belgrad)
Rum Ortodoks Kilisesi’nin 18. yüzyıldan beri ekilen
bostanları var.
Ancak yine 2 No’lu Yenileme Alanları Koruma Bölge
Kurulu’nun 25 Haziran’da revizyonlarla onayladığı
avan projede boş bırakılan bu bölgenin imara
açıldığı göze çarpıyor. Avan projede üzerine
“Detaylar uygulama projesinde verilecektir” notu
düşülmüş. Radikal’in ulaştığı projeye göre ayrıca:
Hazinedar Süleyman Ağa’nın bostanının yerine ‘Sur
Kenarı Cafe’, ‘mevsimlik çiçek alanı’, giriş
meydanı, yürüyüş yolu ile süs havuzu inşa edilecek.
II. Mahmut döneminden kalma kesme taştan yapılma
tarihi su sarnıcı yürüme yolunun altında kalacak.
Tescil başvurusu yakın zamanda yapılan 4 tarihi kuyu
da projeye dahil edilmemiş, hatta birinin yerinde
‘su deposu’ yapılması planlanmış.
Sadrazam Bayram Paşa’nın bostanının bulunduğu
alanda, planda 460 metrekarelik ‘Sur Dibi Restoran’,
ikinci bir ‘Sur Kenarı Cafe’, spor alanı ve çocuk
oyun parkı görülüyor. Bostanların yığma taştan set
duvarlarının üzerinde 57 araçlık iki otopark yer
alıyor.
İsmail Paşa’nın bostanının bulunduğu alana 844
metrekarelik ‘çocuk macera ve egzersiz alanı’, 700
metrekarelik ‘ıslanma havuzu’, ‘Spor cafe’, 184
metrekarelik ‘hayvan dolaştırma alanı’ yapılacak.
Yedikule Zindanları’nın hemen yanına ‘Zindan Cafe’
planlanmış.
Bostanlar için pek çok ‘söz’ verildi
Yedikule Bostanları’nı Koruma Girişimi’nden Yüksek
Mimar Ufuk Berberoğlu “Yedikule Konakları’nın
bulunduğu alan, tarihi bostan alanıyken, bugün park
ve sur manzaralı konutlar olarak karşımızda. Şimdi
bu projeyle de parka ve surlara bakacak yeni yoğun
yapılaşmanın ayak sesleri duyuluyor” diyor.
Öte yandan Tarihi Yedikule Bostanları’nda ‘park
yapılması bile’ hem Türkiye’nin imzaladığı
uluslararası sözleşmelere hem de bu doğrultuda
hazırlanan kent planlarına aykırı bulunuyor. Peyzaj
Mimarları Odası’nın bir itirazı daha var: “Park
projesini hazırlayan 2 firmanın da tescil belgesi
yok. Bu nedenle hazırladıkları planlar da iptal
edilmeli.”
Harvard Üniversitesi’nden Aleksandar Shopov ve Bilgi
Üniversitesi’nden Ayhan Han’ın Toplumsal Tarih
dergisinde yayınlanan makalesine göre kökeni 17’nci
yüzyıla dayanan bostanların yıkılması, mevcut imar
planlarına aykırı. UNESCO Dünya Kültürel ve Doğal
Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme gereğince
2011’de İBB tarafından hazırlanan Tarihi Yarımada
Yönetim Planı’nda “1875 tarihli haritada yer alan ve
günümüze kadar mevcudiyetini devam ettiren bostan
alanları korunacaktır” denilmiş. Planda ayrıca
‘Doğal niteliğini korumuş bostan alanları’ 2. Derece
Koruma Bölgesi olarak listelenmiş.
Peyzaj Mimarları Odası Genel Sekreteri Redife
Kolçak: 6235 sayılı TMMOB Kanunu’na göre hem avan
projeyi hazırlayan Salarha Şehircilik’in hem de
uygulama projesini çizen Kutup Planlama’nın odamızda
firma tescil belgesi yok ve peyzaj projesi çizmeleri
yasal değil. Uzmanlık alanları peyzaj mimarisi
olmayan firmalarca hazırlanan projelerin derhal
iptal edilmesi lazım.
Bostandan 750 bin liralık konaklar çıkmıştı
Molozla kaplanan tarihi bostanların arkasında, 14
bloklu Yedikule Konakları yükseliyor. Konakların
bulunduğu 7 bin 422 metrekarelik arazi de bir
zamanlar bostandı. Önce bostan yıkılarak futbol
sahası yapıldı. 2005 tarihli ‘1/5000 ölçekli Koruma
Amaçlı Nazım İmar Planı’nda burası ‘Kara Surları İç
Koruma Yeşil Alanı’ ve 2. Derece Koruma Bölgesi’ydi.
Arazi, 2006’da 5366 Sayılı Kanun kapsamına alınarak
‘yenileme alanı’ ilan edildi ve yeni bir imar planı
hazırlandı. 2008’de hazırlanan 1/1000 ölçekli imar
planlarında ‘yeşil alan’ yok olmuş, yerinde konaklar
belirmişti.
Belediye: ‘Kamulaştırma sorunu var’
Fatih Belediyesi, planda ‘boş bırakılan’
alanların kamulaştırma işlemi yapıldıktan sonra
projeye tekrar dahil edileceğini söyledi. Avan
projede 2-3 katlı bina görülen konutların yapılıp
yapılmayacağı konusunda sessiz kalan Fatih
Belediyesi yetkilileri “Söz konusu parsel 10.000
metrekare olup Rum Vakfı’na aittir. Kamulaştırma
maliyetini minimuma indirmek için yüzde 20’sinde
düzenleme yapılmıştır. Yüzde 80’lik kısmın kamuya
bedelsiz terki hedeflenmiştir.’’
Radikal, Haber: İdris Emen - Elif İnce,
20.08.2013
|
ANTALYA'DA YASAK KALINCA DAĞ DELİK DEŞİK OLDU
Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca
I. Derece Arkeolojik Sit ve Koruma Alanı ilan ettiği
Oklukaya mevkii, Sit alanı olmaktan çıkarılınca
bölgede faaliyet gösteren mermer ocağı firmalarına
gün doğdu.
Köylüler, “Kaza kaza dağı aşağı indiriyorlar. Zaman
zaman mermerler kontrolsüz bir şekilde yuvarlanıyor.
Korkuyoruz yakında sıra evlerimize gelecek” diyor.
Bir zamanlar Toroslar’da yörüklerin keçi
otlatmak için çıktığı Oklutepe, her geçen gün
haritadan yavaş yavaş siliniyor. Antalya’da
Beydağları’nda açılan mermer ocakları bir yandan
doğayı tahrip etmeye devam ederken öte yandan da
mermer ocaklarına sınır olan yaylalarda yaşam
‘evlerimiz başımıza yıkılacak’ korkusuyla devam
ediyor.
Oklukaya Tepesinde faaliyet gösteren işletme, her
geçen gün tepeden bir parça daha mermer kesiyor.
Çalışma devam ettiği takdirde tepe, yakın gelecekte
haritadan silinecek.

Mermer ocağının bulunduğu tepenin doğu
yamacındaki vadide yer alan koruma altındaki Roma
dönemi kaya mezarları ise mermer ocağından atılan
posanın tehdidi altında.
Roma dönemine ait kaya mezarı arazimi ölçümü yapan
devlet görevlilerince işaretlendi. Mezar üzerine 52
metre ibaresi yerleştirildi.

MERMER OCAĞINDAKİ SİT KALDIRILDI
Doruğunda mermer ocağının, yamacında ise
yaylacıların hayata devam ettiği Antalya’nın
Konyaaltı İlçesi Doyran Mahallesi Oklukaya Mevkii,
Otlukaya tepesinde bulunan tarihi su sarnıçlarından
ötürü bir buçuk yıl önce Antalya Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu’nca I. Derece Arkeolojik Sit ve
Koruma Alanı olarak tescil edildi.
Otlukaya Tepesi’nde 2010 yılından bu yana faaliyet
gösteren işletme Ankara’da bulunan Kültür
Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’na başvurarak yapı
faaliyetlerini olumsuz yönde etkilediği için yapı
kalıntılarının taşınmasını talep etti.
Başvuruyu değerlendiren Kültür Varlıklarını
Koruma Yüksek Kurulu kalıntıların taşınması kararı
verdi ve Antalya Müzesi’ni görevlendirdi. Antalya
Müzesi’nin Otlukaya Tepesi'nde bulunan tarihi su
sarnıcını başka bir alana taşıdığı öğrenildi.
NEFES ALAMIYORUM
Otlukaya Yaylası’nda 1944 yılında doğan ve 69 yıldır
yaylada yaşayan Osman Dalay, mermer ocağından gelen
tozdan dolayı özelikle geceleri nefes almakta
zorlandıklarını söyledi. Yaylada yetiştirdiği
ürünlerinde ise rekolte kaybına uğradığını dile
getiren Dalay, “Kaza kaza dağı aşağı indiriyorlar.
Zaman zaman mermerler kontrolsüz bir şekilde
yuvarlanıyor. Korkuyorum yakında sıra evlerimize
gelecek” dedi.
BİZ ÇİVİ BİLE ÇAKAMIYORUZ
6 hanenin bulunduğu yaylanın bir diğer sakini Ahmet
Dalay ise “Önce tüm alan tarihi kalıntılardan dolayı
sit alanı ilan edilmişti. Ancak daha sonra ne
olduysa bilmiyorum mermerciler yeniden çalışmaya
başladı. Şimdi biz evimizde bir çivi bile
çakamıyoruz” diyerek serzenişini dile getirdi.


Roma Kaya mezarlarının üzerine yapılan
işaretlemeyi ‘tarihi hata’ olarak değerlendiren
İbrahim Tur, Devletin tarihi esrelere sahip çıkması
gerektiğini söyledi.

Hürriyet, Haber: Hamit Seçil, 20.08.2013
|
OSMANLI'NIN MEZAR TAŞLARI İNGİLTERE'DE AÇIK
ARTTIRMADA

Osmanlı
döneminde yaşamış asker ve ilim adamlarına ait mezar
taşları İngiltere’de açık artırmayla satılacak.
Londra’daki High Road Auctions isimli müzayede
evi tarafından bugün yapılacak açık artırmada 17 ve
18’inci yüzyıla ait işlemeli mezar taşları 300 ve
600 Euro arasında başlayan fiyatlarla satışa
sunulacak. İngiltere ve Portekiz’de yapılan bu
satışlar konusunda mücadele veren Serim Kültür
İnisiyatifi kurucusu Ali Serim, mezar taşlarının
İstanbul’un en eski mezarlığı olan Karacaahmet’ten
alınarak yurtdışına çıkarıldığını tespit ettiklerini
söylüyor. İngiltere’nin Batı Londra bölgesinde
faaliyet gösteren High Road Auctions isimli müzayede
evi, satışa çıkacak olan tarihi eserleri
www.highroadauctions.co.uk isimli internet
sitesinden duyurdu. Söz konusu internet sitesinde
yayınlanan mezar taşlarının bir tanesi 17. yüzyıla
ait Şerif Mustafa’nın kızı Hatice Hanım’a diğeri ise
17. yüzyılda yaşamış Ahmet Raif Beyefendi’ye ait.
Tarihi mezar taşlarının Üsküdar Karacaahmet
Mezarlığı’ndan yurtdışına kaçırıldığı belirtiliyor.
Fotoğrafların yanında bulunan açıklamalar kısmında
taşların 18. yüzyıla ait Osmanlı dönemi mezar
taşları olduğu, üzerinde kabartma kitabelerin ve
işlemelerin bulunduğu bilgisi veriliyor.
Ali Serim, İngiltere’de bulunan avukatlar ile
birlikte bu müzayedeyi durdurmaya çalıştığını
belirtiyor. “Bu benim yürüttüğüm bir şey. Aslında
devletin yapması lazım. Burada başta Tabiat Koruma
Kanunu’nda değişiklik yapıp, Osmanlı mezar
taşlarının satışına hapis cezası getirilmeli.”
diyor. Osmanlı mezar taşlarının ticarete
dönüştürüldüğüne dikkat çeken Serim, “İnsanların
atalarının mezar taşlarından para kazanmaları etiğe
aykırı bir şey.” ifadelerini kullanıyor. Serim,
“Arkeolojik eserlerin yurtdışına çıkarılması kanunen
yasaktır. Osmanlı mezar taşları ne yazık ki bu
kapsamın dışında tutulabilmektedir. Gerekli yasal
düzenleme hızla yapılmalıdır.” diyor. Tarihi mezar
taşları uzmanı Nejdet İşli de manevi ve sanat değeri
yüksek bu taşlara gereken ilginin gösterilmediğine
dikkat çekiyor. Kaçakçıların yıllardır tarihi
mezarlıkları çalmaya devam ettiğini söyleyen İşli,
“Devletin mezar taşları ile ilgili kataloglarının,
envanter defterlerinin olması lazım. Bunlar
yapılmadığı için isteyen istediğini çalar.” diye
konuşuyor.
Zaman, Haber: Burak Çan - Kamil Arlı, 20.08.2013
******
İNGİLİZLER MEZAR TAŞLARINI İADE EDECEK
İngiltere'de Osmanlı'ya ait mezar taşlarının
satışının durduruldu. Kültür ve Turizm
Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, bazı
gazetelerde, "İngiliz'den Satılık Osmanlı Mezar
Taşı" başlığıyla yer alan haberde öne sürülen 3
mezar taşının satışa çıkarıldığı yapılan inceleme
sonucu teyit edildiği belirtilerek, "Londra Kültür
Müşavirliğimiz aracılığıyla yapılan görüşmeler
sonucunda, söz konusu mezar taşlarının satışı
durdurulmuş, ülkemize iadesi için kanıt aranmasına
yönelik çalışmalar başlatılmıştır" ifadelerine yer
verildi.
Sabah, 21.08.2013
******
MEZAR TAŞLARI İÇİN
MÜCADELE EDEN BAŞKANA TEHDİT
Mezar taşlarının İngiltere’de açık artırmayla
satılmasının önüne geçmeye çalışan Yıldız Vakfı
Başkanı Ali Serim, tehditlere rağmen ata mirasına
sahip çıkacağını söylüyor.
İngiltere’nin başkenti Lond-ra’da bulunan High
Road Auctions isimli bir müzayede evi, Osmanlı
mirası 4 adet mezar taşını açık artırmaya çıkarmış,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimleriyle satış
durdurulmuştu. Mezar taşlarının satışını gündeme
getiren ve durdurmak için mücadele eden Yıldız Vakfı
Başkanı Ali Serim, tanımadığı kişilerce tehdit
edildiğini söyledi. Serim, önceki gün Nişantaşı’nda
bir restoran çıkışında yanına gelen şahsın
kendisini, “Mezar taşı işi seni aşar. Çok fazla
uğraşma, seni iş göremez hale getiririz. Yıldız
Vakfı’nı da kapatırız.” diye tehdit ettiğini
anlattı. Serim, tehditlere rağmen ata mirası
eserlerin satılmasına izin vermeyeceklerini ifade
etti.
Yaşanan bu gelişme Türkiye’nin tarihi eser
kaçakçılığı alanında hızlı ve kararlı olunduğunda
sonuç alınabileceğini göstermiş oldu. Ancak, Osmanlı
dönemine ait mezar taşlarının satışı ilk değil. Daha
önce de yapılan birçok müzayedede mezar taşı ve
mezar sarıkları yüksek fiyatlara satıldı.
İngiltere’de faaliyet gösteren farklı müzayede
kuruluşlarında mezar taşları açık artırmaya
çıkarıldı. www.christies.com isimli müzayede evinde
2012 yılında satılan 17. yüzyıla ait mezar taşı 2
bin 750 sterline (9 bin TL) satıldı. www.bonhams.com
adlı internet sitesinde ise 2007 yılında 17. ve
18’inci yüzyıllara ait mezar taşı kavuğu 7 bin 800
sterline (23 bin 400 TL) açık artırmayla alıcı
buldu. Yine aynı sitede 2010 yılında mezar taşı 3
bin sterlinden (10 bin TL) müzayede edildi.
Mezar taşlarının katalogları olmalı
İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinde bulunan
Osmanlı mezarlıklarında sanatsal değeri yüksek mezar
taşları bulunuyor. Ne var ki bu mezarlıklar
hırsızların insafına terk edilmiş durumda.
Karacaahmet, Üsküdar, Vaniköy, Yahya Efendi gibi
mezarlıklarda bulunan taşlar çalınarak yurtdışına
kaçırılıyor. Özellikle 3. Ahmet’in padişah olduğu
Lale Devri’ne ait bu eserler, manevi değerinin
yanında sanatsal özelliği ile de ön plana çıkıyor. O
dönemin en ünlü hattat ve mermer ustalarının yaptığı
bu eserler, yurtdışında büyük ilgi görüyor. Mezar
taşlarının katalog arşivi yapılmadığı için hangi
mezar taşının nereden çalındığı da bulunamıyor.
Karacaahmet Mezarlığı’nda tarihi taşlara verilen
numaralandırma sistemi de hiçbir kontrol yapılmadığı
için yetersiz kalıyor. Vaniköy’de bulunan tarihi
mezarlığın kapısı da iple bağlanarak korunuyor.
Osmanlı mezar taşları uzmanı Nejdet İşli, bütün
mezar taşlarının tek nüsha olarak yapıldığını ve
sanat değerinin yüksek olduğunu söylüyor. Türkiye’de
çalınan bir mezar taşının ispatının mümkün
olmadığını belirten İşli, “Daha önce satılmış olan
bir mezar taşı ilmiye kavuğu olarak adlandırılır ve
bu eser çok kıymetlidir. Enderun işlemeleri olan son
derece önemli bir eserdir.” diyor. Taşa numara
koymakla tescilinin olmayacağını ifade eden İşli,
“Devletin mezar taşları ile ilgili kataloglarının,
envanter defterleri olması lazım. Bir müzeye eski
mezar taşı verildiği zaman günü gününe envanter
defterine kaydedersin. Bu şekilde çalınmayı
önleyebilirsin. Bunlar yapılmadığı için isteyen
istediğini istediği şekilde çalar.” ifadelerini
kullanıyor.
Zaman, Haber: Burak
Çan - Kamil Arlı, 22.08.2013
|
ZİNCİRLİ HÖYÜK'TE 8. ETAP KAZILARI BAŞLADI
Gaziantep'in İslahiye İlçesi'ne bağlı Zincirli Köyü'nde, 5 bin yıllık tarihi kalıntıların bulunduğu Zincirli Höyük'te 8'inci etap kazıları başladı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ABD'deki Chicago Üniversitesi'nin 2006 yılında Zincirli Höyük'te ortaklaşa başlattığı kazıların 8'inci etabı akademisyen ve öğrenciler tarafından sürdürülüyor. Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof Dr. David Schloen'in başkanlığında 6 ayrı alanda yapılan kazılarda, hayvan kemiklerine ve çömlek gibi ev eşyalarına rastlanıldı.
Prof Dr. David Schloen, kazılarda bulunan hayvan kemikleri, kerpiç, mızrak ucu gibi kalıntıların, bölgede insanların yaşadığına ve büyük bir doğal afetin izlerine ilişkin bilgilerini verdiğini söyledi. Prof Dr. Schloen, "2008 yılında Zincirli Höyük'te çıkarılan ve Amerika'da 'Yılın en önemli 10 arkeolojik buluşu' arasında yer alan yazıtın ışığında, başladığımız kazılarda yeni bir sürpriz bekliyoruz. Zincirli Höyük, eski kent Sam'al, Mezopotamya'da ve Anadolu'da damgasını vuran Hitit İmparatorluğu'nun 12'nci yüzyıl başlarında yıkılmasından sonra kurulan ve Geç Hitit krallıklarından birinin merkezi olarak kabul ediliyor" dedi.
haberler.com, 20.08.2013
|
 |

|
ALTINTEPE KALESİ'NDEKİ KAZI ÇALIŞMALARINA YENİDEN
BAŞLANDI
Altıntepe Kalesi Kaynaklara göre,
Urartular döneminde inşa edilen Altıntepe Kalesi,
Erzincan il merkezinin kuzeydoğusunda yaklaşık 60 metre yüksekliğindeki tepe üzerinde bulunuyor.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun önemli bir merkezi konumundaki tepenin doğu yüzündeki burun üzerinde üç nefli, zemini mozaik kaplı bir kilise mevcut. Sur duvarları, kabul salonu, açık hava tapınağı, mezarları ve gelişmiş kanalizasyon şebekesiyle Doğu Anadolu bölgesinde örnek bir yapıya sahip Altıntepe'de, 2003 yılından itibaren Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerince kazı çalışması yürütülüyor.
Mynet Haber, 20.08.2013
|
KYZKOS ANTİK KENTİNDE KAZI

Balıkesir'in Erdek
İlçesi Düzler mevkiinde bulunan 2500 yıllık tarihi
geçmişi olan Kyzikos antik kentinde, 2013 yılı kazı çalışmaları başladı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 150 bin lira tahsis
ettiği kazı çalışmalarında, Erdek Belediyesi de kazı
ekibine yiyecek yardımı yapıyor. Kazı çalışmalarında
bu yılki hedefin, dünyanın sekizinci harikasından
biri olarak kabul edilen Hadrianus Tapınağı'nın
gerçek boyutunu ortaya çıkarmak olduğu açıklandı.
Erdek'e 5 kilometre mesafede olan Düzler mevkiinde
bulunan Kyzikos antik kentinde, 2013 yılı kazıları
başladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nden Doçent Dr. Nurettin
Koçhan'ın başkanlığında, Yrd. Doç.Dr. Korkmaz
Meral'in başkan yardımcılığındaki kazılarda 1
doktora öğrencisi, 3 yüksek lisans öğrencisi, 19
lisans öğrencisi ve 23 işçi görev alıyor. Bakanlığın
yeterli olmayan 150 bin TL ödenek ayırdığı
çalışmalarda, Erdek Belediyesi ise çalışanları gıda
yardımında bulunuyor.
Çalışmalar hakkında bilgi veren Kazı Başkan
Yardımcısı Yrd. Doç.Dr. Korkmaz Meral şunları
anlattı:
"Son yedi yıldır kazı çalışmalarını belirli
dönemlerde sürdürdük. Bu sene sekizinci yıla girdik.
Yaptığımız çalışmalar sırasında çok önemli eserleri
ortaya çıkardık. Bu sene kendimize iki hedef
belirledik. Bunlardan birincisi, geçen yıl bir
bölümünü ortaya çıkardığımız, geç dönemde yapılan
kilise olduğunu sandığımız, ek yapının gerçek
işlevini ortaya çıkarmak. İkinci hedefimiz ise üç
yıl önce tapınağın 116 metre olan gerçek boyutunu
net olarak tesbit etmek. Bu sene de tapınağın diğer
kısa kenarının ölçülerini öğrenerek, en azından bu
önemli tapınağın, gerçek boyutlarının ne kadar bir
alanı kapladığını tesbit etmek. Üçüncüsü ise, geçen
yıl yapılan çalışmaların son döneminde ortaya
çıkardığımız 3 metre yüksekliğinde sütün altlığının
gün yüzüne tam olarak çıkması. Sütün altını
çıkartılması işlemi bir hafta içersinde tamamlanır
düşüncesindeyiz. Çıkartılacak bu eser bize
bulunanlar içersinde çok güzel bir örnek ve
tapınaklara konulan başlıklar konusunda iyi bir
fikir veriyor."
Devam eden çalışmalar kapsamında, tapınağın batı
kısmında bir açıklık bulduklarını, oradan içeri
girerek, tonozların iç kısımlarını açmaya
çalıştıklarını belirten Yrd. Doç.Dr. Korkmaz Meral,
"Buranın boşaltılmasından sonra, Kyzikos Hadrianus
tapınağında, depremde zarar gören büyük boyutta
mimari kalıntıların yanı sıra, galerilerin de
ziyaretciler tarafından gezilebileceğini açıkladı.
ORTAYA ÇIKARTILANLAR
Hadrianus Tapınağı'nın ortaya çıkartılması için
geçen yedi sene içersinde yapılan çalışmalarda,
gerçek boyutunun 116 metre olduğu tahmin edilen
tapınağa ait mermer basamaklar ve 3 giriş kapısı
olan ve kilise olduğu tahmin edilen bir yapı ile
Pithos denilen küp şeklinde erzak deposu, 17 metre
yüksekliğindeki sütunların 2.25 metre çapında
tamburları, tapınağa ait 105- 85 ebadında mermer
çatı kiremidi, tapınak basamakları, frizler, ve
içinde 10 kişinin hediyeleriyle birlikte gömülü
olduğu bir lahit mezar, Kyzikos paraları,aslan başlı
su olukları ortaya çıkartıldı.
Gerçek Gündem, Haber: Erdem Özcan - Ahmet Demir,
20.08.2013
|
MİMARLIK TARİHİ SÖYLEŞİLERİ: AFİFE BATUR

Betül Atasoy: İTÜ
Mimarlık Tarihi kürsüsünün kurulmasında yer alan
biri olarak bu sürecin nasıl geliştiğini bizimle
paylaşır mısınız? Ayrıca mimarlık tarihinin
Türkiye'de farklı bir uzmanlık alanı olarak
ayrılmasında rol oynayan aktörler kimlerdi?
Afife Batur: Böyle resmi bir
süreç ilk olarak bizim üniversitemizde başladı
diyebiliriz. Bunun öncesinde tabii ki mimarlık
tarihi dersleri okutuluyordu, hatta geçenlerde
düzenlenen Ali Saim Ülgen Konferansı'nda da gördük
ki o dönemde de mimarlık tarihi dersleri program
içerisindeydi. Kuşkusuz, Beaux-Arts modelini
benimseyen Sanayi-i Nefise'nin kuruluşundan itibaren
bu dersler veriliyordu. Ancak bunun bir ana bilim
dalı olarak resmiyet kazanması -bunu iddia etmek çok
tevazu dışı görülebilir - bizim kürsüye nasip oldu
diyelim. Çünkü kürsümüzün kuruluşunda Prof. Paolo
Verzone gibi tecrübeli ve yetkin bir bilim adamının
birikimi ve attığı temeller vardı. Elbette Prof.
Onat döneminin bilimsel ciddiyeti de göz ardı
edilemez.
Lisans öğrenciliğimin son döneminde Prof. Verzone
rölöve derslerine gelirdi. Rölöve-1 dersi yapısal
öğelerinin çizim tekniklerinin eğitimini veren bir
dersti. Rölöve-2 ise daha komplike, bina bazında bir
proje olarak yapılıyordu. Bu derslerin içeriğini ve
yürütülüşünü Verzone düzenlemiş olmalıydı.. Bu
dersler ister istemez bazı teorik bilgilerin de
derlenmesini içeriyordu. Prof. Verzone tabii Antik,
Bizans, Roma, Rönesans mimarisini anlatıyordu. Ancak
Osmanlı mimarisinin bilimsel bir prosedüre
oturtulması bildiğim kadarıyla Prof. Doğan Kuban'a
aittir.
BA: Akademideki eğitim ve çalışma yaklaşımları
ekollerle mi gelişir ve değişir? Bu bağlamda Doğan
Kuban'ın İTÜ'deki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
AB: Tabii bilginin örgütlenmesi
ve araştırma yaklaşımları, biraz ekollerin
anlayışlarına paralel olarak belirlenir. Doğan
Kuban, birikimi yoğun ve ilgileri çok geniş bir
insandır. Toplumsal sorunlara da duyarlı ve onları
tarih bilgisinin ışığında değerlendirebilen bir
birikime sahiptir. Dolayısıyla mimarlık tarihine
"biçimler tarihi"nin ötesinde daha derin ve daha
geniş bir yaklaşım getirdi. O döneme kadar İstanbul
Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'nde mimarlık tarihi
de okutuluyordu ama okutulanlar ağırlıklı olarak
biçime, biçim analizine ve sınıflandırmasına
yönelikti. Toplumsal bağlamda değerlendirilmesi,
düşünsel akımlar bağlamında öneriler getirilmesi ve
onlara sosyo kültürel bir içerik kazandırması
Kuban'ın sanıyorum başat katkısıdır. Bu açılımın
benimsenmesi bizim dönemimizde oldu. Biz hatta
kendimizi bu yeni yaklaşım açısından çok farklı bir
yerde olduğumuzu hissederek çalıştık ve bunu
yerleştirmeye ve kökleştirmeye, bunun bir çeşit
ekolünü kurmaya gayret ettik.
BA: Geç dönem Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi
mimarisinde uzmanlaşmanızda hangi olaylar ve kişiler
etkili oldu?
AB: Benim alışılmış, skolastik
bir çizgi üzerinde başladığım doktora tezimi Prof.
Kuban, Osmanlı erken ve klasik dönem mimarlığının
strüktür/biçim ilişkilerine yönlendirdi. Şanslıydım
çünkü tez danışmanım olan Prof. H. Kemali
Söylemezoğlu da bu açılımı benimsedi ve bir irdeleme
çizgisine yöneltti. Kemerleri inceledim ama
kemerleri de biraz mimar biraz statikçi gözüyle
değerlendirmeye çalışarak inceledim. Doçentlik
tezimde de strüktür/biçim bağlamını sürdürdüm. Bu
kez geçiş öğeleri ve eğrisel örtülerde Osmanlı
mimarisinin ana tasarım motiflerini ve
bağlantılarını incelemeye yöneldim. Bu, tabii
mimarlık fakültesinde olmanın getirdiği bir durumdu.
Yani eğrisel örtüleri sanat tarihi bölümünde
okutulan derslerden birine entegre etmek kolay
değildi. Çünkü oradaki altyapı, eğrisel örtü
sistematiğini analiz edecek birikimin dışında.
Sadece kemerler değil, yapabilseydim -kendi
konseptimi kurarken Doğan Kuban'ın bana verdiği
misyon doğrultusunda- Osmanlı strüktür elemanlarıyla
biçim arasındaki ilişkinin deşifre edilip
anlamlandırılmasını tamamlayacaktım. Tabii buna
sadece kemerler ve eğrisel örtüler dahil değildi,
sütunlar, sütun başlıkları ve duvarlar da dahildi.
Kısacası beş ana öğeden oluşan bir kurgunun
belirlenmesiyle işe başlamıştım. Bilgi birikimi
şimdiki gibi yoğun değildi. Malzeme toplama
açısından bile büyük zorluklar çekiyorduk. Burs
sistemleri ya da destek programları da yoktu. Kendi
üç kuruşluk asistan maaşlarımızla tamamen bir
fedakarlık organizasyonu içerisinde çalıştım. İki
sene geçtikten sonra baktım ki irdeleyeceğim
malzemeyi toplamakta bile zorlanıyorum. Bunun
üzerine sadece kemerleri doktora tezi olarak yapmaya
karar verdik. Diğer topladığım verileri bir kenara
bıraktım. Bu aşamada Turgut Cansever'in "sütun
başlıkları" üzerine tez yapmış olması da bana yardım
etti diyebilirim. Sütun başlıkları yapıldı, ben de
sütunları incelerim dedim ama konu biraz içiçe
geçmişti, ki bir mimar inceleme yapmıştı bu açıdan
sütun ve sütun başlıkları konularını bıraktım.
Osmanlı'da duvarları ayrı bir makale olarak
yayınladım, o da sadece bir bölümüdür. İlknur Kolay
bundan bir doktora tezi çıkardı. Benimkisi yüz küsur
sayfalık, duvarlarla ilgili ilk niteliğinde bir
yayın. En nihayetinde kemerler üzerine de doktora
tezimi yapınca, eğrisel örtüleri doçentlik çalışmama
bıraktım.
Çok zor şartlarda bu çalışmaları gerçekleştirdim.
Asistan maaşları çok düşüktü ve ben aileden gelen
bir gelire de sahip değildim. Bana yardım edecek
asistanlarım da yoktu, hiçbir yerden destek
alamıyordum. Nitekim doktora tezinde gördüğünüz
kemerlerin bütün rölövelerini bizzat yaptım, bu
sebepten doktoramı 9 senede bitirmek durumunda
kaldım. Eğrisel örtüleri de çalıştım, hatta
geçenlerde Aras Neftçi "Hocam neden yayınlamadınız?"
diye sordu. Bizim zamanımızda yatırım yapacak parası
olan birileri , kurumlar yoktu, nerede
bastıracaktım? Doktora tezleri mecburi olarak
basılıyordu İTÜ'nün kendi matbaasında. Ancak
doçentlik tezlerini basmak gibi bir yükümlülüğü
yoktu. O konuda başka hiç çalışma yok. Dedim ne
yapayım artık gençler çalışsın. Yayınlanmadığı için
tabii o da böyle battal vaziyette duruyor.
Doktora sırasında dışarıdan dersler aldım.
İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'ne gittim,
Oktay Aslanapa'nın derslerine katıldım. Orayı
tanıdım. Beni en çok şaşırtan şeylerden biri,
etrafımızda İstanbul'u oluşturan mimari birikimin
neredeyse yarısı olan 18. ve 19. yüzyıl binaları yok
sayılmasıydı. "Dejenerasyon... Dejenerasyon..."
Acaba nasıl bir dejenerasyon? Dejenere olmak için
bile bir felsefi dayanak lazım. Bu hiçbir zaman dile
getirilmiyordu. Bu dejenerasyon ifadesi o zamanki
milliyetçi ideolojiye dayanan bir sınırlandırma
olmalıydı. O dönem strüktürel anlamda mimariyi
çözümlemek çabasındaydım ancak bu ifadeler ilgimi
çekmişti. "Bu bölümü bitirdim öbür tarafa geçeceğim"
dedim kendi kendime. Çünkü bakir bir alan. Kimse
çalışmamış bu konuda. Bir tek Doğan Kuban'ın
yeterlik tezi olarak - o da Prof. Verzone'in önerisi
olmalı- yazdığı 'Osmanlı Barok Mimarisi' vardı.
Böylece geç dönem Osmanlı mimarlığı üzerine
çalışmaya başladım. Bu alanda devam etmeye karar
verdikten sonra ilk çalışmamı, 'dejenerasyon
sisteminin' ilk olarak görüldüğü Lale Devri
üzerine yaptım. O zamanlar "Lale Devri'nde başladı
her şey" deniyordu. Tabii Oktay Bey de giderek
yaklaşımını değiştirdi. Tam o sırada İstanbul'a
Amarikalı bir hoca geldi. Beni onun asistanlığına
verdiler. İstanbul'un Antik dönemden başlayıp
günümüze kadar olan tarihi yapılarını dolaştırdım.
Bu sırada Beşiktaş'daki Şeyh Zafir Türbesi dikkatimi
çekti. "Gelmişken şuraya da bakalım, her ne kadar
önemsenmiyor ise de böyle bir yapı var ve ben
bilinçsizce de olsa bir ilgi duyuyorum" dedim. Çok
heyecanlandı görünce. "Niye çalışmıyorsun bunu?"
dedi. Sonra İstanbul'daki 8-10 tane Art Nouveau
yapıyı tanıtan ilk derlemeleri yaptı. Ve beni Art
Neuveau'ya yöneltti. Böylece Lale Devri'ne başlarken
Art Neuveau'ya sıçradık. Art Nouveau'nun Osmanlı
mimarlığının geç dönemiyle tarihsel bağlarını
araştırmaya giriştim. Araştırırken gördüm ki Art
Nouveau her ülkede kendine özgü bir model ortaya
çıkarıyor. İstanbul'un da farklı bir modeli olduğunu
fark ettim. O modelin Osmanlı geç dönem mimarisi ile
olan bağlarını birer birer keşfetmeye giriştim.
Benim için çok heyecan verici bir bulguydu. Bu
konudaki ilk çalışmamı 1975 yılındaki Uluslar arası
Türk Sanatları Kongresi'nde verdiğim bir bildiri ile
lanse ettim. Şimdilerde herkes son dönemle
ilgileniyor. O Kongrede 150 katılımcı içinden geç
dönem mimarisine yönelik yalnızca 3 kişinin
bildirisi vardı. Yıldırım Yavuz Mimar Kemalettin'i
anlatıyordu, ben Art Nouveau'yu anlatıyordum, diğer
konuşmacı da Batı Anadolu'daki Barok camiler üzerine
bir bildiri vermişti.
Sonra tabii başka talepler oldu. Örneğin ünlü
hırsızım geldi (gülüyor) ve benden Balyan yapıları
ve geç dönem mimarisi ile ilgili ansiklopedi
maddeleri istedi. 2 yıl çalıştım. Dolmabahçe Sarayı
başta olmak üzere kimsenin kafa yormadığı, gidip
görmediği, bilmediği bir yığın yapıyı inceledim.
Dolmabahçe Sarayı ile ilgili popüler birkaç yayından
başka bir şey yoktu. Fakat aynı kişi benim yalnızca
Balyan dönemi için verdiklerimi alarak "Osmanlı
Mimarlığında Balyanlar" diye bir kitap yayınladı.
Benim bilgimi başlarına uydurma tarih bilgileri
ekleyerek yayınladı. Bu katastrofik olay, benim için
önemli bir deneyim oldu. Dürtü yarattı bende. O
itki, benim elimde çok önemli bir bilgi birikiminin
oluşmasını sağladı. Balyan olmayan bir yığın yapı da
bana verilen listede vardı ve ben onları da
çalışmıştım. Ancak kitapta hemen hemen hepsi Balyan
yapısı olarak tanıtıldı. Emrime fotoğrafçı
verilmişti. Ben fotoğraflarını çektiriyordum.
Filmler alınıyor, baskılar bana veriliyordu. Elimde
bir tek Balyan yapıları ile ilgili foto baskı
koleksiyonu var şu anda. Birikim böyle olunca Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi yayına hazırlanırken
ben onun yayın kuruluna alındım.
Orada sanıyorum
160-170'den fazla madde yazdım. Bu çalışma benim
için bir külliyat oluşturdu.
Arkasından Tarih Vakfı benden Habitat 2
konferansı için "Dünya Kenti İstanbul" diye bir
sergi istedi. Aşağı yukarı 1.5 yıl süren geceli
gündüzlü bir çalışma ile o sergiyi de yaptım. Benim
için sadece mimarlık değildi, aynı zamanda
küratörlüktü. Sergiyle İstanbul'un sanat tarihi,
musiki tarihi birikimi ile coğrafi, biyolojik,
medyatik özelliklerini belgeleyerek –bence- görkemli
bir birikim oluşturduk. Kısa metraj 12 belgesel
yaptık. Birkaç tanesi dışında konsept yazılarını da
ben verdim. Bu filmler, Tarih Vakfı sergisinde, her
reyonda biri olmak üzere gösterime girmişlerdi. Bu
sergi kamuoyunun büyük ilgisini çekmişti. Kamuoyu
ilk kez İstanbul'un tarihi ile birebir
karşılaşıyordu. Çok öğretici bir sergi idi. Çok
sayıda bilim adamı katılmıştı. Prehistoria'dan
günümüze kadar her alanın uzmanlarının içinde yer
aldığı bir birikimdi. Tümünü ben organize ediyordum.
Küratörlük birimi 3 kişi idi. Ben, Ayla Ödekan ve
Stefan Yerasimos. Hepimiz marrka isimler olduk (şaka
tabii). Bu Sergi ve yayınları, bana inanılmaz bir
birikime sahip olma olanağı verdi. Çok yorucu ve
yıpratıcı bir çalışmaydı. Sonunda yüz akıyla
çıktığımıza inanıyorum.
BA: Peki Cumhuriyet dönemi üzerine çalışmaya
nasıl başladınız?
AB: Bu kadar yakın dönemle
çalıştıktan sonra Mimarlar Odası "Biraz da
Cumhuriyet dönemi çalışır mısınız?" dedi. Mimarlar
Odası için Cumhuriyet dönemi bilgilerini toplayan
yayınlar ve bir İngilizce kitap hazırladım. Çok
çeşitli kongreler düzenledik. Özellikle mimarlık
ödül sistemi kurulurken kuruculardan biriydim ve ilk
2 dönem orada jüri üyeliği yaptım. Cumhuriyet
mimarlığının nasıl ve hangi stratejilerle ele
alınacağının, üzerinde nasıl çalışılacağının
temellerini attık diyebilirim. Yıldırım Yavuz'la
beraber çalıştık. Bu vesileyle söyleyeyim, doğrusu
çok iyi arkadaşlarım ve dostlarım oldu. Bugün Stefan
Yerasimos'un adı her geçişinde yüreğim sızlar. Büyük
kayıptır bizim için. Ayla Ödekan desen öyle. Doğan
Kuban ekolünün gözüyle, derinlemesine ve kapsamlı
inceleyen bir Bizans ustasıdır.
BA: Gerçi bakıldığında Doğan Kuban'ın mimarlık
tarihi alanında yönlendirmediği, etkilemediği bir
insan yok gibi görünüyor...
AB: Biz onun dibinde, elinin
altında yaşayan insanlardık. Ben ömrümün sonuna
kadar onun asistanı olarak kalacağım. Profesör de
olsam asistanıydım. Doğan Kuban'ın Türkiye'deki
diğer anabilim başkanlarında görmediğim bir yanı
vardı. Olağanüstü bir şekilde eleştiriye açık
biriydi. En sert eleştirileri bile ona yapabilirdik.
Kendisi başkalarına da yapardı. Dolayısıyla
eleştirinin en sertine bile açıktı.
BA: Bu kadar eleştiriye açık olmak zor olsa
gerek.
AB: Ama doğru da bir şey. Onu
zenginleştirdi bu. Hele benim eşim (Selçuk Batur)
çok dobra biriydi. "Doğan Abi" derdi ve istediğini
söylerdi. Siyasi, kültürel ve bilimsel konulardaki
her şey için istediğimizi söylerdik ona. Bu
karşılıklı diyalog, bizi, hepimizi çok
zenginleştirdi.
Bir de benim Paolo Verzone ile İtalya'da bir
dönemim oldu. Torino'ya gittim. Onun kurucusu olduğu
Politecnico di Torino'da çalıştım. Orada bugün için
yüksek lisans denilen, 6 ay süren kurslara devam
ettim. Akşamları para kazanmak için de Prof.
Verzone'nin ofisinde rölöveleri temize çekiyordum.
Hierapolis'te kazı yapılıyordu, Prof. Verzone de
rölöveleri yapıyordu. Ben bir ara kazı yerine de
gittim. Yaklaşık 5 ay rölöveleri çizdim. Bunların
hepsi deney tabii. Biz mimarlık tarihi derslerimizde
bütün mimarlık ekollerine ait sütun başlıklarının,
kemerlerin hepsini kendimiz elle çizer, asistanın
masasına bırakırdık. Benden önce Erdoğan Yalkın
vardı, başka da asistan yoktu. İkinci asistan ben
gelmiştim.
Asistanlığa girişim de şöyle oldu, çok komik bir
hikayedir. Asistan yoktu, Erdoğan Abi de mimarlık
yapmak üzere ayrılmak istiyordu. Ben de mimarlık
tarihine ilgi duyuyordum. Doğan Bey bir gün beni
çağırdı. "Asistan olmak istiyormuşsun öyle mi?"
dedi. "Evet hocam" dedim. O dönem Doğan Kuban henüz
doçentti. "Yabancı dil olarak hangi dili
biliyorsun?" dedi. "Fransızca" dedim. Bir dergi
çıkarıp önüme koydu ve "Oku bakayım" dedi, okudum.
"Tercüme et" dedi, tercüme ettim. "Git sınav için
dekanlığa adını yazdır" dedi. Böyle asistan oldum.
BA: Sizce mimarlık ve sanat tarihinde mimar
olmanın getirisi ne olur, tam tersi tarihçi olarak
mimarlık tarihi alanına giren birisi nasıl bir
perspektifle katkıda bulunabilir?
AB: Bunun örnekleri var.
Kişisellliğe dökmemek gerek ama sanat tarihçisi
olarak mimarlık tarihi ile ilgilenen en bildik kişi
Oktay Bey'dir. Kendisi çok önemli ve kıymetli bir
sanat tarihçisidir. Fakat yapıya daha çok biçimsel
kurgu analizi yolu ile yaklaşır. Bizler mimar olan
mimarlık tarihçileri sadece biçimsel kurgu değil,
strüktürel kurgu, inşai kurgu hatta maliyet, mal
sahibi-mimar ilişkisi, kent-yapı ilişkisi, çok
bağlantılı, mimarın bağlı olduğu çoğul ortamın bir
ürünü olarak bakarız mimari yapıta. Tarihçinin
bakışı da çok önemli. Mimar olmadan tarihçi
perspektifi ile bakıldığında soru, tarihi olguların
perspektifine çekilir. Biz maddi doğuşun koşulları
perspektifinde bakarız. Şehircilik, arsa sorunları,
topografyası, zeminin sağlamlığı... Bizim bakışımız
daha bir farklıdır. Her 3 grubun birbirini
tamamlayan tarafları var. Bizim de biçimsel
çözümlerimiz yeterince zengin olmuyor olabilir. Ben
de zaten o alana çok bulaşmak istemem.
BA: Mimarlar Odası'nda da yıllardır aktif görev
alan biri olarak yakından gözlemlediğiniz bir
durumdur diye düşünüyorum, pratikteki bir mimar,
mimarlık tarihinden nasıl faydalanır?
AB: Çok önemli bir soru. Çünkü
mimarlar ve mimarlık öğrencilerinin hiçbirisi
mimarlık tarihini ana ders olarak görmezler.
Geçilmesi gereken bir ders gibi görür. Oysa
mimarlığın tarihi önemli bir evrim modelidir. Orada
ilk insanların yerleşme modellerinden başlayarak
günümüze kadar o evrimi incelediğiniz zaman bir
yapının tasarımının, inşasının, anlatılmasının ve
kurgusunun kendi içinde geçirdiği evreleri
öğrenirsiniz ve o kurgu sistematiği sizin kurgu
sistematiğinizi de zenginleştirir. Diyelim ki Mimar
Sinan geldi Ayasofya'yı gördü. Bir mimarlık tarihi
dersiydi onun için besbelli. Ya da öteki kiliseleri
gördü. Bir mimar olarak istediği kadar dindar olsun,
kiliselerden bir şeyler öğrenmiştir. Bir mimar olup
da Küçük Ayasofya'nın strüktürünü anlamaya cehd
etmemiş birisi kalkıp Selimiye'yi yapamaz. Onu
taklit mi etti? Asla... Ama insan zekasının
strüktürel kurgu için nerelere açılabileceğinin
cesaretini orada buldu. Mimar durup dururken 6
destekli, 8 destekli bina yapayım demez. Denemeye
girişir ama o girişimin bile bir uyarıcısı vardır.
Sonra onun eksiklerinin tamamlanması duygusu hakim
olur. Bir uyarandır o, ilham kaynağıdır diyelim.
BA: Cumhuriyet mimarisi ile geç dönem Osmanlı
mimarisi birbirinden çok ayrı anlatılan ama
birbirine çok yakın dönemler. Birbirlerine temas
etmelerinden kaçınılıyor gibi. Bir cumhuriyet
mimarisi var sanki havadan inmiş gibi. Bir de geç
dönem mimarisi var o da ayrı bir dönem gibi
anlatılıyor. Türkiye'deki tarih yazımı açısından
bunu değerlendirebilir misiniz?
AB: Değerlendirmeye çalışayım
kendi görüşüm çerçevesinde. Cumhuriyet dönemi
Osmanlı mimarlığından kopuk bir mimari değildir.
Realitenin bir devamlılık içerdiğini biliyorum.
1914'de bina yapanlar, 1920'de de 1925'de de bina
yaptılar. Mimarlık öyle bir şey ki, sadece bize özgü
değil, bütün dünyada da böyledir, devingendir ve
icat etmeye, kendini yenilemeye yatkındır veya
mecburdur. Hiçbir mimar kendinden önceki mimarı
taklit etmeye girişmez. Bilmek başka, taklit etmek
başka. Her mimar kendinden öncekini bilmeyebilir,
yüzeyden bakıyor olabilir. Yine de yeni bir şeyler
yapmak ister. Önemli ve büyük mimar dediğimiz
kişiler kendinden öncesini bilen ve onu aşması
gerektiğinin bilincinde olan kişilerdir.
Ancak tabii ki şöyle bir kopukluk yaşanmıştır.
Osmanlı Devleti'nin özellikle son dönemlerinde
Osmanlı mimarisinde yabancı kökenli mimarlar
ağırlıktaydı. Yavaş yavaş mühendishane ve sonra
Sanayi Nefise Mektebi'nin kurulmasıyla 19. yüzyıl
biterken Türkiyeli mimarlar da gün yüzüne çıkmaya
başladılar. 1914'lere gelene kadar sağlam bir kadro
vardı. Sadece mimari kadro değil, işci ve usta
kadrosu, kalfa kadrosu da çok sağlamdı. Bunların
büyük çoğunluğu da Ermeni ve Rumdu. Bugün Dolmabahçe
Sarayı arşivlerine baktığınız zaman yapıların
çoğunluğunun Ermeni kalfalar tarafından veya Rum
sanatkarlar tarafından yapıldığını görüyoruz. Bizim
bu binanın yapımında da öyle (Taşkışla). Buranın
projesini İngiliz W.J.Smith çizmiş, Stefan Kalfa
inşa etmiş. 1920'lere gelindiğinde Stefan Kalfa yok.
Kopukluk orada oluşuyor. Mimar var ama Rum ve Ermeni
usta ve mimar yok veya sayıları çok az. O büyük bir
eksiklikti. Ankara'daki yapılar inşa edilirken çok
büyük sıkıntı çekiyorlardı. Alelacele Macaristan'dan
usta çağırdılar. Orada öyle olunca ister istemez
mimar ne tasarlarsa tasarlasın uygulanamıyor. Öyle
bir kopukluk dönemi yaşandı yani. Yapı usta
okullarının alelacele kurulmasının,
geliştirilmesinin nedenlerinden biri de odur. Mimar
sayısı da çok azdı. Levantenler, yabancı mimarlar
Osmanlı devletinin sonu ile birlikte ülkelerine
döndüklerinden veya İstanbul'da kalsalar bile
Ankara'ya gitmediklerinden devlet mecburen Türk
mimar çalıştırmak zorundaydı. Onlar da en fazla 10
tane mimar. Yeni bir başkentin kuruluşu için
yetersiz görüldü. Yeterli miydiler, o tartışılır.
Bir Holzmeister olabilirler miydi, onu iddia edemem.
Ancak ille Türkler çalışsın diye inat edilseydi
belki daha farklı bir şeyler olabilirdi. 1920
sonlarına, 1930'lara gelindiğinde devletin ideolojik
kurgusunun kendini tarif etmesi durumu söz
konusuydu. Kaçınılmaz, çünkü imparatorluk yıkılmış
ve yerine Cumhuriyet kurulmuş. Mutlaka farklı bir
ideoloji ile ortaya çıkmak zorundasın. Cumhuriyet'in
zorunluluğu, transformasyonu... O transformasyonu
yapmazsan imparatorluğu devam ettirmek gerekiyordu.
Ama imparatorluk yıkılmış artık. Onun kurumlarından
hiç yararlanılmadı mı, yararlanıldı tabii. Bütün
Osmanlı yasaları değiştirilene kadar geçerliydi.
Osmanlı mekteplerinden mezun olan mimarların hepsi
Ankara'da çalıştılar. Okullar devam ediyordu,
okullarda okutulan dersler devam ediyordu.
Değişiklik 30'lardan itibaren başladı.
30'larda bu
genç cumhuriyetin kendini tarif etmesi, çağdaş bir
cumhuriyet olarak ifade etmesi ve kurgulaması
zorunluydu. Başkası yapılamazdı diye düşünüyorum.
Bizim gibi Cumhuriyet'e dönüşen yer yok. Mısır ne
yaptı? Benzer bir şey yaptı, cumhuriyet kurdu ama
devrim sürecine girmedi. Hatalar olmadı mı? Oldu
tabii, bütün devletlerin kuruluşunda olduğu gibi
burada da hatalar ve eksiklikler vardı. Ama
30'lardan itibaren kısmen Holzmeister, ardından Egli
ile başlayan modernizme dönüş, farklı bir sistem
getirdi. Ama bu Osmanlı birikiminin tümünün
reddedilmesi anlamına da gelmedi, çünkü kısa bir
süre sonra, 30'ların bitiminden sonra, 2. Milli
dediğimiz bir dönem başladı. O bu sefer coğrafyanın,
halkın ve yerel tarihlerin değerlendirilmesini
öngören bir görüş açısıyla yapıldı. Mesela Emin
Onat'ın yapıları... Anadolu'nun çeşitli
bölgelerindeki kent evlerini kendilerine model
olarak aldılar. Bu Cumhuriyet'in tarihi birikime
farklı bir bakış açısıydı.
BA: Osmanlı ve Selçuklu yapılarına öykünen,
özellikle kamu yapılarında görülen tasarımlar çok
hızlı bir şekilde inşa ediliyor. Cumhuriyete
geçişteki tavırla şimdiki durumu karşılaştırabilir
miyiz? Bu tarz bir üretimin altında yatan sebepler
nelerdir?
AB: Bugünkünün sebebi
Cumhuriyet'in ana ilkelerini reddetme ve bunu
çeşitli araçlarla ortaya koymadır. Mimarlık, bu
araçlardan biri. Bugün en modernist yapıları
yapanların birikimlerine bakın, çok iyi mimarlık
tarihçileridir. Hepsi çok iyi bilirler mimarlık
tarihini. Ama piyasa mimarları, okulda öğrendikleri
çağdaş kuralları ve biçimleri bir yana bırakıp
Osmanlı, Selçuklu üslubunu benimsemeye çalışıyorlar.
Arada yaşanan o periyodu bir dejenerasyon gibi
görüyorlar.. Bu bilimsel bir bakış değil. Bilgisiz
bir ideolojik bakış. Bilerek bir ideoloji kurgulamak
istersen ve onun yeni gösterimlerini elde etmek
istesen tarihe çok bilinçle bakman lazım. Bu
bilgisiz bir tarih yorumu. Bir tür özenti veya bir
tür kendini farklı teşhir etme. Bu, sanki o dönemde
yaşama isteği gibi.. Bence aldatıcı, gerçek dışı bir
yaklaşım. Hele mimari için çok tehlikeli. Komik de
aynı zamanda. Bir bakıyorsunuz iki merkezli sivri
kemer yapıyor bir yapıya, (parantez içinde
söyleyeyim, Osmanlı kemeri üzerine doktora yapmış
biri olarak yapılan kemerlerin nizami biçimlere
sahip olanına rastlamadım. Kaldı ki Osmanlı kemeri
kendi içinde periyodik farklılaşmalar taşır) öbür
tarafında tamamen modern -mecburen tabii- bir donatı
eklemek zorunda kalıyor. Sivri kemerli kapıya
gözetleme lambası takmak örneğin. Evlerde bile
şimdilerde eski tarz mobilyalar moda haline geldi.
Bu tabii moda dünyasına etkileri. Üç yıl bunları
gösterirler, dördüncü yıl en modern çizgilere dönüş
yaptırırlar. Ama mimari kalıcı bir şey. Ve bir
sembol oluyor. Hem bir tarafta Dubai gibi kuleler
dik, hem de Osmanlı sivri kemeri diye tuttur. Tabii
çok bilinçsiz, bilgisiz ve zararlı bir yaklaşım.
Buna belki Dubai Modeli mi desek ?? bilemiyorum...
Tasarımlar moderniteyi ideolojik format gibi
algılayıp döneminden soyutlamaya girişiyorlar.
Selçuklu'ya öykünen bina yapıp içine asansör
koymadan oluyor mu? Halbuki asansörü koyuyorsan
oraya asansör ortaya çıktıktan sonraki dönemin
mimarisini koymak zorundasın.
BA: Dönemini reddetmek olarak
değerlendiriyorsunuz yani...
AB: Evet, dönemi reddediyor. İyi
mimarlar böyle şeyler yapmıyorlar. Siz, bugün Nevzat
Sayın ve Han Tümertekin gibi mimarlara bu tarz
Selçuklu yapısı yaptırabilir misiniz,
yaptıramazsınız. Aklı başında hiçbir mimar yapmaz
bunu. Çünkü onun kendi kariyerini sıfırlayacağını
bilir.
Yapanlar iktidardan beslenmek isteyenlerdir.
Beslenmek ve bu yolla yükselmek. Bu tabii mimari
etiğe sığmaz. Öyle ucube camiler yapıyorlar ki
geçerken bakamıyorum. (Kariyerimin onbeş yılını
verdim Osmanlı camilerini incelemeye) .Benim
çağdaştan kast ettiğim o değil. Çağdaştan kast
ettiğim örneğin TBMM'deki Behruz Çinici'nin yapısı.
Cami mimarisinde bir devrim yaratmıştır. Ama kimse
anlamadı. Getirdiği yeniliği farketmediler. Oraya
öğrencilerimi ve mimar arkadaşlarımı götüremiyorum
ki ben. Ben bütün konferanslarımda bu camiyi
anlatıyorum. Çin'de verdiğim uluslararası bir
konferansta yapıyı gösterdiğim zaman orada insanlar
ayağa kalktılar. Hatta müslüman ülkeleden gelen
mimarlar vardı. Bu bir devrim, dedi herkes. Evet
dedim devrimdir bu. Ama bu benzersiz cami, şimdi
kendi içine hapsedilmiş, kimsenin bilmediği ve
meclistekilerin de anlamadığı ve sevmedikleri bir
yapı. Oysa mimarlık tarihi açısından çok önemli bir
örnek.
Arkitera, 20.08.2013
|
İZMİR'İN TARİHİNE BİR HANÇER: KONAK TÜNELİ

İzmr’in Ulaşım Ana Planı’nda
yer almadığı, heyelan ve sit bölgeleri içinde olduğu
için meslek odalarının karşı çıktığı ve dava açtığı
Konak Tüneli’nin yapımı sürüyor. Yenişehir kavşağı
ile Konak Meydanı arasında geçiş sağlayacağı
söylenen tünelin Yenişehir kısmında inşaat sürerken
arkeologların çalışma yaptığı Konak tarafında
inşaatın başlamamış olması ile ilgili olarak Bakan
Binali Yıldırım, arkeologlara “Ellerini çabuk tutma”
çağrısı yaptı.
“Bütün İzmir’in tarihini Konak Tüneli’nde ortaya
çıkaracağız diye bir şey yok. Konak tarafından
tünele girmiş olsaydık şimdiye bitmiş olacaktı”
diyen Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı
Binali Yıldırım, “Bu proje arkeolojik araştırma
değil, ulaşım projesidir” diyerek işin
hızlandırılması talimatı verdiklerini söyledi.
İşin uzmanları ise Konak Tüneli projesinin en
başından bu yana hiçbir planlama ve şehircilik
ilkesine, hiçbir bilimsel veriye uygun yapılmadığını
belirterek, en büyük hatanın, Kemeraltı gibi 2 bin
500 yıllık tarihi bir ticaret merkezinin bitişiğine,
binlerce yıllık uygarlık katmanlarının üzerine
kurulu şehrin merkezine böyle bir tünelin açılması
olduğunu vurguluyorlar.
HER YERE TÜNEL VE KÖPRÜ OLARAK BAKIYORLAR
Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı Hasan Topal,
Konak Tüneli’nin geçtiği yerin, belki de dünyadaki
kent merkezleri içinde en eski alan olan Kemeraltı
kentsel sit bölgesi içinde olduğunu belirtti. Topal,
ülkemizde bu tür değerlerin birçok siyasi aktörün
ağzında “çanak çömlek” şeklinde tarif edildiğini
dile getirerek, “İzmir kentinin en ayırt edici
özelliklerinden olan bu doğal ve kültürel mirası
biz, zenginliğimiz olarak tanımlıyoruz. Bir başka
bakış açısı ise projelere engel olarak görüyor. Bu
anlayış gündeme geldiğinde o, her yere tünel, köprü
olarak bakar. Kültür, mimarlık, kent belleği,
uygarlık tarihinin bir referans noktası olarak
bakmaz. Biz bu gerilimi yaşıyo-ruz ve yaşayacağız”
dedi.
Konak’tan başlanacak olan yerin hemen üstünden antik
yol geçtiğini, yakınında Athena Tapınağı’nın
bulunduğunu belirten Topal, “Bu kadar çok yoğun
arkeolojik odak noktasıyla örüntülenmiş bir bölgede
siz tünel yapmaya kalkarsanız tabi ki arkeolojik
buluntular çıkacaktır. Bu buluntular bilimin,
uzmanlıkların öngördüğü çerçevede değerlendirilir.
Dağ başında tünel, yol yapmakla böylesine önemli bir
antik kentte tünel yapmak arasında farkı anlamayan
idare bunları söyler” dedi.
KORUMA AMAÇLI İMAR PLANI YOK
Şehir Plancıları Odası İzmir Şube Başkanı Nehir
Yüksel de, Bahri Baba Parkı’ndan Yeşildere
Caddesi’ne uzanan yol güzergahına ilişkin hazırlanan
projeyi onaylayan İzmir 1 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararına açtıkları
davanın sürdüğünü belirtti. Yüksel bölgede üç
tescilli yapının bulunduğunu belirterek, “Buralarla
ilgili önlem alınmış olması dolayısı ile Koruma
Amaçlı İmar Planı hazırlanması gerekiyordu. Bu
yapılmadı. Sit alanının silüet açısından
değerlendirilmesi de önemli. Burada hem kentsel sit
hem de Bahri Baba parkı dolayısı ile doğal sit
bulunuyor” dedi. Yüksel, süren iki davaya ve bütün
itirazlara rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
tarafından Konak Tüneli inşaatının sürdürüldüğünü,
bunun şehir açısından geri dönülmez zararlara yol
açacağını vurguladı.
Evrensel, Haber: Emine Uyar, 20.08.2013
|
MEDRESE YANINDA KAZI ÇALIŞMASI

Sivas'taki tarihi Çifte
Minareli Medrese'nin yanındaki alanda temizleme
kazısı başlatıldı.
Sivas Vakıflar Bölge Müdürü Ali Veral,
basın mensuplarına yaptığı açıklamada, kentteki
Selçuklu dönemi eserlerinden tarihi Çifte Minareli
Medrese'nin yanında başlatılan temizleme kazısının
Sivas için önemli olduğunu söyledi. Tarihi
medresenin Darülhadis kalıntısı olarak bilinen
bölümünde, 1963-1965 yıllarında bilimsel bir kazı
çalışması yapıldığını belirten Veral, 2008 yılında
Selçuklu Parkı kazısında çıkan hafriyatın eserin
yanına döküldüğünü ifade ederek, medresenin
çevresinin kente yakışır hale getirilmesi için
çalışma başlattıklarını dile getirdi. Bu kapsamda,
eserin yanındaki alanda temizleme kazısı
başlatılmasına karar verildiğini kaydeden Veral,
çalışmaların 15 Kasım'da tamamlanacağını belirtti.
Sivas Arkeoloji Müzesi Müdür Vekili Atılgan Kaya ise
temizleme çalışmalarından sonra alanın Selçuklu
Parkı'na dahil edileceğini söyledi. Çalışmaların
ardından, Türkiye'de benzeri olmayan bir alan ortaya
çıkaracaklarını dile getiren Kaya, çalışmaların çok
ince ve detaylı yapıldığını, sıradan bir hafriyat
kaldırmadan çok bir bilimsel kazı çalışması
titizliğinde yürütüldüğünü söyledi. Taç kapısı
üzerinde yer alan kitabesine göre, İlhanlı Veziri
Şemseddin Cüveyni tarafından 1271 yılında yaptırılan
Çifte Minareli Medrese, süslemeli taç kapısı ve
tuğla-çini örgülü iki minaresiyle dikkati çekiyor.
Türkiye Gazetesi, 19.08.2013
|
"KONSERVASYONUN NE OLDUĞU BİLİNMİYOR"
Tüm
Restoratörler ve Konservatörler Derneği (TRKD) ile
Türkiye'de yaşanan "restorasyon çılgınlığını"
konuştuk. Başkan Yardımcısı Alper Kılıç, Türkiye'de
kavram kargaşası yaşandığını belirterek, "Asıl konu
‘konservasyon’dur. Türkiye’de ne olduğu bilinmiyor"
dedi.

Fehime Sultan Yalısı
Restoratör ve konservatörleri ortak bir
platformda toplamak, gereksinmelerini karşılamak,
mesleki etkinlikleri kolaylaştırmak, mesleğin genel
yararlara uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek
disiplinini ve ahlakını korumak için kurulan Tüm
Restoratörler ve Konservatörler Derneği Başkan
Yardımcısı Restoratör Alper Kılıç ve Dernek Üyesi
Restoratör Özgür Özgel ile "restorasyon ve
konservasyon" konulu özel bir söyleşi
gerçekleştirdik.
Son yılların en akılda kalıcı
ifadelerinden biri ‘tarihi ihya etmek’… İfadenin
yansımasını, hızla artan ancak pek çoğu tartışma
konusu olan ‘restorasyon’ projelerinde görüyoruz.
Birden bire büyük bir patlama yaşayan bu
‘restorasyon’ çılgınlığını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Alper Kılıç: Aslında Türkiye’de
bir kavram karmaşası var; biz hep ‘restorasyon’dan
bahsediyoruz; ancak Avrupa’da ve dünyada asıl konu
‘konservasyon’dur. Türkiye’de kesinlikle
konservasyon ağıza alınmıyor, zaten ne olduğu da
bilinmiyor. Konservasyon, bir yapının mümkün olduğu
kadar olduğu gibi korunmasıdır. Örneğin ahşap bir
yapınız varsa; kurtlardan temizlenmesi, emprenye
edilmesi, gerekli koruma önlemlerinin alınması,
varsa çürümüş bölümlerinin değiştirilmesidir.
Bizdeyse, ‘nasılsa rölövesi var’ denilerek; yeniden
inşa etme yoluna gidiliyor. Hatta çelik
konstrüksiyon gibi yeni teknolojiler de
kullanılarak, üzeri ahşapla kaplanıyor ve ‘tarihi
yapılar ihya ediliyor’ deniliyor. Son 10 yılda
yapılan bütün restorasyonlar böyle. İstiklal
Caddesi’ndeki binaların cephelerine bakın; hepsi
bembeyaz. Oysa cephe temizliği, beyazlatmak demek
değildir. Orada asit etkisiyle kararma olmuştur,
yangın çıkmıştır; yapacağınız minimum müdahaleyle
dışarıdan kaynaklanan etkiyi alırsınız. Bina sarı
kalabilir; zaten onun patinasıdır. Roma’ya,
Budapeşte’ye, Avrupa başkentlerine bakın; hiçbir
yerde bembeyaz bina yoktur, hepsi kendi tarihi
dokusuyla korunur.
Özgür Özgel: Yüklenici
müteahhidin kalfası birkaç kimyasal biliyordur;
hemşehrilerini çağırır, köyden 10 – 15 kişi getirir;
bir de restoratör tutarlar ki onun da sesi çıkmaz…
Her tarafı temizlerler, bembeyaz ortaya çıkarırlar.
Alper Kılıç: Türkiye’nin
altyapısı, yaşanan ‘restorasyon’ patlamasını
karşılamak için yeterli değil. Bu işlerin hepsine
yetebilecek eğitimli bir kadro yok. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın İstanbul Sultanahmet’te Restorasyon ve
Konservasyon Merkez Laboratuar Müdürlüğü adında bir
yapılanması var. Kurumun, arkeolojik alanlar, ören
yerleri, kazı bölgeleri, müzeler, tarihi taşınamaz
kültür varlıklarından oluşan geniş bir sorumluluk
alanı var. Türkiye’nin tamamı sorumluluk alanında
olmasına karşılık, 2010’a kadar 12 kişilik bir
restoratör kadrosu vardı. Yeni alımlarla 30 – 35
kişiye ulaştık. Biz de dernek üyeleri olarak,
sözleşmeli olarak dışarıdan çalışıyoruz.
Aslında proje öncesinde yapının ya da
yapıların fiziksel özelliklerine, tarihçesine dair
ciddi bir araştırma süreci olmalı, öyle değil mi?
Alper Kılıç: Kesinlikle… Bu işin
laboratuar ayağı çok önemli. Cephe hangi taştan
oluşmuştur, o cepheye hangi uygulama, kimin
tarafından yapılmalıdır? Bir ara kumlama furyası
çıktı; taş gözenekli mi, güçlü mü, zayıf mı, uygun
mu bakılmadan, bütün cepheler kumlandı. Zayıf
cepheler delik deşik oldu; birkaç yıl içinde bir
daha temizlenemeyecek şekilde kirlenecekler.
Özgür Özgel: O uygulamayı
yapabilecek yeterince insan da yok; olanların her
yere yetişmesi mümkün değil.
Alper Kılıç: Restorasyon ve
Konservasyon Merkez Laboratuar Müdürlüğü, bu konuda
kendine gelen başvurularda elinden geleni yapmaya
çalıştı; teknik raporlar hazırlandı. Ama o kadar çok
iş oldu ki; ne kadarı kontrol edilebildi, o
tartışılır.
‘Eğitimli kadro’ vurgusu yapıyorsunuz;
ama Türkiye’de bu formasyonu kazandıracak altyapı ne
durumda? Verilen eğitim, uzmanlaşmaya ne kadar açık?
Alper Kılıç: Tarihi eser
bakımından bu kadar zengin bir ülkede, restorasyon
eğitimi veren 4 yıllık tek bir okul vardı; o da
İstanbul Üniversitesi. Batman Üniversitesi, bu yıl
mezun vermeye başladı. Türkiye’de imza yetkisi olan
restoratör yetiştiren başka okul yok. 2 yıllık
eğitim veren çok fazla kurum var; ancak onlardan
mezun olanlar ara eleman statüsünde oldukları için,
imza yetkileri yok. Bunlar, mevzuatta geçen
‘restoratör çalıştırılması zorunludur’ şartını
karşılamak için paravan olarak kullanılıyorlar.
Piyasada çalışanların çok önemli bölümü de bu iki
yıllık okullardan mezun olan arkadaşlar.
Taş eser, metal eser, kağıt eser, duvar resmi,
mozaik, küçük eser gibi çok fazla restorasyon kalemi
var. Yani uzmanlaşacak alan çok fazla. Başka
ülkelerde 6 yıllık restorasyon bölümleri var.
Örneğin Rusya’da, ilk 2 yıl genel bir eğitim
veriliyor, sonrasında uzmanlaşılıyor. Türkiye’de
öyle değil ama…Okulda bütün eğitimi alıyorsun; ama
mezun olduktan sonra, örneğin ben mozaikçiyim dersen
aç kalırsın. Her işi yapmak zorunda olduğunuz için
de uzmanlaşamıyorsunuz. Türkiye’de ‘şu konunun
uzmanı şu kişidir’ diyebileceğiniz kişi sayısı yok
denecek kadar az.
Yapı, 19.08.2013
|
ARKEOLOJİ ÜNİVERSİTESİ'NİN MÜJDESİ STRATOİKEİA'DA
VERİLDİ
Denizli Pamukkale Üniversitesi Senatosu,
Stratonikeia antik kentinde gerçekleştirilen
toplantıda bir araya geldi.Denizli
Pamukkale Üniversitesi Senatosu Cumartesi günü
Stratonikeia antik kentinde düzenlenen toplantıda
bir araya geldi. Stratonikeia Kazı Başkanı Bilal
Söğüt ev sahipliğinde gerçekleştirilen toplantıya,
Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin
Bağcı Başkanlığındaki okul senatosunun yanı sıra, Yatağan
Kaymakamı Dr. Hasan Tanrıseven, Yatağan
Belediye Başkanı Hasan Haşmet Işık ve GELİ
Müessese Müdürü Kenan Emiralioğlu katıldı.Sabah
saatlerinde yapılan kahvaltıyla başlayan program,
Stratonikeia antik kenti gezisiyle devam ederken
antik kent hakkında bilgi veren Prof.Dr. Bilal
Söğüt; “Tarihi çağların her dönemine tanıklık eden
Stratonikeia’da yürüttüğümüz kazı çalışmaları yerli
yabancı pek çok kişinin ilgisini çekiyor. Ayrıca
Stratonikeia’nın düzenlenen organizasyonlara da ev
sahipliği yapması taşıdığı tarihi değerin en açık
göstergesi” ifadelerini kullandı.Ayrıca organizasyon
hakkında bilgi veren PAÜ Rektörü Prof.Dr. Hüseyin
Bağcı’nın kurulması planlanan Arkeoloji Üniversitesi
ile ilgili yaptığı açıklamalar dikkat çekti.
Pamukkale Üniversitesi’nin 8 ayrı kentteki kazı
çalışmalarına öncülük ettiğini belirten Prof. Bağcı;
“Öncelikle bizim Stratonikeia antik kentinde bir
araya gelmemize vesile olan Yatağan Kaymakamlığına,
Belediye Başkanlığına ve GELİ Müessese Müdürlüğü’ne
teşekkür ediyoruz. Pamukkale Üniversitemizin
arkeoloji üzerine yürüttüğü önemli çalışmalar
mevcut. Bölgemiz arkeoloji alanında büyük bir öneme
sahip. 8 kentte yürütülen kazı çalışmalarının
başkanlığını
üniversitemiz
yürüttüğü gibi 19 antik kentin araştırılması için
geliştirilen projeler de var. Ancak Arkeoloji
Üniversitesi kurulması için verdiğimiz mücadele de
bu konuda çok önemli. Elle tutulur gelişmelerin
mevcut olduğunu belirtmek istiyorum. Amacımız
Arkeoloji üzerine bir üniversite kurulamasa da
Arkeoloji üzerine bir enstitü kurulmasına ön ayak
olmak. Gelişmeler kamuoyuyla paylaşılacaktır. Kazı
çalışmalarını yürüttüğümüz antik kentlerden bir
tanesi de Stratonikeia. Stratonikeia yapısı
bakımından ayrıca önem arz ediyor. Çünkü burası pek
çok çağın
izini taşıdığı gibi hala yaşayan bir antik kent
olarak dikkat çekiyor” dedi.
Mynet Haber, 19.08.2013
|
SUALTINDA BİR GEMİ TABAK
İzmir Limantepe’deki
sualtı kazısında keşfedilen 17. yüzyıl Osmanlı
ticaret teknesi,
Hollanda ’dan getirdiği tabaklarla günışığına
çıkmayı bekliyor.
2000 yılında başlayan kazılara başkanlık eden
Prof.Dr.
Hayat Erkanal, MÖ 7. yüzyıla ait limanın
tabanında, çeşitli dönemlere ait çok sayıda tekne
kalıntısı ve bu teknelerden dökülen malzemelere
rastladıklarını söyledi. Erkanal, çevredeki
balıkçıların uyarısı üzerine kazı alanına 400 metre
uzaklıkta, 17 metre derinlikte yeni bir tekne daha
keşfettiklerini anlattı. Teknenin 17. yüzyıla ait
Osmanlı ticaret gemisi olduğunu ve Hollanda’dan
getirdiği tabaklarla beraber battığını
saptadıklarını ifade eden Erkanal, “Teknede binin
üzerinde sırlı tabak olduğunu tahmin ediyoruz.
Tekne, suyun içinde tamamı toprak altında olmaması
nedeniyle bozulmaya açık durumda. Bir an önce
çıkarmamız gerekiyor” dedi.
Radikal, 19.08.2013
|
|
ZAZA HAN'A DESTEK ÇIKILDI
22 Temmuz'da Fatih
Tahtakale Mahallesi’nde bulunan tarihi Zaza Han
çıkan yangında yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
kaldı.
Kozmetik firmalarının bulunduğu handaki 112
dükkan büyük zarara uğradı. Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir yangından hemen sonra Zaza
Han'a incelemeler yaparak; tüm moloz ve hafriyatın
atılması ile ruhsat konularında ekibine talimat
verdi.
İstanbul
Ticaret Odası Başkanı
İbrahim Çağlar da, yaptığı incelemeler sonucunda
mağdur olan 112 esnafın maddi kaybının
karşılanmasına destek olacaklarının sözünü verdi.
Hanın soğutma sisteminden çeşitli tesisatlarına
kadar yenileme çalışmaları yapılacağını söyleyen
Çağlar, yıl içinde alınması gereken aidatların da
esnaftan alınmayacağın açıkladı. Çağlar, ayrıca
esnafa destek olmak amacıyla bir bankayla
faizsiz kredi kullanımı konusunda da çalışma
yaptıklarının müjdesini verdi.
Milliyet, 19.08.2013
|
İSTANBUL KENT MÜZESİ'Nİ BEKLERKEN

Türkiye’nin pek çok şehri kent müzesine kavuştu.
Çoğu da yolda, fakat İstanbul uzun yıllardır
üzerinde konuştuğu, tartıştığı kent müzesine bir
türlü sahip olamadı. İstanbullular konuyu en son
Gezi Parkı olayları sırasında Başbakan Erdoğan’ın
Gezi’de bir kent müzesi kurulabileceği sözüyle
hatırlasa da geçen yıl müze için ciddi bir adım
zaten atılmıştı.
Şehirlerin kimliğini ortaya koyan ve dünü
bugünlere bağlayan kent müzeleri, hayatın günübirlik
yaşandığı ve her şeyin ‘yeni’ye odaklandığı
günümüzde çok daha büyük bir anlam ifade ediyor. Çok
kültürlü ve geçmişi binyıllara dayanan İstanbul’da
bir kent müzesi kurmanın zorluğuysa ortada… Buna
rağmen uzun zamandır İstanbul’da böyle bir müzenin
eksikliği ve nasıl, nerede kurulacağı konuşuluyor.
İstanbul’a bir kent müzesi kurulması
tartışması, en son Gezi Parkı olayları başladığında,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Burada bir kent
müzesi de kurulabilir’ sözüyle gündeme geldi. Fakat
kamuoyu pek haberdar olmasa da geçtiğimiz yılın son
aylarında bu konuda ciddi bir adım atılmış ve bir
hayli mesafe de alınmıştı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 80’den
fazla müzeci, tarihçi, şehir plancısı ve ilgili
disiplinlerden uzmanın davet edildiği bir çalıştay
düzenlemişti. İBB Etüd ve Projeler Daire
Başkanlığı’nın gerçekleştirdiği İstanbul Kent Müzesi
Çalıştayı 17-18 Kasım 2012’de yapılmıştı. Çalıştayın
raporunda müze fikri enine boyuna tartışılırken,
İstanbul Kent Müzesi’nin kurulacağı yer konusunda da
çeşitli öneriler ortaya konmuştu. Önerilen yerler
arasında en çok öne çıkan Topkapı Şehir Parkı’ydı.
Hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına Etüt ve
Projeler Daire Başkanı Atilla Alkan, müzenin Topkapı
Şehir Parkı içerisinde yer almasının planlandığını
belirtmiş ve müze için düşünülen yapı ve çevresi
hakkında bilgilendirme yapmıştı. O bilgilendirmede;
düşünülen yerin, 1453 Panorama Müzesi’ne yakınlığı
ve oranın yılda alana 800-850 bin ziyaretçi çektiği
gibi ayrıntılar üzerinde duruluyordu.
Çalıştayda müzenin yeriyle ilgili pek çok
farklı görüş ileri sürülmesine ve kesin bir sonuca
ulaşılmamış olmasına rağmen –bunlar arasında Haliç,
Boğaz ve Marmara kıyılarının yanı sıra Haydarpaşa
Garı, Sirkeci Garı, Haliç kıyısındaki tersaneler ve
Galataport proje alanı da bulunuyor– ağırlığın
Topkapı Şehir Parkı’nda olduğu anlaşılıyordu.
Konunun uzmanları İstanbul Kent Müzesi’nin
projesinin hazır olduğunu, ihaleye verileceğini,
mimarının da yakında çalışmaya başlayacağını
konuşurken Gezi olayları başladı ve Başbakan malum
açıklamayı yaptı. Bu durumda süreç kendiliğinden
dondurulmuş oldu ve İstanbul Kent Müzesi çalışmaları
yeniden bir belirsizliğe girdi. Aslında bu yeni bir
durum değildi, sadece tarihin tekerrür etmesiydi…
DARPHANE-İ AMİRE Mİ SİRKECİ GARI MI?
İstanbul Kent Müzesi tartışmaları 1990’ların
başında Tarih Vakfı’nın çabalarıyla başlamıştı. Müze
için ilk düşünülen yer Darphane-i Amire binalarıydı
ve binalar İstanbul Müzesi’nin kurulması için vakfa
verilmişti. Fakat 1996’dan beri dillendirilen o
proje bir türlü gerçekleşmedi. 2005’te Kültür ve
Turizm Bakanı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
ve Tarih Vakfı Başkanı tarafından imzalanan
protokolde, İstanbul Kent Müzesi’nin beraberce
yapılacağı ifade ediliyordu. Fakat 2006’da başka bir
yer önerildi: Sirkeci Garı. Hatta müzenin 2010
İstanbul Kültür Başkenti’ne yetişmesi planlandı ama
o plan da hayata geçirilemedi. Geçen yıllar içinde
Bursa’nın, İzmir’in, Mardin’in hatta İstanbul Prens
Adaları’nın bile bir kent müzesi oldu ama İstanbul
hala bekliyor.
‘Simge olmuş bir mekanda kurulmalı’
İstanbul’un ilk ve tek kent müzesi olan Adalar
Müzesi’nin küratörü Deniz Koç’a göre; kent müzeleri
genellikle bulundukları kentlerde simge olan,
hafızalarda yer etmiş, hikayesi kentliyi ezmeyen,
bölmeyen mekanlarda kurulur. Çünkü kent müzesi
aslında diğer müzelerden farklı olarak kentliyi
birleştiren, farklı unsurları bağlayan bir halat
işlevi de görür.
‘Kent müzesi, yakın tarihin belleğini yakalar’
Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi’ni hazırlayan
Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer’e göre, ne
olursa olsun bir kentin müzesi olması önemli. Çünkü
nasıl insan anılarıyla yaşıyorsa kentler de öyle
yaşıyor. Aynı şekilde insanlara yaşadıkları yerin
biraz öncesini anlatmak da çok önemli. Eksik kalan,
arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın
tarih. O da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi
ise yakın tarihin belleğini yakalıyor.
Zaman, Haber: Jülide Güngör, 19.08.2013
|
MEZARLIKTA TARİH KATLİAMI TOPBAŞ'A SORULACAK

İstanbul Karacaahmet Mezarlığı'nda Çevre ve
Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın aile
kabristanı için yaşanan skandalın yankıları sürüyor.
BirGün, Bayraktar aile kabri için Karacaahmet'te 5
Nolu adada mezarların kazılarak 6 No'lu Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu'nun izni olmadan tarihi
mezar taşlarının vinçlerle sökülmesini manşetinden
duyurmuştu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Mezarlıklar Müdürlüğü'nün sorumluluk alanındaki
mezarlıkta yaşanan tarih katliamına İBB'nin CHP'li
Meclis Üyelerinden de tepki geldi. İBB CHP'li Meclis
Üyesi Hakkı Sağlam, konuyla ilgili Bilgi Edinme
Hakkı kapsamında başvuracağını ve konuyu soru
önergesiyle Belediye Meclisi'nin gündemine
getireceklerini söyledi. Sağlam, “Biz bu konuyu
Eylül ayında Meclis açılır açılmaz İBB Başkanı Sayın
Topbaş'a soracağız. Eğer mezarlıklarda dahi hak
hukuk yerine hala güçlü olanların olanakları
kullanılıyorsa veya siyasiler kimlikleriyle orada iş
yaptırabiliyorsa bu çok vahim” diye konuştu.
Sağlam verecekleri soru önergesinde İBB Mezarlıklar
Müdürlüğü'nün tasarrufunda bu tür başka hadiselerin
yaşanıp yaşanmadığını, kaçak defin yapılıp
yapılmadığını da sorgulayacaklarını ve müfettiş
gönderilerek sonuçlarının kendilerine
ulaştırılmasını talep edeceklerini belirtti.
'DAHA ÖNCE DE YAŞANDI'
Karacaahmet Mezarlığı'nın yüzyıllardır defin yapılan
tarihi bir mezarlık olduğunu vurgulayan Sağlam,
“Bugün sahiplerinin hayatta olmadığı veya Türkiye'de
bulunmadığı durumlarda daha önce defin yapılmış olan
mezarlara zaman zaman başka definlerin yapıldığını
duyuyoruz. Bunu Belediye Meclisi'nin gündemine de
daha önce getirdik. Sayın Topbaş, İstanbul'un her
tarafını yağmaladığı gibi bizim için çok değerli
olan, manevi değeri yüksek olan, inançlarımızın en
son yer bulduğu mezarlıkları da maalesef ranta
kurban etmiştir” dedi.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 18.08.2013
|
'HOŞGÖRÜ KENTİ'NİN YENİ MÜZESİYLE TARİHE YOLCULUK
Çok sayıda medeniyeti barındıran ve her karış
toprağından tarih fışkıran "Hoşgörü Kenti"
Hatay'da inşaatı süren yeni
müze binası, bugüne kadar teşhir edilememiş eserlere
de ev sahipliği yapacak.
Kent merkezinde yer alan
mevcut müzenin yetersizliği nedeniyle bugüne kadar
gün yüzüne çıkarılan eserlerin bir kısmının
sergilenebildiği Hatay, 29 Ekim'de açılması
planlanan yeni müzeyle depolarda bekletilen
eserlerle ziyaretçileri tarihte yolculuğa çıkaracak.
Mevcut müzedeki mozaiklerin taşınmasının devam
ettiği çalışma kapsamında, tespit edilen ancak yer
darlığı nedeniyle toprak altından çıkarılamayan
mozaikler de usta eller tarafından gün ışığına
çıkarılarak, müzeye taşınıyor. Mozaiklerin yeniden
restore edilmesinin yanı sıra geçmişte yerleşim
yerleri olan Üçağız Mağarası ile Tell Tayinat ve
Aççana höyükleri de müzede inşa ediliyor. Hatay
Arkeoloji Müzesi teşhir ve tanzim işinden sorumlu
restoroter Celalettin Küçük, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
projelendirilen ve İl Özel İdaresi tarafından
ihalesi yapılan 50 bin metrekare alan üzerine
kurulacak yeni müze inşatına 2011'in Haziran ayında
başlandığını söyledi. Yeni
müzede 11 bin 700 metrekarelik sergi alanı
bulunacağını ifade eden Küçük, burayı ziyaret
edenlerin teknolojiyle tarihi bir arada bulacağını
kaydetti. Müzenin 29 Ekim'e yetiştirilmesi için
işçisinden arkeoloğuna herkesin büyük gayretle
çalıştığını vurgulayan Küçük, şöyle devam etti:
"Hatay Arkeoloji Müzesi diyince akla ilk mozaikler
geliyor. Mevcut müzenin içerisindeki mozaikler
restore edilirken, arazide daha önce belirlenen
mozaikler de buraya getiriliyor. İlk etapta 2 bin
500 metrekarenin üzerinde mozaik sergisi
düşünüyoruz. Proje uzun soluklu, bu çerçevede başka
eserlerin de gelmesi söz konusu. Mevcut müze
içerisinde bugüne kadar sergilenmemiş, arkeolojik
açıdan Hatay sikke koleksiyonu söz konusu. Sikke
koleksiyonuyla ilgili yeni yerimizde bölüm
oluşturuyoruz. Bunlar müzenin önemli noktaları.
Müzenin planlamasını yaparken belirli odak nokları
seçtik. Gezen insanlar, MÖ 45 binden günümüze kadar
değişimi çok
rahat
görebilecek, o dönemdeki insanların yaşadıkları
yerlerin mimarisi, eserleri nasıl
kullandıkları konusunda çok ciddi bir bilgi sahibi
olacaklar. Bugüne kadar sergilenmemiş çok çarpıcı
eserler var. Sergilenmemiş değerli mozaikler var,
her biri simge olabilecek nitelikte. Bu anlamda çok
yankı uyandıracak müze olacak. Yeni
müzemizde teknolojiyi de kullanarak, MÖ 45 binden
günümüze olan değişimi canlandırmalarla, yerli ve
yabancı turistlerin beğenisine sunacağız." - Hedef,
dünyada ilk 5 müze arasında yer almak - Her karış
toprağından tarih fışkıran Hatay'ın önemli konuma
sahip olduğunu ve yapılacak müzenin de bu anlamda
dikkat çekeceğini ifade eden Küçük, hedeflerinin hem
eserleri hem de bilimselliğiyle dünyada adından söz
ettiren ve ilk beş arasında yer alacak bir müze
açacaklarını belirtti. Eserlerin restorasyonu
konusunda kazı ekipleriyle işbirliği içerisinde
olduklarını belirten Küçük, bu kapsamda ABD, İngiltere, İtalya ve
Türkiye'deki üniversitelerden ekiplerin ortak
çalışma yürüttüklerini söyledi. Arkeoloji Müzesi
Müdürü
Nilüfer Sezgin ise yeni müzenin zamanında
açılması ve eserlerin taşınması için çalışmaların
devam ettiğini, Harbiye beldesi başta olmak üzere
Erzin, Kırıkhan, Arsuz, Dörtyol gibi yerlerde daha
önce kazısı yapılmış ancak yer darlığı nedeniyle
toprak altında bekletilen yaklaşık 400 metrekare
mozaiğin müzeye naklini sürdürdüklerini kaydetti.
Mevcut müzede yer alan bin 165 metrekare mozaiğik de
büyük bölümünün nakledildiğini belirten
Sezgin, depolarda bulunan yaklaşık 550 metrekare ile
sergilenen 650 metrekare mozaiğin de büyük bir
bölümünün yeni müzeye getirildiğini söyledi. - 2 bin
300 yıl önce yazılmış oyun, sergide - Arkeolog Ömer
Çelik ise 1997'de tespiti yapılan, 2007'de kazı
çalışmasıyla gün yüzüne çıkarılan Helenistik dönemde
yaşamış oyun yazarı Menander'in 4 panodan oluşan
oyun tasvir ettiği mozaiğin yeni müzeye taşındığını
ve burada restorasyonunun devam ettiğini belirterek,
"Bu oyunların 2 bin 300 yıl önce yazıldığını ve
yazılmasından yaklaşık 600 yıl sonra MS 3. yüzyılda
Romalılar tarafından mozaiğe yansıtıldığını tespit
ettik. 2009 yılında da bölgede kazı çalışmalarımızı
devam ettirdik. Yeni müze çalışmalarıyla toprak
altında bekletilen ve üzerinde oyunların isimlerinin
yer aldığı yazı ve figürlerden oluşan mozaik
panoları buraya taşıdık. Ekiplerimiz bu mozaiklerin
restorasyonunu yapıyor" diye konuştu.
Mynet Haber, Haber: İsmihan Özgüven, 18.08.2013
|
2 BİN YILLIK MASKELİ İSKELET

Kütahya’nın Çavdarhisar
İlçesi'nde, 2 yıldır
kazıları devam eden ve Roma döneminden kalma Aizanoi
Antik Kent’te, 2 bin yıllık bir iskeletin yüzünde
mask çıktı.
Kazı Grubu Başkanı Pamukkale Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Elif
Özer, bu maskın Aizanoi’deki ölü gömme adetleri
hakkında eldeki bilgilerin artmasını sağladığını
belirtti. Özer, “İskeletin yüzüne yerleştirilmiş
bu mask, ölen kişinin Dionysos törenleri ile
ilişkisini gösteriyor olabilir. Aynı zamanda
Roma döneminde,
İtalya’da da mezarlardan bu tür terrakotta
masklar çıkmıştı. Bunlar ‘ata kültü’ ile
ilişkilendirilmektedir. Aizanoi’den çıkan bu
mask da belki bu tür bir ata kültü ile ilgisi
olabilir” diye konuştu.
EROS DA VAR
Özer, ayrıca tiyatro kazılarında sahne
binasında aşk tanrısı Eros’a ait heykel
parçalarının tespit edildiğini ve ekiplerinin
depo çalışmalarında heykeli birleştirmeye
başladığını söyledi.
Hürriyet, 18.08.2013
|
ÜSKÜDAR MİHRİMAH SULTAN CAMİİ'NİN HAZİRESİ
Mihrimah
Sultan Camii’nin medrese ve aşhanedenoluşan
külliyesinin üstüne son 50 yılda dikilen çirkin ve
ucuz yapılar bence bir utanç vesilesidir.
Mimar Sinan’ın eserlerine karşı gösterilen bu
hoyratlık, bu kendini bilmezlik hiçbir milletinhakkı
olmayan bir davranıştır.

Üsküdar Meydanı’nda vapurdan inenlerin gözüne ilk
çarpan Mimar Sinan’ın eşsiz eserlerinden Kanuni
Sultan Süleyman Han ve Hürrem Sultan’ın kızı,
Veziriazam Rüstem Paşa’nın eşi Mihrimah Sultan’ın
adına yapılan camidir.
Esasen Üsküdar, Valide Sultanlar ve padişah
kızlarının camileriyle ünlü bir semttir. Mihrimah
Sultan ise dünya başkentine Rumeli kıtasından,
Edirnekapı’dan girilen yerde ve Üsküdar Meydanı’nda
geleni gideni karşılayan, daha doğrusu imparatorluk
mimarisinin ihtişamını gösteren iki cami
bırakmıştır. Bu
Ramazan yaptığım programların içinde Mihrimah
Sultan Camii’ne de yer ayırmak istiyordum. Bir
zamanlar hemen suyun kenarındaki bu camiyi, bir de
18’inci yüzyılda önüne yapılan III. Ahmet Çeşmesi
süslemişti. Caminin içi, çinileri dışında son
cemaat mahalli, kubbesi, uyumlu minareleri hele
haziresi kalem ile tavsife gelmeyecek derecede
çarpıcıdır. Ne yazık ki Mihrimah Sultan Camii’nin,
medrese ve aşhaneden oluşan külliyesinin üstüne son
50 yılda dikilen çirkin ve ucuz yapılar bence bizim
için bir utanç vesilesidir. Her zaman tekrarladığım
bir slogan; Mimar Sinan’ın eserlerine karşı
gösterilen bu hoyratlık, bu kendini bilmezlik hiçbir
milletin hakkı olmayan bir davranıştır. Bir an evvel
Üsküdar İskelesi’nin etrafı gereken tazminatla
istimlak edilmesi gerekir derken şimdi de Mihrimah
Sultan Camii’nin restorasyonunda büyük bir problemle
karşılaştık.
Hazireyi derbeder bir şantiye haline
çevirirler
Doğrusu caminin içinde program yapmanın şimdilik
mümkün olmadığını
NTV’den yetkililer bana söylediler. Restorasyon
var; doğrudur ve usul budur. Bir müddet sonra bazı
dostlarım bana internette konulan fotoğrafları
gösterdi. Tahkik ettik, başka fotoğraflar da var.
Vakıflar’a bağlı olarak AN-SA adlı bir şirket (Abide
Yapı Restorasyon) bu restorasyonu yürütüyormuş.
Klasik anıtsal camilerimizin başına gelen şudur;
restorasyonda üstüne platform döşemeden veya
sistematik bir nakil yapmadan hazireyi (cami
mezarlığı) derbeder bir şantiye haline çevirirler.
Cami hazirelerimizin envanteri ve sağlam ilmi
tespitleri yoktur. Henüz o medeni seviyeye
yükselmedik. Taşların üzerine birisi neye dayandığı
belli olmayan numaraları atar, sonra o taş şahideler
(mezar taşları) bir köşeye yığılır. Çoğu seferde
bunlar kırılır, herhalde taşıyıp götürüp okutması
kolay olsun diye. Zaten restorasyon bittikten sonra
haziredeki taşlar eksilir, geri kalanlarını
tören kıtası gibi aralıklı olarak arka arkaya
dizerler, kimsenin elinde envanter olmadığından, son
envanter yapacak bilgi ve hukuki hakkı da bu durumda
olamaz.
Restorasyon mimarlarının açıklama yapmaları
gerekir
Mihrimah Sultan Camii’nin haziresinin bir özelliği
vardır. Büyük padişahın sevgili kızının Rüstem
Paşa’dan olan oğulları, sonra Rüstem Paşa’nın
kardeşi olan Kaptanıderya Sinan Paşa’nın kabri-Sinan
Paşa varissiz olduğundan serveti Mihrimah Sultan’a
kalmıştı, Mihrimah Sultan kardeşi II. Selim’in
cülusu sırasında, cülus masrafları için onbinlerce
altını verecek kadar eliaçık ve zengindi -hatta
geçen asırlarda dahi Osmanlı tarihinin tanınmış
simaları en mahir hakkakların (oymacıların) elinden
çıkma kabirlerle burada medfundur.
Hazirenin durumu iç açıcı değil. Bu tip bir inşaat
ve restorasyon alanının kaçınılmaz olarak bu
görünümde olacağına kimse kimseyi ikna edemez. Bilim
Kurulu’nun ve restorasyon mimarlarının açıklama
yapmaları icab eder. Maalesef klasik camilerin
restorasyonunda en çok zarar gören bölüm şahidelerin
önemli miktarının yok olduğu hazirelerdir.
Mezarlıkların ve özellikle cami hazirelerinin milli
mimarimizin ve tarih kaynaklarımızın ne kadar özgün
bir parçası olduğunu kimse
yeterince farkında değildir.
Kafese kapatılan hükümdarın akıbeti
Sultan ibrahim Osmanlı tarihinde tahttan indirilip
katledilen padişahların ilki sayılır. Sonuncusu da
IV. Mustafa’dır. Sultan
Abdülaziz’in katli ise münakaşalıdır.
ve doğru ise hukuka dayanmayan bir cinayet sayılır.
Zira tanzimat döneminde hem padişahlar hem de devlet
adamları için siyasaten katl çoktan hukuk dışı ilan
edilmişti. Sultan İbrahim, I. Ahmet ile Kösem
Sultan’ın oğludur. Kardeşi IV. Murat kendisinden
evvel iki kardeşini boğdurmuştu. Sultan İbrahim bu
nedenle tahta daveti bir desise olarak düşündü ve
inanmak istemedi. Kendise biat edildikten sonra ilk
sözü hikmet doludur; “Biraz sonra koca bir memleket
iki dudağımın arasından çıkacak emre bağlı olacak.
Bunu nasıl yapacağım?” Delilik unvanı onu tahttan
indirenlerin uydurmasıdır. Ama sinir hastasıydı.
Gelen buhranlar bunu gösterir. Yaptığının daima
farkındaydı. Hemen pişman olduğu biliniyor.
Padişahın kafeste geçen şehzadelik yıllarında ruhu
bozulmuş ve cinsel tutukluluk içine girmiştir. Bunu
sözde Safranbolulu Hüseyin Efendi daha doğrusu Cinci
Hoca’nın büyü ve ilaçları açmış gibidir. Osmanlı
toplumunun alt katmanları siyasetten çok,
padişahların cinsel hayatlarıyla ilgilenmeyi adet
haline getirmiştir. Cinci Hoca onun halk nezdindeki
ilk talihsiz intibaı oldu.
Deli yaftasını perçinlemek için
Ayasofya Avlusu’na gömüldü
Ağır bir dönemden geçiliyordu. Sultan Murat’ın
güvenliği sağladığı imparatorlukta yeniden iç ve
dış tehlikeler başlamıştı.
Girit kuşatması bir sonuca ulaşmamıştı.
Venedik
Cumhuriyeti, Osmanlı karşısındaki son direnişini
gösteriyordu.
Çanakkale Boğazı’na kadar saldırıyordu.
İçte yeniden isyanlar başlamıştı. Sindirilen
kapıkulu askerinin başkaldırdığı görüldü.
Üstelik Abaza Paşa isyanı, padişahın ağır kusuru
neticesi çıkmış gibi görünürse de idarecilerin de
idare edilenler kadar düzen dışı davranmaya
başladığı açıktı. Osmanlı İmparatorluğu yeni
dünyanın gösterdiği iktisadi ilerlemeler ve
açılımlar karşısında uyumsuzlukluk dönemine
girmişti.
En büyük sorun
enflasyon ve artan nüfus karşısında kıt
üretimdi.
Oysa sorumluyu bulmak kolaydı. Kolayca padişahın
israfı ve dengesizliği ortaya atıldı. Ünlü müftü (bu
dönemde henüz şeyhülislam unvanı kullanılmazdı) Kara
Çelebizade fetvayı verdi. Parlak bir ha’l fetvası
örneğiydi. Sultan İbrahim vakasından sonra ana yurdu
Bursa’ya sürüldü. Bursalı hanedanın bu parlak
üyesi orada da bazı eserler yaptırdı.
Ne var ki kazasker kardeşi Emir Sultan, haziresinde
gömülü olmasına rağmen, ünlü şeyhülislamın
mezarı bile bilinmiyor.
Sultan İbrahim kapatıldığı kafeste annesinin kapı
kilidini kurşunla berkittiğini gördü. Bu dayanılır
bir ceza değildi. Gene korkunç bir krize yakalandı.
Ve nihayet 18 Ağustos 1648 günü ünlü cellat Kara Ali
ve çırakları tarafından boğuldu. O kriz
anında bile bir söz sarf etmişti; “Elhamdülillah
cemaat başıyım”. Hanedan bundan sonra onun ve
Hatice Tarhan Sultan’ın çocuklarından
yürüyecekti. Deli yaftasını perçinlemek için babası
I. Ahmet’in türbesine değil, Ayasofya Avlusu’ndaki
gerçekten deli olan amcası I. Mustafa’nın yanına
gömüldü. I. Sultan İbrahim’in kişiliğini ve yaşamını
tiyatro edebiyatımızda Turan Oflazoğlu, “Bilinçli
Cinnet” adıyla dramatize etmiştir. Üzerinde
düşünülmesi gereken bir hükümdar portresi ve tarihi
dönemdir.
Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 18.08.2013
|
MOSKOVA'DAKİ TROYA HAZİNELERİ

Yazarımız Netim
Atilla uzunca zamandır yapmak istediği Troya
Hazineleri’ni görmeye Moskova’ya Aleksandr Puşkin
Güzel Sanatlar Müzesi’ni ziyarete gitti, Homeros’un
bakışıyla Troya’yı anlamaya çalıştı. Geriye insanlık
tarihinden güzel bir kesitle döndü…
Prens Yuri Dolgoruky tarafından 1147 yılında
kurulan, günümüzde dokuz milyona yakın nüfusa sahip
Moskova, kimi altın kaplamalı, kimi rengarenk olan
soğan kubbeli kiliseleri ve ‘Stalin Gotiği’
binalarıyla siluetini ilk bakışta ele veren ‘farklı’
bir şehir... Gerçekten de kentin resmi yüzünü
Ortodoks Rusya’ya özgü kilise mimarisi
renklendiriyor. 200 kilisesi, 6 sinagogu ve 6 camisi
ile Moskova, bu geçiş döneminde yeniden oluşturmaya
çalıştığı ‘Yeni Rus Kimliği’ni de bu kiliselere
dayandırıyor.
HOMEROS’UN İZİNDEN GİTTİK
İlk hedefimiz kuşkusuz Kızıl Meydan’a gitmek; ama
yıllardır hayallerimizi süsleyen ve 1991’e kadar
nerede olduğu bilinmezken, aniden Moskova’da ortaya
çıkan Troya Hazineleri’ni görmek için de
sabırsızlanıyoruz. Geniş bir fotoğraf koleksiyonunu,
2001 yılında Stuttgart’ta, rahmetli Manfred (Osman)
Korfmann tarafından “Archaologisches Landesmuseum”da
düzenlenen ‘Troya, Düşler ve Gerçek’ sergisinde
gördüğümüz malzemenin orijinallerini dünya gözüyle
görmek için, deyim yerindeyse yanıp tutuşuyoruz.
Yolumuz bir gün Moskova’ya düşerse, ‘Aleksandr
Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’ne gidip ‘Troya
Hazineleri’ni görmek olsun ilk işimiz, deyip
durmuşuz yıllarca…
2005’te aniden yitirdiğimiz Prof. Korfmann’ın başucu
kitabı, İzmirli hemşerimiz ozan Homeros’un ‘İlyada’
destanıydı. Korfmann, İÖ 1180’li yıllarda Akalar ile
Troyalılar arasındaki savaşları beş yüzyıl sonra
anlatan ozanın ünlü destanını, savaşın ‘kulisi’
olarak benimsemişti. Korfmann’a göre ‘İlyada’, Troya
ile ilgili gerçekler ile söylencelerin örtüştüğü bir
çevrenin belgeseli gibiydi. Bu inançtan hareketle
Korfmann, 17 yıl Troya’da yaptığı kazılarla
Homeros’un doğruları söylediğini de çeşitli
buluntularla saptamıştı. Ama hiçbir zaman, Troya
Savaşı’nı kanıtlamayı bir arkeolog olarak kendine iş
edinmedi. Asistanı Dr. Rüstem Aslan, gazeteci
büyüğümüz Özgen Acar’a, ‘Korfmann-Homeros ve Troia’
arasındaki bağlantıyı şöyle anlatmıştı: “Çalışırken
İlyada’nın etkisinde kaldığı olurdu. Onun için
İlyada, çağlar boyunca yayılan etkiyi göz önüne
aldığınızda, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük
yapıtıdır. Homeros’un yapıtını, Helenistik ve Roma
sanatına, tragedyadan felsefeye yansımalarıyla antik
dünyayı yönlendiren, büyük ölçüde değiştiren bir
kitap olarak kabul etmişti. Homeros’un bakış
açısıyla Troya’yı algılamaya çalışmıştı.”
Biz de öyle yaptık; Homeros’un peşinden gittik ve
Moskova’da bulduk Troya’nın güzelliklerini… Homeros,
İlyada, Troya, Güzel Helen ile Paris’in aşkı, Troya
Savaşı, Tahta At, Antik Dönem, Ortaçağ ve günümüz
yazarları ile sanatçıları arasındaki çekişmeler…
Troya’nın düşleriydi bunlar… Bizim Moskova’da
‘bakmaya kıyamadığımız, seyrine doyamadığımız’
parçalar, yani müzenin Troya Bölümü’nde
sergilenenler, Troya’yı yeniden keşfeden Alman
arkeolog Heinrich Schliemann’ın bulduğu olağanüstü
güzellikteki hazinenin zenginlikleriydi… Gerçekten
de dünya gözüyle görmeye değermiş; o ne zarif
işçiliktir, o ne ince zevktir, anlatılır gibi
değil…
ARKEOLOG MÜZE ÇALIŞANLARI
Üç gün önce St. Petersburg’daki Hermitaj Müzesi’ni
gezebilmek için yağmur altında iki saat beklemişiz;
sıramızı kaybetmemek için müze bahçesindeki
kafelerde nöbetleşe dinlenerek… İçeri girme şerefine
nail olduğumuzda da (tüm ünlü ve büyük müzelerde
olduğu gibi), müthiş bir kalabalık ve uğultu
eşliğinde dört dönerek, kentte sayılı gün kalan her
turist gibi az ama öz şeyleri seçip tadını çıkarmaya
çalışmışız. Açıkçası Puşkin Müzesi’nde de benzer bir
durumla karşılaşmaktan korkuyoruz. Ama o da ne?
Ortalık son derece sakin ve sessiz… Müzenin büyük
bir bölümü dünyaca ünlü ressamlara ayrılmış; ama o
galerilerde de, bizim merakla gezdiğimiz arkeoloji
bölümünde de küçük küçük gruplar var sadece… Her
yerde bir sükunet hakim, şansımıza… Müze görevlisi
kadınlar bulundukları yerin öneminin bilincinde,
İngilizceleri zayıf, ama (genel olarak Rus insanına
oranla) hepsi de pek bir yardımsever ve nazik…
Sergiyi ağız tadıyla gezdikten sonra, ağızlarımız
kulaklarımızda, öğle yemeğini müzenin kafeteryasında
yemeye karar veriyoruz. Aman da pek bir keyifliyiz…
Buradaki gözlemlerimiz de ilginç! Müzede çalışan
kadınların çoğunun sanat tarihçisi ya da arkeolog
olduğunu öğreniyoruz. Müzede yemek dışarıdan çok
daha ucuz (Moskova’da yeme-içme zaten ucuz), ama
hepsi de yemeklerini sefertaslarında evlerinden
getirmişler… Maaşlarını öğrenince, bu bilim insanı
kadınlara üzülüyoruz.
TROYA’NIN HİKAYESİ
Dönelim yeniden Troya’ya… Fatih Sultan Mehmet’in
çocukluğundan beri iki büyük düşü vardır: Biri
İstanbul’u fethetmek, diğeri gözleri görmeyen
İzmirli ozan Homeros’un ‘İlyada’ destanında
anlattığı Troya’yı bulmak… Düşünü gerçekleştirmek
için (Schliemann öncesinde) Çanakkale’nin yolunu
tutar; bir antik kent bulur; ancak bu antik kent,
Büyük İskender’in kurduğu ‘Aleksandria Troas’tır.
Başka bir çocuktan daha söz etmek gerek şimdi… O
çocuk bir Alman’dır ve 9 yaşından beri düşlerinde
Troya vardır. Kafasına koymuştur; ne yapıp edip
Troya’yı bulacaktır. Yollara düşer ve Çanakkale’ye
gelir. Ne var ki yaptığı araştırmalar sonuç verir ve
onun düşü gerçek olur. Üstelik ‘İlyada’ destanının
ünlü Troya Kralı Priamos’a ait olduğunu sandığı,
ancak gerçekte bin yıl daha eski olan görkemli
‘hazine’yi de bulur. Yine de tüm bu olayları bir
‘düş’ doğrultusunda algılar… Rüya gibidir her şey…
Bu buluntu, daha sonra birçok arkeolog, bilim
insanı, ressam, heykeltıraş, şair ve yazara nice
‘düşler’ kurdurur. Troya, yakın tarihe kadar da
sanat dünyasında bir ‘düşler ülkesi’ olarak yerini
korumuştur.
Akşam, 18.08.2013
|
ATATÜRK'ÜN DOĞDUĞU EVİ NASIL BİLİRSİNİZ?
15 Ağustos Perşembe günü, Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik ile birlikte Selanik’e, Türkiyeli
ziyaretçilerinin deyişiyle Yunanistan’ın İzmir’ine
gittik. Ziyaret nedenimiz Atatürk’ün 1881 yılında
doğduğu evin restore edildikten sonra yeniden
ziyarete açılmasıydı. Selanik Havaalanı’na
indiğimizde konvoyumuzdaki araçların tamamı aprona
dizilmişti. Bakan Ömer Çelik’in Atina’da Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın ötesinde, hükümet içindeki en
etkili isimlerden biri olarak görülmesi,
Yunanistan’ın bu diplomatik iltifatının başlıca
nedenlerinden biriydi. Başka bir neden ise Türklerin
Atatürk’e olan ilgisinin Selanik’in turizm dinamosu
haline gelmesi. Atatürk Evi tadilattayken bile
sokaklarda Türk ziyaretçileri görmek işten bile
değildi. Bakan Çelik’e yönelik iltifat, Selanik’te
geçirdiğimiz 26 saat boyunca da sürdü. 15
Ağustos’taki Hz. Meryem Yortusu nedeniyle oluşan 4
günlük tatilde kent boşaldığı halde Yunan tarafının
törene geniş katılımı, barışçıl konuşmalar, Çelik’in
bir zamanlar Yunanistan hükümetlerinin sigortalarını
arttırmaya yetecek Osmanlı mirası ziyaretlerine
gösterilen hoşgörü görülmeye değerdi.
Atatürk Evi’nin bulunduğu alan, aynı zamanda
Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’na da ev
sahipliği yapıyor. Başkonsolos Tuğrul Biltekin,
Bakan Çelik’i ve bizi açılış töreninden bir gün
önce, Atatürk Evi ile birlikte yenilenen bahçede
akşam yemeğine davet etmişti. Ali Rıza Efendi’nin
ektiği, Mustafa’nın altında oyun oynadığı rivayet
edilen o nar ağacının altında yenilen yemekten sonra
Atatürk Evi’nin yeni halinin ilk ziyaretçileri biz
olacaktık ve hepimiz gerçekten merak içindeydik.
Çay, kahve aşamasını bile bekleyemeden Atatürk
Evi’ne çıktık. İnşaat masraflarını işadamı Serdar
Bilgili karşılamıştı. Kendisi sır gibi saklasa da
küçük bir araştırmayla maliyetin 2.2 milyon TL’ye
ulaştığını öğrenmek zor olmadı. İnşaat sırasında
Lozan Anlaşması sonrasında eve yerleşen ve 1933’e
kadar orada yaşan Karadeniz göçmeni ailenin bahçeye
bakan tarafta yaptığı eklenti yıkılmış ve tahta
panjurlarıyla, kapılarıyla evin Apastalou Pavlou
Sokağı’ndan görünümü (güvenlik nedeniyle etrafı
çevreleyen 4 metrelik duvarları dikkate almazsak)
orijinaline uygun hale gelmiş. Evin giriş kapısının
duvarına 1933’te asılan mermer pano da yerli
yerinde...
Anı arayana fotoğraf
Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın
“Atatürk doğduğunda ve orada yaşadığında evde
bulunmayan, sonradan toplanan eşyaların hiçbiri
kalmasın” talimatı doğrultusunda bir konsept
belirlenmiş. Koca evde sadece mutfak kısmında bazı
eski eşyalar, bir de banyoda eski bir hamam kurnası
dışında eskiye dair hiçbir şey kalmamış. Denizli’den
gelen 40-50 yıllık perdeler, hediye halılar,
divanlar yataklar, örtüler kaldırılmış.
Anlayacağınız, (mutfağı saymazsak) üç katlı, 6 odalı
evin içinde, katlardaki küçük maketler, Ankara
odasındaki balmumundan Atatürk heykeli, duvarlarda
asılan ‘İnkılap Tarihi’ tadındaki resimli panolar,
dünyadan derlenen ve özel bir yazılım ile derinlik
katıldığı söylenen fotoğrafların ve Atatürk’e ait
eski bilinen görüntülerin izlendiği ekranlar dışında
hiçbir şey yok. Pencerelerin içine de ışıklı eski
resimler döşenmiş ve dışarıyla, sokakla bağ tamamen
kesilmiş. Evden çıktığımızda meslektaşlarımızla
birbirimize baktık. “Yine müzmin muhalefet yanın
tuttu” şeklinde takılırlar diye susmayı tercih
ettim. Ancak gördüm ki AK Parti İstanbul
Milletvekili Metin Külünk, meslektaşlarım, hatta
Bakan Çelik de içeride hiçbir ‘anı’ olmamasını
yadırgamış. Yaptığımız sohbetin özeti şuydu:
“Konsept, müzik, fotoğraflar, metinler, panolar,
odaları dolaşırken metinleri dinlediğiniz cihazlar
gayet profesyonelce hazırlanmış, emek harcanmış ama
evde anı kalmamış...” Anısı olmayan Atatürk Evi mi
olur? Peki, bu sorun nasıl giderilebilir?
Avusturya’nın Salzburg kentindeki MozartEvi’ni örnek
verdim ve aynı konsept içinde odalara az sayıda da
olsa Atatürk’e ait anıların yerleştirilebileceğini
söyledim. Mozart’ın evinde de birçok şey panolarda,
videolarda anlatılıyor ama her odada küçük bir detay
var. Atatürk’e ait olmayan, sağdan soldan toparlanan
eşyalarla eski havası verilmesine Bakan Çelik de
karşı... Ancak Çelik, eve etnografik detaylar
eklenmesi gerektiğine de dikkat çekiyor.
Restorasyonun başarılı olduğunu anlatan Çelik, “Bunu
başlangıç zemini olarak kabul edip zenginleştirmek
mümkün. Tarihçileri toplayıp, buraya konulabilecek
Atatürk eşyalarını belirleyeceğiz” diyor.
Ağacın altındaki taşlar
Eve aynı anda en fazla 20 kişi alınabiliyor ve
dışarıda kuyruklar oluşuyor. Evin bahçesi
ziyaretçilerin rahat edeceği şekilde tasarlanmış.
Köşedeki ‘Museum’ adlı lokanta, ‘domuz eti olmayan
lahmacun’ yapmaya başlamış. Anlatılanlara göre,
ziyaretçiler, anı olsun diye nar ağacının altındaki
beyaz taşları alıyormuş. Zira o taşların ve evin
karşısındaki hediyelik eşya dükkanında satılan
birkaç çeşit magnetin dışında Atatürk’ü hatırlatacak
‘anı’larla dönmek zor. Görevliler nar ağacının
altını sık sık taşlarla donatmak zorunda kalıyor.
Bakalım, yeni Atatürk Evi konsepti Atatürk hayranı
ziyaretçilerini tatmin edecek mi?
Radikal, Haber: Deniz Zeyrek, 18.08.2013
|
KAPALIÇARŞI: BİR YILAN HİKAYESİ

Kapalıçarşı restorasyonunda, 2009 yılından bu yana
hala somut bir adım atılamadı. Anıtlar Kurulu,
bugüne kadar yapılan çalışmaları bir rapor haline
getirdi. Zaman’ın ulaştığı raporda, esnafın, tarihi
yapı üzerinde yaptığı tahribatın korkunç boyutlara
ulaştığı belgelendi. Restorasyonun başlama tarihiyle
ilgili ise kurumlar arasında görüş ayrılığı var.
Fatih Belediyesi, “Üç-dört ay sonra çalışmalar
başlar” derken, edinilen bilgiler sürenin en az üç
yıl olacağı yönünde.
25 yıl öncesinin gazete sayfalarında yer alan bir
haber, aslında zaman kavramının nasıl da ‘izafi’
olduğunu göstermeye yetiyor. Aradan geçen çeyrek
asra yakın bir sürede maalesef, dünyanın en muteber
yapılarından biri olan Kapalıçarşı’nın derdine
derman olup yaraları sarılamadı. 1980 öncesinde,
‘Kapalıçarşı çöküyor’ haberleri yapan muhabirler,
bugün yaş itibarıyla çoktan kemale erdi. Kapalıçarşı
ise bazılarına göre kan kaybından çoktan ölüp gitti,
yetkililer sadece imkansızı deniyor... Zaman
Gazetesi yazarı Nuriye Akman, mart ayında, tarihi
çarşı ile ilgili geniş bir haber çalışmıştı. O
günden bugüne nasıl bir gelişme oldu sorusunun
peşine düştük.

Anıtlar Kurulu ve Fatih Belediyesi,
Kapalıçarşı’nın restorasyonuyla ilgili 2009’dan bu
yana ortaklaşa bir çalışma yürütüyor. Bugüne kadar
alınan mesafe bir rapor haline getirildi. Zaman’ın
ulaştığı rapor, yıllar içinde, Kapalıçarşı’da
yapılan tahribatın tahmin edilenden de fazla
olduğunu belgeledi. Bugüne kadar sadece üç etabın
rölöve (belgeler ışığında binanın durum tespitinin
yapılması) çalışmalarını bitirebilen yetkililer,
çıkan manzara karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı.
Duvarları kaldırılarak büyütülmüş 135 dükkan, dolap
ve tezgah konulması için duvarları oyulan 242 nokta,
iç duvarları inceltilerek alan kazanılan 926 nokta
ile 52 bodrum kat, çok sayıda asma kat ve çelik
kolon... Rölöve çalışmaları tamamlandığında tahrip
edilen dükkan sayısı, yukarıdaki rakamların
neredeyse iki katını bulacak. İşin daha da vahim
boyutu ise çarşının her an bir çökme tehlikesiyle
karşı karşıya olması. İnceltilen duvarlar, çatıdan
sızan yağmur sularıyla kazılan bodrum katları,
yapının direncini büyük oranda azaltmış. Adeta bir
harabeye dönmüş çatının klimalar, su tankları ve
çanak antenlerle dolu olduğunu söylemeye zaten gerek
yok...
Süreç, rölöve çalışmalarındaki eksiklikler
yüzünden mi uzadı?
Bugüne kadar çarşı ile ana gövdeye bağlı olan
hanların rölöve ve restitüsyon (emsal binalara
bakılarak eksiklerin giderilmesi) projelerinin bir
kısmı tamamlandı. Ancak, raporlara yansıyan şu
ifadeler, maalesef Kapalıçarşı’da yapılan saha
çalışmalarında birtakım eksikliklerin olduğunu, bu
yüzden de sürecin uzadığını gözler önüne seriyor:
“Rölövelerde çizilmesi gereken döşeme planlarının
çizilmediği, sistem kesitlerinin bulunmadığı, ilke
kararında en az iki kesit çizilmesi gerektiği
tanımlanmasına rağmen bazı adalarda bir kesitin bile
bulunmadığı; İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 7.5.2009
tarih ve 732 sayılı kararıyla farklı dönemleri
içeren restitüsyon projeleri ve raporlarının
hazırlanmasına karar verilmiş olmasına rağmen
restitüsyon projelerinin tek dönemi yansıttığı,
projenin dönem özelliklerini yansıtmadığı;
restorasyon projelerinin ise daha çok müdahale
paftası niteliğinde olduğu, yapılacak müdahalelerin
uygulama sırasında elde edilecek veriler
doğrultusunda yapılacağı ifade edilmekle birlikte,
Kapalıçarşı’nın en büyük sorunu olan dükkan içlerine
müdahale anlamında restorasyon projelerinin
restitüsyon esaslı değil rölöve esaslı hazırlandığı,
rölöve ve restorasyon projelerinde dükkan içlerine
girilmediği, genel izlerle çizildiği, çoğunluğu yok
olmuş olmasına rağmen özgün muhdes malzeme ayrımına
dükkan bazında değinilmediği tespit edilmiştir.”
Anıtlar Kurulu, şu an büyük bir titizlikle rölöve
ve restitüsyonu biten etapların projelerini
inceliyor, yapının aslına sadık bir şekilde
yenilenmesini hedefliyor. 129 adaya ait bitirilen
rölöve çalışmalarının neredeyse yarıya yakını
incelenmiş, 25 adanın projesi kuruldan geçmiş. Beş
adaya ait rölöve çalışması ise aslına uygun
hazırlanmadığı için iptal edilerek ‘projenin
yenilenmesi’ kararı alınmış. Gelinen bu noktada
Fatih Belediyesi ile Anıtlar Kurulu arasında
birtakım görüş ayrılıkları olduğu anlaşılıyor.
“Kapalıçarşı’nın yenilenme çalışmaları rüyalarıma
giriyor.” diyen Fatih Belediye Başkanı Mustafa
Demir’e göre projelerin tamamı bu yıl sonuna kadar
kuruldan çıkacak ve restorasyon başlayacak. Ancak
edinilen bilgilere göre bu hızla giderse projelerin
kuruldan onay alması yıllar sürecek. Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nda çalışan ve ismini vermek
istemeyen bir yetkili, projelerin tek tek incelenip
kuruldan geçerek restorasyon için düğmeye
basılmasının en az iki-üç yılı bulacağını söylüyor:
“Çalışmalar iki ileri, bir geri ilerliyor. Proje
için çarşıda ölçüm yaparken bile engellerle
karşılaşıyoruz. Esnaf, çalışanlarımızı, ‘İşlerimizi
engelliyorlar.’ şeklinde şikayet ediyor.”
Tahribat yapanlara mahkeme yolu açıldı
Anıtlar Yüksek Kurulu, hazırladığı raporda
tadilat adı altında dükkanlarda değişiklik yapanlar
hakkında yasal işlem başlatacağını şöyle belirtiyor:
“Müdürlüğümüz uzmanlarınca Kapalıçarşı’nın taşıyıcı
sistem bütünlüğünü bozan ve kullanıcı tarafından
duvar inceltmek, tevhit (birleştirme), ifraz
(ayırma) ve bodrum açmak gibi olumsuz müdahalelerde
bulunulduğu tespit edilmekte ve söz konusu dükkan
sahipleri hakkında adli mercilere suç duyurusunda da
bulunulmaktadır.” Yalnız burada da şu sorun ortaya
çıkıyor. Tahribat yapılan bazı işyerleri zaman
içinde el değiştirmiş. Mesela bir önceki dükkan
sahibinin yapıya verdiği zararın hesabını şu an kim
verecek? Kapalıçarşı’da mücevherat satan bir esnaf,
isminin yazılmaması kaydıyla beni bodrum katına
indirdi. 1950’den kalma İngiliz malı para kasalarını
göstererek, “Kasaları buraya dükkanı satın aldığında
babam koymuş. Yani bodrum bizden önce de varmış.
Şimdi bu bodrumu kapatacaklar ama bunun hesabını kim
verecek? Biz mi yoksa eski mal sahibi mi?” diye
soruyor.
Çarşı esnafı arasında birlik yok
Yüzde 98’i şahıslara ait olan dükkanların 3
binden fazla varisi olduğu tahmin ediliyor. Fatih
Belediyesi, dükkan sahiplerinin bir araya gelerek
ortak çalışma yürüteceği bir zemin oluşturabilmek
için Afet Yasası’nda birtakım değişikliklere gitmiş.
Buna rağmen aradan geçen süre zarfında çarşı esnafı
arasında restorasyonunun yapılabilmesi için tam bir
mutabakat oluşamamış. Dükkanında tahribat yapan bazı
çarşı esnafı, mahkeme sürecinden çekindikleri için
yenileme çalışmalarına sıcak bakmıyor. Çarşıdaki
kiracılar da restorasyona harcanan paraların
kiralara yansıyacağından endişe ediyor. Ayrıca
çarşıda, dernek başkanlığı rekabetinden doğan iki
farklı grup var. Bazı çarşı esnafı, Kapalıçarşı
Esnafları Derneği Başkanı Dr. Hasan Fırat’ın
yolsuzluk yaptığını, seçimlere dışarıdan kişileri
getirerek oy kullandırdığını, güvenlik ihalesinin
Elazığ merkezli bir firmaya usulsüz olarak
verildiğini iddia ediyor. Bu iddiaları yargıya
taşıyan muhalefet grubu, açtığı davaların neredeyse
tamamını kaybetmiş. Bazı davalar ise devam ediyor.
Restorasyonun kabaca maliyeti 220 milyon TL
olarak tahmin ediliyor. Bu paranın nasıl ve kimler
tarafından güvenli bir şekilde toplanacağı, hangi
dükkan sahibinin ne kadar para ödeyeceği ise
muammasını koruyor. Esnaf derneğinin para toplama ve
ihaleye çıkma yetkisi olmadığı için dükkan
sahiplerinden oluşan yeni bir yönetim kurulu
seçilecek. Bu kurulun oluşturulması da bir hayli zor
olacağa benziyor çünkü restorasyon için yapılan
toplantılara esnafın katılım oranı çok düşük.
Kapalıçarşı Esnafları Derneği Basın Sözcüsü Faruk
Bektaş, daha yolun başında karamsarlığa kapılmış.
Binlerce esnafın içinde taşın altına elini koyan
kişi sayısının 10-15 olduğunu söyleyen Bektaş, “Son
yapılan toplantıya 105 kişi çağırdım, sadece 15 kişi
geldi.” diyor.
‘Biz restorasyon yaparken dükkan sahipleri
bodrum açmaya devam ediyordu’
Şu an Kağıthane’deki Daye Hatun Camii’nin
restorasyon işlerini yapan Macit Sarı, 45 yılını bu
mesleğe vermiş. Kapalıçarşı’nın 1980 İhtilali’nden
hemen önce başlayan ve 12 yıl süren restorasyonunda
işçilerden sorumlu şef olarak çalışmış. Yapılan
yenileme çalışmalarının her anına tanıklık etmiş.
Sarı’nın o yıllara ait anıları, Kapalıçarşı’nın bir
yandan restore edilirken bir yandan da nasıl bir
tahribata uğratıldığını kayıtlara geçiriyor. O
dönemde, çarşıda 310 dükkanın bodrum katı olduğunu
tespit eden Sarı ve ekibi, bu bodrumlardan ancak 100
tanesini kapatabilmiş. Geri kalan bodrumlar için,
“Sen işine bak. Bu meseleyi daha fazla kurcalama!”
şeklinde uyarı almış. Dahası, restorasyon sırasında
bile yeni bodrum katlarının açıldığına şahit olmuş.
Bodrum açma işlemleri sırasında dükkan sahiplerinin
parayla çarşıda görevli bekçileri çalıştırdığını,
polis ekiplerinin de rüşvet karşılığında yapılan
tahribatlara göz yumduğunu dile getiren Sarı,
şunları söylüyor: “Kapalıçarşı’nın kubbelerinden
tonlarca kurşun söküp üzerini kiremitlerle kapladık.
Bu, o dönemin Türkiye’si için normaldi çünkü para
yoktu. Kurşun kaplasak maliyet yüzde 50 artıyordu.
İhaleyi yüzde 54 kırımla deprem konutları yapan bir
müteahhide verdiler. Hal böyle olunca tavanlardaki
süslemeler nalburlarda satılan toz boyalarla
yapıldı. Anıtlar Kurulu devre dışı bırakılıp
Bayındırlık Bakanlığı’nı devreye soktu. Hangi siyasi
güç yaptı bunu bilmiyorum ama Bayındırlık sadece
bina yapar, mühendislikten anlar. Restorasyonlar
sırasında özgün malzemeler kullanılmadı. İşçilerin
iaşesini getiren kamyonet, malzemeleri bırakınca
bodrumlardan çıkarılan kum torbalarını taşıyordu…”
Zaman, Haber: Bünyamin Köseli, 18.08.2013
|
|
PISA KULESİ DÜZELİYOR
İtalya'nın Pisa kentinde bulunan ünlü eğik kulenin düzelmeye devam ettiği açıklandı.
Pisa Kulesi için hazırlanan yıllık rapora göre, 2001 ile 2013 arasında kule 2.5 santimetre düzeldi. Son 20 yıldır, kulenin fazla eğilip devrilmemesi için önlem alan yetkililer, 1992'den beri kulenin eğiminin 4.5 metreden 4.1 metreye düşürüldüğünü belirtti.
Profesör Michele Jamiolkowski önderliğinde yapılan kurtarma çalışmaları arasında, ilk kata 18 çelik kablonun takılması, kulenin inşa edildiği alanın toprağının dondurulması, eski temek taşlarının çıkarılıp yerine çelik destekli beton koyulması var.
Kulenin de bu temele 52 metre derine inen çelik halatlarla bağlandığı belirtildi. Uzmanlar, 1372'de tamamlanan 55.86 metre yüksekliğindeki kulenin önümüzdeki 200 yıl için güvende olduğunu belirtt
Sabah, 18.08.2013
|
GEDİZ ÜNİVERSİTESİ 400 YILLIK KÖYÜ RESTORE EDİYOR

Kozbeyli
Köyü, Ege Denizi’ne bakan yamaçlardan birini adeta
nakış gibi süslüyor. İzmir’in Foça İlçesi'nde
bulunan 400 yıllık köy, taş binalarıyla çam
ağaçlarının arasında güzelliğini sergiliyor.
Köy sakinleri tarihi güzelliklerinin gelecek
nesillere taşınması için harekete geçti. Muhtarları
Hayrettin Günindi’nin öncülüğünde Gediz
Üniversitesi’nin kapısını çaldı. Tarihi köy, geniş
kapsamlı bir projeyle restore edilerek ihtişamlı
günlerine dönecek. Kozbeyli’nin geleceğe aktarılması
gereken bir kültür mirası olduğuna dikkat çeken
Gediz Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Doç.Dr.
Özlem Erkarslan, “Restorasyon tamamlandığında ortaya
bambaşka bir yer çıkacak. Köy halkı şimdiden
sabırsızlanıyor, merakla bekliyor.” diyor.
Kuruluşu 1600’lü yıllara dayanan köy halkının
Gediz Üni-versitesi’nden yardım istemesi üzerine üç
etaptan oluşan bir proje hazırlandı. Öncelikle
tescilli yapıların rölövelerinin çıkarılması,
ardından kamu kaynakları kullanılarak yenilenmeleri
için koruma amaçlı imar planı hazırlanması, son
olarak da restorasyona geçilmesi hedeflendi. Foça
Kaymakamlığı, Belediyesi, Kozbeyli Muhtarlığı ve Köy
Güzelleştirme Derneği eşgüdümünde geçen yıl kollar
sıvandı. Mimarlık bölümü akademisyenleri ve
aralarında yabancıların da olduğu öğrenciler, çoğu
tescilli 50’ye yakın binanın mimari çizimlerini
yaparak rölövelerini düzenledi. İkinci etaba
geçilmesi için üniversite, kaymakamlık ve belediye
tarafından protokol imzalanarak İzmir Valiliği’ne
başvuruldu ve İl Özel İdaresi’nden kaynak istendi 96
bin lira tahsis edildi. Öğretim üyeleri ve
öğrenciler, yeni öğretim yılının başlamasıyla
birlikte Kozbeyli’de bir kere daha sahaya inecek.
Bir yılda tamamlanması hedeflenen planla tarihi
köyün kamu kaynakları da kullanılarak restore
edilmesinin önünde engel kalmayacak ve hızla eski
görünümüne kavuşturulacak. Böylece Safranbolu,
Ödemiş Birgi, Bursa Cumalıkızık gibi göz kamaştıran
turistik bir merkez daha kazanılacak. Gediz
Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Doç.Dr. Özlem
Erkarslan, “Gediz Üniversitesi olarak tarihi bir
zenginliğimizi insanlığa tekrar kazandırmaktan ve
geleceğe taşımaktan büyük onur duyuyoruz. Hem
öğretim üyesi arkadaşlarımız hem de öğrencilerimiz
heyecanla görev alıyor, projenin gönüllü birer
parçası olmanın gururunu paylaşıyor.” ifadelerini
kullanıyor.
Zaman, Haber: Mustafa Girgiç, 18.08.2013
|
ORHAN GAZİ DÖNEMİNE AİT AKÇELERİN BULUNDUĞU YER
ŞAŞIRTTI

Bulgaristan'ın Kırcali şehri
yakınlarındaki Trak Kaya Tapınağı'nda Orhan Gazi
döneminden gümüş akçeler bulundu.
Bulgaristan'ın
İndiana Jones'u olarak tanımlanan arkeolog
Nikolay Ovçarov, Perperikon bölgesinde
keşfedilen gümüş akçeleri basına tanıttı.
Yaklaşık 40 akçenin birbirine benzer olduğunu
aktaran Ovçarov, Osmanlı'da
para basımının ilk
numunelerini teşkil etmesi
bakımından bunların
eşsiz olduğunu vurguladı.
Bulgar arkeolog, keşfedilen ender akçelerin 1340
ila 1360 yılı dönemine
ait olduklarını ifade etti.
Bulunan 7
santimetre uzunluğundaki metal parça hakkında da
bilgi veren arkeolog, bu
metalin büyük ihtimalle kumandandaki zırhın
göğsünde ya da alnında yer
aldığını kaydetti. Metal yazının Perperikon'u
fetheden Osmanlı kumandanlardan birine ait
olabileceğini tahmin eden Ovçarov, parçanın
eksik olması sebebiyle yazının tam okunamadığını
ifade etti.
Perperikon bölgsi Osmanlılar tarafından
1360-1361 yılında fethedilmişti.
Haber 7, 17.08.2013
|
İSKELETLER ÇÜRÜDÜ, KİLİSE ÇÖKÜYOR
İngiltere’nin
Somerset bölgesinde 500 yıllık bir kilise,
temelindeki 6 binden fazla iskeletin çürümesi
nedeniyle çökme tehlikesiyle karşı karşıya.
Bath Abbey Kilisesi’nin temelinde çok sayıda
çatlak oluşmaya başlaması üzerine bina incelemeye
alındı. Yetkililer kilisenin zemininin çökmeye
başladığını, çünkü kilisenin altında binlerce
kişinin çok derin olmayan toplu mezarlara
gömüldüğünü söyledi. Yetkililere göre iskeletler
çürüdükçe kiliseyi taşıyan mezarlar da hızla
çöküyor.
Hürriyet, 17.08.2013
|
|
SELÇUKLU MİMARİSİNE
DÖNÜŞ
Mimari tarihimiz ve onu
besleyen kaynaklar üzerine bir araştırma
yapıldığında, pek doyurucu bilgilerle karşılaşmamız
pek mümkün değildir. Çeşitli uygarlıklara kucak
açmış olan Küçük Asya’da, prehistorik dönemlerden
günümüze dek gelen süreç içinde, uygarlıklar denli
onların oluşturduğu bir mimari zenginliği de
yaşamamıza rağmen bunların örneklerini görmemiz çok
sınırlıdır. Hitit, Yunan, Roma, Selçuk ve de Osmanlı
mimarisini bir yana bırakın, ilk dönem Cumhuriyet
döneminin mimarisinin örnekleri bile sanıldığı denli
çok değildir. Çünkü, her uygarlık sanki bu
toprakların üzerindeki bir lanet ya da gereksiz bir
gelenek gibi, bir öncekinin tüm değerlerini,
stillerini yadsımış, ama onun yerine yeni bir mimari
yaratacağı yerde, gereksiz bir özenme sonucu ne
eskisiyle ne de yenisiyle kendine bağlantıları ya da
esintileri olan kendine özgü bir mimari yaratmanın
üstesinden gelebilmiştir. Onun için bizim mimari
tarihimizde akımlar, modalar, eğilimler stiller pek
yoktur.
Özellikle dinsel
yapılarda öne çıkan bu tutum, sivil ve benzeri
yapılarda da aşağı-yukarı aynı anlayışla
sürdürülmüştür. Örneğin, bir kiliseden, iki minare
koyarak cami yapma geleneği, sivil mimaride de bir
başka eklemelerle sürdürülmüştür.
Elbette ki bir dinsel
yapının, birkaç ekleme ile bir başka dine hizmet
edecek mekan haline gelmesine ya da getirilmesine
hiç kimsenin itirazı olmaz. Hem pratik, hem ucuz,
hem de işin ruhuna uygun bir yöntemdir bu. Bu
yöntemin en güzel tarafı ise, eskiyi yok etmek
değil, aksine onu günün anlayışıyla yeniye adapte
etmek, onu daha nice yıllar yaşatarak ayakta
tutabilmektir.
Ne var ki dinsel
yapılardaki bu gelenek sivil mimaride benzer şekilde
kullanılmamış, aksine eski ve değerli ne olursa
olsun yıkılarak yerine, hiçbir yerel özelliği ya da
geçmişiyle ilişkisi olmayan, kich düzeyindeki bir
garip mimari anlayışı doğmuştur.
Günümüzde, bir zamanlar
hoyratça harcadığımız, yakıp yıktığımız, kimi
dönemlerin mimarisini yaşatma gibi bir eğilim
oluşmaya başladı. Bu eğilimin kökünde ve yapılış
nedeninde, eski değerleri gününüze taşımak değil,
aksine, mimari kavramlar ve anlayışlar dışında,
politik kaygılar ya da özentiler ön plana
çıkmaktadır. Bir yandan yıktığımız, restore etmekten
bile çekindiğimiz değerleri, şimdi yeni binalarda
yaşatmak istiyoruz. Yani orijinaline değil de, onun
kötü ve aslı ile asla uygun olmayan karikatürümsü
yanına prim veriyoruz.
Elbette ki sözü, son
yıllarda moda olan Selçuk ya da Osmanlı mimarisine,
sözüm ona öykünerek yapılan sevimsiz örneklere
getirmek istiyorum. Bir kubbe, iki motif, bir kule,
yaptığınız zaman ne yazık ki o Selçuklu mimarisinin
bir örneği, benzeri, yansıması olmuyor. Olamaz da.
Çünkü aslını bile restore etmekte beceri
gösteremeyen bir mimari zihniyetin, bunun günümüze
yansıyan bir örneğini yapması mümkün değildir.
Önce eskiyi koruyalım,
restore edip onun özelliklerini öğrenelim ki,
sonunda onu günümüze taşıyalım. Yaygın olan bir söz
vardır, doktorlar yanlışlarını gömer, ama mimarlar
yıllar boyu yaşatırlar. Ya müteahhitler ne yapar? Bu
sorunun yanıtını çevremize bakarak vermek çok kolay.
Aydınlık, Yazı: Burçak
Evren, 17.08.2013
|
SİRİUS'A TAPINMAK İÇİN İNŞA EDİLDİ"

Göbeklitepe kazılarının
başında yer alan, Berlin’deki Alman Arkeoloji
Enstitüsü’nden (DAI) Klaus Schmidt, “Avcı-toplayıcı
toplumlara ait eş zamanlı olarak kurulan birçok
yerleşim birimi var. Göbekli Tepe, bu yerleşimlerde
yaşayan insanlar için bir ibadet yeriydi” dedi.
TARTIŞMALAR DEVAM EDİYOR
Newscientist sitesinin haberine göre, İtalyan bir
araştırmacı, Göbekli Tepe’nin ne tür bir dini
inanışa sahip insanlar tarafından kullanıldığına
dair önemli bir iddia öne sürdü.
Milano’nun Polytechnic Üniversitesi’nden
arkeo-astronom Giulio Magli, tıpkı İngiltere’deki
Stonehenge gibi, Göbekli Tepe’nin gök cisimlerinin
hareketlerini takip etmek ve onlara tapınmak için
yapıldığını iddia etti.
Magli, oluşturduğu simülasyonda Göbekli Tepe inşa
edildiği zaman gökteki yıldızların konumlarının
nasıl olacağını belirledi. İtalyan gök bilimci,
Dünya’nın kendi eksenindeki hareketinden dolayı
yıldızların son bin yıl içinde konumlarının
değiştiğini, bir zamanlar ufuk çizgisine yakın
beliren yıldızların farklı konumlarda yükseldiği ve
görüldüğünü, yeniden belirmeleri için de binlerce
yıl geçebileceğini ifade etti.
Gökteki en parlak yıldız olan (Güneş’in ardından)
Sirius, Ay, Venüs ve Jüpiter’in ardından gece
karanlığındaki en parlak dördüncü gök cismi.

‘SİRİUS’U TAKİP
EDİYORLARDI’
Magli, antik Mısır takviminin Sirius yıldızının
hareketlerinden yararlanılarak hazırlandığına dikkat
çekerek, binlerce yıl önce Göbekli Tepe’nin
bulunduğu enlemde benzer amaçlara hizmet etmiş
olabileceğini belirtti.
‘Sirius’un 9300 yıl önce ufuk çizgisinin altında
görünür olduğunu’ belirten Magli, “Gökte aniden
beliren bir yıldızın, bir dinin doğumuna sebep
olduğunu düşünebiliriz” dedi. Magli, “Bence Göbekli
Tepe bir yıldızın ‘doğumu’ üzerine inşa edildi”
ifadesini kullandı.
YILDIZLARLA KONUMLANDILAR
Göbekli Tepe haritaları ve uydu görüntülerini
kullanan Magli, iki anıttaşın arasından ve tüm
çemberlerin içinden geçen hayali bir çizgi çizdi.
Magli, kazılarda ortaya çıkan üç dairesel alanın,
Sirius’un ufukta belirdiği MÖ 9100, 8750 ve 8300
yıllarında gökteki noktalarla aynı hizaya geldiğini
öne sürdü.

Magli, yaptığı araştırmanın üzerinden geçmesi
gerektiğini ve daha doğru hesaplamalarla sonuçları
doğrulaması gerektiğini belirtti. Kazılarda dairesel
alanların tam olarak ortaya çıkmaması, yapıların
yıldız konumlarına göre hazırlanıp hazırlanmadığı
hakkında kesin bir fikir sunamıyor.
DAI üyesi olan Jens Notroff, “Göbekli Tepe’deki
anıtların bir çatısı olup olmadığını hala
tartışıyoruz. Eğer zamanında bir çatı varsa, bu
yıldızların gözlemlenmesini zorlaştıracaktı” dedi.
Ntvmsnbc, 17.08.2013
|
HALA SULTAN CAMİİ'Nİ MÜZE YAPACAKLAR
Rumlar, Güney
Kıbrıs'ın Larnaka bölgesinde bulunan Hala Sultan
Camii'nde Müslümanların beş vakit namaz kılmalarına
izin vermiyor.
Hala Sultan Camii'ni belirli saatlerde ibadete
açan Rumların asıl amacının, burayı tamamiyle
ibadete kapatıp müze haline dönüştürmek olduğu ifade
ediliyor. Kıbrıs'ın önde gelen araştırmacı
yazarlarından Arslan Mengüç , Rumların bu tutumunun
kabul edilemez olduğunu söyledi. Mengüç, "Rumlar,
adanın birçok yerinde olduğu gibi Hala Sultan
Tekkesi civarında da birtakım tarihi eserler bulduk
bahanesiyle Hala Sultan Tekkesi'ni ibadete kapatıp
müze haline getirmeye çalışıyorlar."dedi.
Söz konusu KKTC'nin Karpaz bölgesinde bulunan
Apostolos Andreas Manastırı olunca kıyameti kopartan
Rumlar, Kıbrıs Türk tarafınca kendilerine gösterilen
ibadet özgürlüğünü adadaki Kıbrıslı Müslümanlara
göstermemekte ısrarlı. Kıbrıslı Müslümanlar, elini
kolunu sallayarak KKTC'de bulunan Apostolos Andreas
Manastırı'na gedip ibadet eden Rumlar gibi Hala
Sultan Tekkesi'ne gidememekten şikayetçi.
Bir şekilde Güney Kıbrıs'ta Larnaka bölgesinde
bulunan Hala Sultan Camii'ne giden Kıbrıslı
Müslümanlar, burada saat engeline takılıp rahatça
ibadet edemiyorlar. 08.30-19.00 saatleri arasında
açık olan Hala Sultan Camii'ne giden Müslümanlar
burada sadece öğlen ve ikinci namazını kılabiliyor.
Konu ile ilgili olarak Cihan Haber Ajansı'na
(Cihan) açıklama yapan Kıbrıs'ın önemli araştırmacı-
yazarlarından Arslan Mengüç, Rumların bu şekilde
Hala Sultan'ı tamamiyle ibadete kapatıp
müzeleştirmek amacında olduğunu ifade etti. Savaş
sonrasında Kıbrıslı Türklerin Larnaka ve çevresinden
ayrılmalarından sonra Hala Sultan Tekkesi ve
Camii'nin kapatıldığını kaydeden Mengüç, Güney
Kıbrıs'ta yaşayan Kıbrıslı bir Türk'ün bu işe sahip
çıkmamasından dolayı bu durumun yaşandığını aktardı.
Müslümanlar için büyük önem taşıyan bu ibadet
merkezine Hala Sultan Camii İmamı Şakir Alemdar'ın
sahip çıktığına vurgu yapan Mengüç, "Rumlar
Kıbrıs'ın birçok yerinde olduğu gibi Hala Sultan
Tekkesi'nin civarında da başka birtakım tarihi
eserler gibi şeyler bulduk bahanesiyle Hala Sultan
Tekkesi'ni müze haline getirmeye çalışıyorlar. Müze
haline getirip burası müzedir diye bastırdılar ama
Hala Sultan Müslümanların bir önemli dini
mekanıdır." şeklinde konuştu.
Öyle ki Osmanlı İmparatorluğu'nda Hala Sultan'ın
önünden geçen bütün savaş gemileri top atışıyla
ticaret gemileri personelleri şapkalarını çıkartıp
Hala Sultan'ı selamlarlardı. "diyen Mengüç, şu anda
böyle bir yapının olduğunu belirtti. Hala Sultan'ın
da aynı Apostolos Andreas Manastırı 'nda olduğu gibi
bir dini mekan olması gerektiğini vurgulayan Mengüç,
" Buranın sabah namazından yatsı namazına kadar
halka açık olmazılazım. Bir de artık biz savaş
döneminde yaşamıyoruz. Kıbrıs'taki savaş döneminden
bu döneme 39 yıl geçti. Artık Müslümanlar; kimi
Türkiye kökenli kimi burada doğmuş büyümüş
insanlarında bu kutsal mekana gelip ibadet
edebilmesinin önünün açılması lazım. "diye konuştu.
Zaman, 17.08.2013
|
KIRIM'DA ÜÇ ASIRLIK CAMİ YENİDEN İBADETE AÇILDI

Ukrayna'ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin
Bahçesaray şehrindeki 3 asırlık cami tekrar ibadete
açıldı.
Orta Camii'nin açılış merasimine Kırım Müftülüğü,
Kırım Tatar Milli Meclisi mensupları, Türk İşbirliği
ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)
yetkilileri, Türkiye'den gelen davetliler ve çok
sayıda Kırım Tatarı katıldı.
Restorasyon masrafları Hacı Enver Ümerov ve
oğulları Aslan ile Rüstem tarafından karşılanan Orta
Cami'nin yeniden ibadete açılmasında, Kırım Müftüsü
Hacı Emirali Ablayev'in katkılarının çok olduğu
bildirildi.
Sovyetler Birliği'nin kurulmasıyla ezanın sustuğu
mabet, uzun süre sinema ve benzeri kültürel
faaliyetler için kullanıldı.
Ukrayna'nın bağımsızlığından sonra kaderine terk
edilen kutsal mekan daha sonra asıl hüviyetine
kavuştu.
Yeniden cemaati ile buluşan Orta Cami, Osmanlı ve
Fransa mimarisinin müşterek izlerini taşıyor.
Orta Cami'nin 17'inci yüzyılın başlarında Kırım
Hanları; İkinci Mengli Giray ve İkinci Selamet Giray
döneminde tamamlanarak hizmete girdiği belirtiliyor.
Zaman, 17.08.2013
|
ANTANDROS'TA ROMA VİLLASI

Balıkesir'in
Edremit İlçesi'nde, Çanakkale-İzmir E-87 kara
yolu üzerinde MÖ 4. yüzyıla ait tarihi Antandros
antik kenti ve çevresinde yapılan kazılarda Roma
villası kalıntılarına rastlandı.
Hedef Alliance Holding'in sponsorluğunda
Altınoluk'ta sürdürülen tarihi Antandros antik
kenti ve çevresinin araştırıldığı 13. sezon
kazılarında MÖ 4. yüzyıla ait yeni ortaya çıkan
yamaç evleri kazılarında bir Roma villası
kalıntısının ortaya çıkması yılın sürprizi olarak
değerlendirildi.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı öğretim
üyelerinden Doç.Dr. Gürcan Polat başkanlığındaki 25
kişilik bilim ekibi ile 25 kişilik çalışan işçilerin
12 Temmuz 2013 Perşembe günü Antandros antik kenti
ve çevresinde yeni kazılara başlandığı ve Eylül
ayının ilk haftası içerisinde son bulacağı
belirtildi.
Antandros antik kenti kazıları başkanı
Doç.Dr.
Gürcan Polat ve
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı doktora
öğrencisi Deniz Arkan'ın iki alanda yapılan
çalışmalarında bu sene Roma dönemine ait bir
villanın planına ilişkin çalışmaların önem kazandığı
açıklandı.
Doç.Dr. Gürcan Polat, "3-4 gün önce bu kadar düz
alanda beklemediğimiz bir Roma dönemine ait bir
villanın mozaiklerine ulaştık. Roma dönemine ait
villanın bir koridora açılan odalardan oluşan bir
planı var. MÖ 4. yüzyıla ait olan surların üzerine
oturan bir villa. Sur, özelliğini bitirmiş ve
yerleşim alanlarına açılmış. Roma dönemine ait bir
villanın üç mekanını tespit ettik. İki tanesi mozaik
tabana sahiptir. Burası o kadar yüzeyde ki toprağın
10 ile 15 santimetre altında çıktı, ama ne yazık ki
tarlanın sürülmesi ile bazı mozaikler büyük tahrip
görmüş. Roma villasının tabanından çıkan mozaikler
geometrik desenli olup, oda giriş yönünde bir yılan
ve 4 ayaklı bir hayvana ait arka kısım korunmuş
mozaiklere ulaştık. Tamamına ait çalışmalarımız
sürüyor" diye bilgi verdi.
Polat sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bir diğer alanda yapılan kazılarda
MÖ 4.
yüzyıla ait surun varlığı tespit edildi. Bbu surun
16 metrelik bölümünü açtık. Yer yer 2,5 metre
yükseklikte ve 7.5 metre botunda kaleleri var.
Antandros antik kentinin
Güre beldesine bakan bölümdeki alan onarım
görmüş. Burası bir savaş işaretini gösteriyor. Yine
bu alandaki sur hamam altına giriyor. Kent Roma
döneminde gelişmiş eski Helenistik dönem sınırlarını
aşıp daha da gelişmiş durumda".
Yamaç eleri kzılarının devam ettiğini,
MÖ 1300
yıl evveline ait bir ev tespit ettiklerini açıklayan
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Klasik Arkeoloji Anabilim öğrencisi Deniz
Arkan, "Yamaç evlerine ait evin ön kısmında ne var
diye evin kesitini çıkarmaya çalışıyoruz. Güney
terasını ve bahçe duvarlarını ortaya çıkartacağız.
Bulunan arkeolojik eserler restorasyon
çalışmalarıyla tekrar boyutlandırılıyor. Çalışmalar
esnasında ortaya çıkan parçalar ile sikke'ler
temizlenip incelemeye alınıyor" dedi.
haberler.com, 16.08.2013
|
GAZİANTEP'TEKİ ZİNCİRLİ HÖYÜK'TE KAZI ÇALIŞMALARI
BAŞLADI

İslahiye İlçesi'ne bağlı
Fevzipaşa beldesinde bulunan Zincirli Höyük'teki
kazı çalışmalarının bu yılki bölümü başladı.
ABD Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi ve bölgede
kazı çalışmalarını yürüten ekibin başkanı Doç.Dr.
David Sclohen, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Zincirli Höyük'te 8 yıldır devam eden kazı
çalışmalarının 8'inci etabına başlandığını söyledi.
Kazıların Chicago Üniversitesince yürütüldüğünü
belirten Schloen, şunları kaydetti:
"Türkiye'nin değişik üniversitelerinden öğrenci
ve arkeologların yanı sıra
ABD,
İtalya ve Almanya'daki bazı üniversitelerden
katılan 60 akademisyen ve uzmanla bu yıl
çalışmalarımızı yürütüyoruz. 40 hektarlık 6 ayrı
alanda sürdürülen kazılarda, bölgeden 12'si kadın 70
işçi de çalıştırıyoruz. Asur Sarayı bölgesinde
çalışmalara devam ediyoruz. Höyük'te başlanan
kazıların bu yıl ki bölümü 8 hafta sürecek."
Schloen, bu yılki kazıların ilk günlerinde
çömlek, kemik, kerpiç ve mızrak ucu bulunduğunu
sözlerine ekledi.
haberler.com, 16.08.2013
|
O KADAR KÖTÜLER Kİ SERGİLENMEYE DEĞER

ABD’nin Boston eyaletinde bir müze dünyanın en
‘çirkin’ sanat eserlerini topladı ve sergiliyor.
Scott Wilson adlı bir antikacının ’garip’
tablolara ilgisi nedeniyle kurulan Boston Kötü Sanat
Müzesi bugün üç ana galeriye ev sahipliği yapıyor ve
normalde çöpe atılacak 600 tabloyu sergiliyor. Her
ay yaklaşık 20 sanatçının tablolarının müzede
sergilenmesi için başvuruda bulunduğunu ancak sadece
4 ya da 5 tablonun koleksiyona eklenebilecek kadar
kötü olduğunu söyleyen müze yöneticisi Louise Reilly
Sacco “Müzemiz sadece içten ve orijinal olan
eserleri kabul ediyor. Koleksiyonumuza eklediğimiz
parçalar çok yetenekli bir sanatçının yeni bir şey
deneyip başarısız olduğu eserler de, bir fırçanın
düzünü tersini bilmeyen amatörlerin çizimleri de
olabiliyor” dedi. Her yıl yaklaşık 8 bin kişi
tarafından ziyaret edilen müzeyi kurma fikri, Scott
Wilson’ın bir çöp kutusunda çiçek tarlasında dans
eden yaşlı bir kadının resmedildiği tabloyu bulması
ve tablonun “bir sanat eseri kabul edilecek derecede
kötü” olduğuna karar vermesiyle doğmuş.
Hürriyet, 16.08.2013
|
SİT ALANINA CAMİ
Başkentin tarihi
semtlerinden Ulus’ta yer alan İtfaiye (Hergelen)
Meydanı’na 5 bin 700 kişi kapasiteli cami inşaatı
için ilk kazma vuruldu. Tarihi
konumu nedeniyle sit alanı
olan bölgede cami yapılması için yıkımlara başlandı.
Şehir Plancıları Odası Ankara
Şubesi ise tarihi
alanın meydan olarak kalması gerektiğini belirterek
dava açmaya hazırlanıyor.
Ankara Anakent Belediye Meclisi kararıyla yapılan ve
projesi hazırlanan cami, Gençlik Parkı’nın
hemen karşısında büyük bir alanda inşa
ediliyor. Kubbe çapı 27,
yüksekliği 43, minare
yüksekliği ise 71 metre olan dev cami için
ilk kazma iki gün önce vuruldu. Çevredeki bazı
binaların yıkımına başlandı.
Cami arazisinin bir kısmı, Emek
İşletmeleri A.Ş’ye ait alanla
İller Bankası’na ait alanın
birleştirilerek Diyanet İşleri Başkanlığı’na
devredilmesiyle temin edildi. Hassa
Mimarlık Mühendislik
tarafından çizilen caiminin
projesinde, alanın Gençlik Parkı kadar büyük
olduğu görüldü.
Şehir Plancıları Odası
Ankara Şube Başkanı
Orhan Sarıaltun, söz konusu
projeyi Melih Gökçek’in daha önce birkaç kez
dile getirdiğini, kendilerinin ise buna karşı
çıktıklarını anımsattı.
Özellikle
bölgenin tarihi dokusu olduğuna dikkat çeken
Sarıaltun, “Buranın tarihten beri meydan olarak
kullanımı söz konusu. Bu şekildeki alanı korumak
gerekir. Ulus’un koruma planında da burası meydan
olarak korumaya alınmış. Çevresinde bazı tarihi
camiler zaten vardır. Dini tesis ihtiyacı da yoktur.
Buraya herhangi bir yapılaşma olamaz” dedi.
Sarıaltun, projenin iptal edilmesi için dava
açacaklarını da söyledi.
Cumhuriyet, Haber: Alican Uludağ, 16.08.2013
|
TURİSTLER MÜZELERDEN MEMNUN, TUVALETLERİNDEN
ŞİKAYETÇİ
Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın “müze
memnuniyet anketi”nde, hizmetlerin çoğu takdir
edilirken her 100 kişiden 24’ü
tuvaletlerden duyduğu memnuniyetsizliği ifade
etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı, ürettiği
hizmetler, değişen talep ve eğilimler gibi konular
hakkında yaptığı anket ve incelemeleri
çeşitlendirmeye devam ediyor.
Turist profilini belirleyerek
turistlerin talep ve memnuniyetlerini incelemek
için sıkça araştırmalar yapan bakanlık, bu
araştırmalarını
müzelere de yaydı. Yerli ve yabancı
müze ziyaretçileri üzerinde yapılan memnuniyet
anketi araştırmasında ilginç sonuçlar ortaya çıktı.
BİLGİLENDİRME VE YÖNLENDİRME BAŞARILI
Tüm Türkiye bazında gerçekleşen anket sonuçlarına
göre, müze ziyaretçileri müzelerde en çok
tuvaletlerden yakındı. Ankete katılan her 100
kişiden 24’ü müze tuvaletlerinden duyduğu
memnuniyetsizliği belirtti. Katılımcılardan 100
kişiden 95’i müzelerdeki bilgilendirme ve
yönlendirme hizmetlerini başarılı buldu. Müzelerdeki
güvenlik görevlisi hizmet kalitesinde de benzer
memnuniyet oranları görüldü. Ankete katılan her 100
kişiden 9’u ise müzelerin genel görünümünden
yeterince memnun kalmadığını kaydetti. Bakanlık,
anket çalışmaları sonucunda ziyaretçilerin
izlenimlerini raporlayıp memnuniyeti en üst düzeye
çıkarmak için güncel yol haritaları belirleyecek.
Öte yandan, gelecek dönemlerde turistlerin hangi
müzelere gideceklerine nasıl karar verdikleri,
hoşlandıkları müze türleri ve ziyaret alışkanlıkları
üzerine de anket araştırmaları yapılacak.
Habertürk, 16.08.2013
|
ÇANKIRI'DA ANTİLOP
FOSİLİ BULUNDU

Çankırı'da ''Çorak
Yerler Omurgalı Fosil Lokalitesi'' kazı alanında
yapılan çalışmalarda 40 santimetrelik boynuza sahip
antilop fosili bulundu.
Yapraklı ilçe yolu
üzerinde bulunan kazı alanındaki çalışmalarda bugüne
kadar aralarında 8 milyon yıllık fosillerin de
bulunduğu kalıntılara ulaşıldı.
Ankara Üniversitesi (AÜ)
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Antropoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ayla Sevim Erol başkanlığında
yürütülen kazılarda 40 santimetre uzunluğunda
boynuza sahip antilop fosili bulundu.
Erol, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, kazılarda fil, gergedan, at,
domuz, zürafa, keçi, geyik, koyun, kılıç dişli
kaplan ve kuyruksuz maymun gibi 20'ye yakın türün
kalıntılarına ulaşıldığını belirterek, ''Fosillerden
elde edilen bilgiler ışığında, 8 milyon yıl öteye
gidebiliyoruz. Bu fosiller geçmişe ışık tutuyor”
dedi.
Fosil yatağının ender
rastlanan, çok yoğun ve farklı türlerin bulunduğu
bir lokalite olduğuna dikkati çeken Erol, ''Bu
bölge, hayvanların göç yollarından biri. Hayvanların
buradan kuzeye göç ettiğini tahmin ediyoruz.
Fosillerin üzerinin killi toprak ile kaplanması,
yıllarca bozulmadan kalmalarını sağlamış" diye
konuştu.
Erol, çeşitliliğin çok
olduğu fosil lokalitelerinin zor bulunduğunu
kaydederek, Çankırı'nın bu açıdan önem taşıdığını
dile getirdi.
"Yeni bir tür olabilir"
Yaklaşık 16 yıldır devam
eden kazılarda bu yıl yeni bir fosil türüne daha
rastladıklarını aktaran Erol, "Bu yıl ilk kez
yaklaşık 40 santim uzunluğunda boynuza sahip bir
antilop türü bulduk. Burada ilk kez bulunuyor. Bu
antilop türünün Türkiye'de benzeri var mı, bunu
araştıracağız. Belki de tek tür olarak karşımıza
çıkacak diye düşünüyoruz" şeklinde konuştu. Erol,
kazıların eylüle kadar süreceğini sözlerine ekledi.
Çankırı Kent Haber,
15.08.2013
|
RABİAT'ÜL ADEVVİYE CAMİSİ YANDI

Mısır'daki darbenin ardından demokrasi yanlısı
protestolara ev sahipliği yapan ve darbe
karşıtlarınca sembolleştirilen Rabiat’ül Adeviyye
Camisi, tamamen yanarak kullanılmaz hale getirildi.

Darbe karşıtlarınca sembolleştirilen Rabiat’ül
Adeviyye Camisi, güvenlik güçleri Mısır'ın ikinci
Cumhurbaşkanı Enver Sedat döneminde 35 yıl önce
Nasır City'de yaptırılan ve kadın mutasavvıflardan
Rabiat’ül Adeviyye'nin adı verilen cami, darbe
karşıtı gösterilere ev sahipliği yapması dolayısıyla
tüm dünya tarafından tanınıyordu.

Güvenlik güçlerinin, dünkü katliamının ardından
hastane ve bazı kısımları morg olarak kullanılan
Rabiat’ül Adeviyye Camisi'ne molotof kokteyli atması
üzerine yangın çıktı.

Caminin yakılması sonucu, camide bulunan Kuran-ı
Kerim, tefsir ve meal kitapları ile Sedat döneminde
yaptırılan ahşap işleme ve aydınlatma sistemi de
yanarak kül oldu.

Rabiat’ül Adeviyye isminin başındaki "Rabia"
kelimesi Arapça, dördüncü ve dört anlamına geldiği
için Mısır'daki darbe karşıtları sivil direnişin ve
özgürlüğün sembolünü, başparmaklarını kapatmak
sureti ile yaptıkları dört işareti olarak
belirlemişti.


Hürriyet, 15.08.2013
|
FATİH'İN TOPLARININ SIRRI ORTAYA ÇIKIYOR

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un fethinde
kullandığı top ve güllelerin yapıldığı
Kırklareli'nin Demirköy İlçesi'nde bulunan Fatih
Dökümhanesi'nde 560 yıllık tarih gün yüzüne
çıkartılıyor.Şimdiki teknolojiyle bile yapılması güç
olduğu kaydedilen topların sırrı, yapılan kazıların
ardından gün yüzüne çıkacak.
Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Doç.Dr.
Nuran Yazıcı Metin, İstanbul Üniversitesi öğretim
üyeleri Doç.Dr. Melda Ermiş ve Dr. Akın Tuncer
başkanlığında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mimar
Sinan ve İstanbul üniversitelerinin desteklediği
kazı çalışmalarında, Osmanlı İmparatorluğu'nun
sanayisini somut olarak belgeleyen en önemli
tesislerden biri olan Fatih Dökümhanesi'nin 560
yıllık tarihi gün yüzüne çıkartılıyor. Doç.Dr.
Nuran Yazıcı Metin, 'Kırklareli'nin Demirköy
İlçesi'ne 4 kilometre uzaklıkta bulunan Fatih
Dökümhanesi, Osmanlı döneminin en önemli sanayi
tesislerinden biridir' dedi.
"Zamanın şartlarına göre çok
modern bir tesis"
Demirköy Fatih Dökümhanesi'nin yaklaşık 10 bin
metrekarelik bir alanı kapladığını ve o zamanın
şartları ile çok modern bir tesis olduğunun altını
çizen Metin, 'Burayı 'Büyük Dökümhane' olarak
tanımlıyoruz' dedi.
Fatih Dökümhanesi'nin Osmanlı döneminde
kullanılan ve günümüze kadar gelen demir sanayisinin
en önemli tesisleri arasında yer aldığını dile
getiren Metin, 'Fatih Dökümhanesi'nde kazı
çalışmaları 2001 yılından beri yürütülüyor. Üst
tarafta yaşam ve hizmet birimlerinin yer aldığı üst
avlu ile başlıyor. Dökümhanenin çevre duvarları 2-3
metre yükseklikte, dört köşesinde altıgen burçları
bulunan kale yerleşimi gibi tanımlayabileceğimiz bir
alan burası. Minaresini ayakta görebildiğimiz,
burada çalışanların kullandığı küçük bir mescit
bulunmakta. Avlu mekanının alt kotunda yaklaşık 7-8
metre kot farkıyla üretim alanı diye tanımladığımız
alan bulunmakta. 2010 yılından bu yana oradaki kazı
çalışmaları devam ettiriliyor. Hem bizim kazı
alanımız için hem de Osmanlı sanayisi için çok
önemli bulduğumuz iki demir ergitme fırınını açığa
çıkarttık. Çalışmalarda üretim ile alakalı bir takım
donanımlar açığa çıkarttık' şeklinde konuştu.
Yeni Şafak, 15.08.2013
|
KÜLTEPE'DE ANADOLU'DA EŞİ GÖRÜLMEMİŞ MÜHÜRLER
BULUNDU
Kayseri'de bulunan Kültepe Kaniş/Karum Höyüğü'nde
1948 yılında başlayan kazıların 65'inci yılında,
Anadolu'da ilk kez rastlanan mühürlere ulaşıldı.
Suriye'den gönderilen malların, ait olduğu
kişilerin mühür baskıları olduğunu söyleyen kazı
başkanı Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu,
"Şu an itibarıyla Tunç Çağı'nı hazırlayan evrenin
eserlerini keşfetmiş durumdayız. Özellikle de
Anadolu dışından getirilen malların mühürlendiği
ve onların işaretlendiği 'bulla' denilen kil
topakları var ve bunlar
Anadolu'da ilk kez Kültepe'de keşfedilen kil
topakları olma özelliğini taşıyor. Bunlar üzerinde
özellikle
Suriye'den gönderilen malların, ait olduğu
kişilerin mühür baskıları bulunmaktadır" dedi.
2013 yılı kazı çalışmalarının haziran ayı başında
başladığını ve ekim sonuna kadar devam edeceğini
söyleyen Fikri Kulakoğlu, "Yaklaşık 5 ay boyunca
kazı çalışmalarımızı tepede, yani Kaniş kısmında
sürdüreceğiz. Bu yılki kazılarda hedefimiz
günümüzden 5 bin yıl öncesine ait yerleşim
tabakalarını araştırmak. Yaklaşık 70 kişilik bir
ekiple çalışıyoruz, bunun dışında işçilerimiz de
var. Hedefimiz özellikle Asurlu tüccarların
yerleştiği koloni çağı öncesinde eski Tunç Çağında
Kültepe'nin tarihini araştırmak. Bu anlamda da kazı
çalışmalarımız Kaniş kısmında, tepede yoğunlaşacak"
ifadelerini kullandı.

100 BİLİM ADAMI KÜLTEPE'DE BULUŞACAK
Kültepe'de yapılan kazı çalışmalarının sadece
arkeologlar tarafından yapılmadığını kaydeden
Kulakoğlu, eylül ayı sonunda sadece Kültepe üzerinde
çalışmalarını sürdüren 100 bilim adamı ile Kültepe
toplantısı gerçekleştirileceğini bildirdi.
Kulakoğlu, "Bu çalışmalar sadece arkeologlar
tarafından değil, çeşitli bilim adamlarının
katılımıyla da sürdürülmekte. Özellikle dil
bilimciler, antropologlar gibi arkeolojiye yardımcı
disiplin dallarının da yardımıyla yapılıyor. Bu yıl
eylül ayı sonlarında Kültepe toplantısı yapılacak.
Kazı alanında yapılacak olan toplantıya 50 adet
bildiri sunulacak. Toplantıyı izlemek üzere yaklaşık
100 kişilik sadece Kültepe üzerine çalışan bilim
adamı grubu gelecek" şeklinde konuştu.

"KÜLTEPE AYIKLANIYOR"
Kazı çalışmalarında görev alan eleme işçisi
Mustafa Karakuş ise, kazı alanından çıkarılan küçük
parçalı malzemelerin ayıklanması ve elenmesi
görevinde çalışıyor. Karakuş, "Arkadaşlarla
yaptığımız iş, çıkan kalıntılardan daha ince,
dışarıdan bakınca belli olmayan parçaları ayıklamak.
O zamanda kullanılan, parmak izlerinin olduğu
eşyaları, kurşunları, küçük heykelleri çıkarıyoruz.
Kemik ve seramikler geliyor. Bu şekilde bunları
ayırıp işe yaramayanları atıyoruz. Ağırşak, mühür
baskıları, bronz kurşunlar, iğneler, kemikten
yapılmış malzemeler geliyor. Burada onların ayrımını
yapıyoruz" diye konuştu.
"70 KİŞİLİK EKİP, İŞÇİ VE ÖĞRENCİLERLE TARİH
KAZILIYOR"
Kazı ekibinde bulunan Ankara Üniversitesi Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi Mehmet Ali
Kocabaş da Kültepe/Kaniş bölgesinde yapılan
kazılarla ilgili yeni malzemelerin bulunduğunu
belirterek, "Kültepe'yi Ankara Üniversitesi kazıyor.
Onun bünyesinde biz de burada stajımızı yapıyoruz.
Anadolu'da çok önemli bir yer, ticaret merkezi.
Şu anda elek görevindeyim. Burada en ufak
malzemeleri ayırma işlemi gerçekleşiyor. Pullalar,
nadir de olsa tabletler, idoller, bronz ve ağırşak
gibi malzemeler buradan çıkıyor" dedi
haberler.com, 15.08.2013
|
"YEDİKULE BOSTANLARI HOBİ BAHÇESİ Mİ OLACAK?"
Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir,
Yedikule Bostanları'nın yıkılıp yerine yapılacak
park projesini revize ederek 800 metrekarelik
bostanlık alanı koruyacaklarını açıkladı.
Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi'nden aynı
zamanda Osmanlı'da ziraat teknolojileri üzerine
çalışan Harvard Üniversitesi'nde tarih doktora
öğrencisi Aleksandar Sopov,
"Bostanlar üretim yeridir, hobi bahçesi değil"
diyerek tepki gösterdi.
UNESCO'nun dünya miras listesine aldığı kara
surları içinde yer alan tarihi Bizans'a dayanan
Yedikule Bostanları'nın büyük bir kısmı 6 Temmuz'dan
beri süren çalışmalarla yıkıldı.
Sit alanı olan tarihi yarımadanın bir parçası
olan bostanlar, antik şehir bölgesi içinde dünyanın
mevcut en eski tarım alanı olarak biliniyor.
Büyükşehir Belediyesi ve Fatih Belediyesi'nin
rekreasyon projesi kapsamında Yedikule-Belgrad Kapı
Arasında Bizans'tan kalma bostanların yerine 85
dönümlük arazide süs havuzu olan park yapılacak.
Demir: Hocalar söyledi, revize ettik
Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi'nin
tepkileri sonucu Fatih Belediye Başkanı Mustafa
Demir, Hürriyet gazetesine verdiği demeçte projeyi
revize ettiklerini açıkladı.
"Proje başladıktan sonra yurt içi ve yurt
dışından hocalar, bostanların Bizans Dönemi'nden
kalma, şehir içindeki tarımın ender örneklerinden ve
şehrin florasının bir parçası olduğunu söylediler.
Projenin içinde Yavuz Sultan Selim'in veziri İsmail
Paşa Bostanı ve kuyu da var. Projeyi revize edip bu
bostanı da projeye ekledik. 8 tane 100 metrekarelik
bostan oluşturduk."
"O kadar alanda tarım olmaz"
Aleksandar Sopov, sadece İsmail Paşa bostanın
bile 8 bin metrekare olduğunu belirterek 800
metrekarelik bir alanın artık bostan işlevi
kalmayacağını söyledi.
"800 metrekareyle ancak hobi bahçesi olur. O
artık Osmanlı'dan kalma bostan değildir. İsmail Paşa
bostanın bir topografyası, su kuyusu, su havuzu,
ahırı, kuyusu var. Tüm bunları 800 metrekareye
sığdıramazsınız. Sadece park projesinin yapılacağı
20 bin metrekarelik alanda kent içi tarım yapılarak
sebze meyve ihtiyacı karşılanıyor. 800 metrekarede
ne üretilecek?"
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 15.08.2013
|
KAZIDA BULUNAN HEYECAN YARATTI!
Van Kalesi'nin
güney kesiminde Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın
destekleriyle 4 yıldır sürdürülen Eski Van Şehri,
Kalesi ve Höyüğü kazılarında her gün yeni bir tarih
gün yüzüne çıkarılıyor.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van
Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Araştırma Merkez Müdürü
Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında yürütülen
kazılarda 800 yıl önce kullanılan atık su sistemi
ortaya çıkarıldı.
DHA'nın haberine göre, Eski Van Şehri'nin ortaya
çıkarılması için 60 kişilik ekiple Van Kalesi
arkasında süren çalışmalarda ortaya çıkan yapılar
heyecan veriyor. 15 gün önce sokaklar ve dükkanların
ortaya çıkarıldığı kazılarda, bu kez şehrin atık su
tahliye sistemi gün yüzüne çıktı. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve
Arkeoloji Araştırma Merkez Müdürü Yrd. Doç.Dr.
Erkan Konyar başkanlığında yürütülyen kazılara
katılan Maltepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Banu Konyar,
Osmanlı döneminde altyapının düşünülerek şehrin
kurulduğunu söyledi.
Batı kentleri ile aynı sistem
Çalışmaların büyük bir hızla sürdüğünü belirten
Yrd. Doç.Dr. Banu Konyar, şehrin su tahliye
sistemine ulaşmalarını kendilerini çok mutlu
ettiğini söyledi. Yrd. Doç.Dr. Konyar şunları
anlattı:
"Son birkaç gün içerisinde atık su tahliye
sitemini bulduk. Mekanlardan yola doğru gelen ve taş
döşemenin altından geçen bir drenaj sistemi
oluşturulmuş. Kanallar açılmış. Atık sular yol
altından tahliye ediliyor. Biz bunu çok merak
ediyorduk. Bu sistemi gün yüzüne çıkarmanın
sevincini yaşıyoruz. Yolların üstünde ise iki ayrı
tahliye sistemi oluşturulmuş. Ana caddelerde taş
döşemeler omurgalı sistemle yanlara doğru eğimi
verilirken, ara sokaklarda yolun ortasına doğru eğim
verilerek oluklar oluşturulmuş. Bulgular Osmanlı
kent mimarisi ve dokusu anlamamız açısından
önemliydi. Altyapı düşünülerek şehir kurgulanmış.
Ayrıca Batı Anadolu kentlerinde gördüğümüz bir
sistemin doğuda da olması, Osmanlı döneminde bu
sistemlerin her bölgeye eşit dağıtıldığını
gösteriyor. Sistem bunca yıla rağmen çalışıyor. Bu
sistemin daha eski dönemlere ait olduğunu
düşünüyoruz. Bunu da yapacağımız sondajlama
yöntemiyle ortaya çıkarmayı planlıyoruz."
Yapı, 15.08.2013
|
"GELİŞİGÜZEL ATILMIŞ CESETLER"


OMA ve Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapan
Pisidia Antiocheia antik kentinde devam eden
kazılarda, öldürülüp rastgele gömülmüş 6 cesedin
bulunduğu ikinci bir kuyu ortaya çıkarıldı.
Isparta'nın Yalvaç İlçesi'nde bulunan Pisidia
Antiocheia antik kentinde 4 yıldan beri devam eden
kazı çalışmalarında, bu yıl ilginç bulgular ortaya
çıkarıldı. Geçen ay Cardo Maximus Caddesi Batı
Portikosunda içinde 5 insan iskeletinin olduğu kuyu
biçiminde bir toplu mezar keşfeden kazı ekibi, aynı
cadde üzerinde ikinci bir toplu mezar daha buldu.
Bahçesinde havuzu bulunan bir Roma villası olduğu
belirlenen yapı içerisine inşa edilmiş kuyu
biçimindeki bir çukurda, 6 insan iskeleti ile bir
domuz çenesi rastlandı.


Kazı çalışmalarını yürüten Süleyman Demirel
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm
Başkanı Doç. Dr Mehmet Özhanlı, bir yılda antik
kentte 2 toplu mezarın birden çıkmasının kendilerini
şaşırttığını, arkeolojik çalışmalar sırasında bu tür
buluntuların sık rastlanılan bir durum olmadığını
söyledi.
GELİŞİGÜZEL ATILMIŞ CESETLER
Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, şu bilgileri verdi:
"Bu yılki kazı çalışmalarımızda, Cardo Maksimus
Caddesi Batı Portikosunda çalışmalar devam ederken,
bir süre önce bir dükkan içerisindeki kuyuda 5
iskelet bulmuştuk. Yine bugünkü çalışmalarımızda bir
Roma villası olarak inşa edilmiş, dışarısında havuz
bulunan evin iç bölümünde kuyu görünümünde bir
yapıya rastladık. İçinde 6 kafatası ve bir domuz
çenesinin olduğu toplu mezar buluntusuna rastladık.
Öldürülen insanların gelişigüzel biçimde bu çukura
atıldığını ve üzerlerinin taşla kapatıldığını tespit
ettik. Bu kez şanslıydık, zira toprağın yaklaşık 60
santim altında 2 adet sikke bulduk. Bu sikkeler bize
hangi dönemde olduğunu gösteren en önemli
bulgulardı. Tahminimiz 9. yüzyıl sonları ile 10.
yüzyıla ait bir olayla karşı karşıyayız."
Kazı Başkanı Doç.Dr. Özhanlı, bulunan iskeletlerin
geçmişte yaşanan olaya ışık tutması amacıyla
antropolojik inceleme yapılması için ilgili
kurumlara gönderileceğini ve çıkacak sonucun her iki
toplu mezarda bulunan kemiklerin sahiplerinin, nasıl
ve hangi dönemde öldüklerinin tespit edileceğini
bildirdi. İnsan iskeletleri ile domuz çenesinin aynı
yerde çıkmasını da değerlendiren Doç.Dr. Özhanlı,
"Muhtemelen kurban edilmiş olabilirler" dedi.
Vatan, 15.08.2013
|

|
BURSA'DA TARİHİ SİKKE OPERASYONU
Bursa’da bir ihbarı değerlendiren İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, çeşitli dönemlere ait 98 adet sikke ile birlikte 10 adet küçük obje ve yüzük parçaları ele geçirdi.
Bursa İl Jandarma ekipleri, yapılan bir ihbar üzerine Bursa-Yalova karayolunun çeşitli noktalarına operasyon düzenledi.
Yapılan aramalarda, çeşitli dönemlere ait 98 adet sikke ile birlikte 10 adet küçük obje ve yüzük parçaları ele geçirildi.
Ele geçen tarihi eserlere Müze Müdürlüğü'ne gönderilmek üzere el konulurken, olayla ilgili bir kişi hakkında işlem yapılarak tahkikata başlandı.
Bursa Olay, 15.08.2013
|
SURLARA 55 MİLYON LİRALIK PROJE

İstanbul’da, Haliç’ten Marmara Denizi’ne uzanan
tarihi kara surlarının çevresi, 55 milyon liralık
proje ile yenileniyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Fatih
Belediyesi işbirliğiyle hayata geçirilecek çevre
düzenlemesi, Belgratkapı ile Yedikule arasında
mülkiyeti İBB’ye ait olan toplam 85 bin metrekarelik
alanı kapsıyor.
UNESCO’nun Topkapı, Süleymaniye ve çevresi, Zeyrek
Evleri ile birlikte Dünya Miras Listesi’ne aldığı
kara surlarının iç taraflarının imara izin
verilmediği için boş kaldığına dikkat çeken Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir, Topkapı ile
Mevlanakapı arasındaki 20 bin metrekarelik alanda
yapılan kamulaştırma çalışmalarının bitmek üzere
oluğunu söyledi. İlk etapta Silivrikapı ile
Belgratkapı arasında 10 bin metrekarelik alanda
hayata geçirecekleri projenin Kurul tarafında
onaylandığını belirten Demir, bir fabrikanın depo
olarak kullandığı 12 bin metrekarelik alanla
birlikte, kamulaştırma çalışmalarını 2004 yılından
bu yana sürdürdüklerini anlattı. Yedikule’de bostan
olarak kullanılan 6 bin metrekarelik alanda, 9
milyon lira ihale bedeli bulanan yeşil alan ve
rekreasyon projesinin yerel seçimler öncesinde
tamamlanması planlanıyor. Başkan Demir, “Buralarda
cinayet işlenebiliyor, uyuşturucu satılıyordu.
Bırakın oturmayı, gece geçemezsiniz. Sadece
bayramdan bayrama kurban kesim yeri olarak
kullanabildiğimiz, hayvanlara kiraya verdiğimiz bir
yerdi” dedi.
İstanbul halkının Sur dışından geçerken
gördükleri bostanların da muhafaza edileceğini
söyleyen Başkan Demir, 15-20 metrelik surların
içinde de bostanlar bulunduğunu belirterek, “Bu
bostanların hem tarihi açıdan, hem geleneksel
yöntemlerle şehrin merkezinde tarım alanı olması
için önemli” dedi. 14 Ekim 2012’de ihalesi yapılan
projeye şu ana kadar başlanamamasının gerekçesinin,
projenin Anıtlar Kurulu tarafından 26 Haziran
2013’te onaylanabilmesi olduğunu söyleyen Başkan
Demir, projeyi revize ettiklerini belirtti ve şöyle
konuştu: “Proje başladıktan sonra yurt içi ve yurt
dışından hocalar, bostanların Bizans Dönemi’nden
kalma, şehir içindeki tarımın ender örneklerinden ve
şehrin florasının bir parçası olduğunu söylediler.
Projenin içine Yavuz Sultan Selim’in veziri İsmail
Paşa Bostanı ve kuyu da var. Biz de projeyi bu yönde
revize edip, İsmail Paşa Bostanı’nı projeye ekledik.
8 tane 100 metrekarelik bostan oluşturduk. Projenin
önünde hukuku engel yok.”
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 15.08.2013
|
KARADENİZ'DEKİ BATIK GEMİLERİ ARKEOLOGLAR
İNCELEYECEK
Çaycuma İlçesi'nin
Filyos beldesindeki Tieion
antik kenti
açıklarında MS 2 ile 13. yüzyıl arasındaki döneme
ait 3 adet batık gemiyle ilgili bakanlığın izni
doğrultusunda su altı arkeologları bilimsel
araştırma yapacak.
Filyos'taki antik kentin yaklaşık 200 metre
açığında denizin dibinde gemi batıkları fark eden
balıkçıların durumu antik kentte 2006'dan itibaren
çalışma yapan ekipteki Kazı Başkan Yardımcısı Yrd.
Doç.Dr. Şahin Yıldırım'a bildirmesi üzerine yapılan
ön dalışta batıkların 3 adet olduğu belirlendi.
Denizin dibinde Roma ve Bizans döneminde
kullanıldığı tahmin edilen çok sayıda kırık amfora
(iki kulplu geniş testi) parçaları ve batıklara ait
olabileceği düşünülen çeşitli kalıntılar görülmesi
ardından Kültür ve Turizm Bakanlığına yapılan
başvuru doğrultusunda bölgede arkeolog balık
adamların dalış yapılmasına karar verildi.
Karabük Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Tieion
Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Sümer Atasoy, AA
muhabirine yaptığı açıklamada,
Ankara'dan İl Kültür ve Turizm Müdürlüğüne
dalışlarla ilgili yazının geldiğini, Ereğli Müzesi
ile
Bodrum'dan gelecek su altı arkeologlarının
batıklarla ilgili araştırma yapacağını söyledi.
Çalışmalarının müzenin denetiminde devam
edeceğini ifade eden Atasoy, "Bodrum
Sualti Arkeoloji Müzesi'nin arkeolog balık adamları
var. Onlarla birlikte çalışmaların yapılması
istendi. Önümüzdeki günlerde çalışmalar
başlayacaktır. Dalgıçlar fotoğraflarla
tespit yaparak rapor hazırlayacak. Eğer kazı izni
verilirse üzeri deniz kumuyla örtülü gemilerin
bulunduğu alanda kazılar başlayabilir" dedi.
Atasoy, ön incelemelerde 3 adet olduğu
belirlenen gemilerin fırtına sonucu antik limanın
mendireklerine çarparak battığını tahmin ettiklerini
hatırlatarak, şunları kaydetti:
"Ön dalışın ardından dalgıçlar bölgede bir kez
daha daldı. Toprak filan çektiler.
Amfora parçalarının yanı sıra kurşun ağırlıklar
bulundu. Kantar ağırlıklar da var. Daha önce de
çıpalar çıkmıştı. Geminin omurgası var, buranın
içinde amfora parçaları mevcut. Batıklardan birinin
baş kısmında büyük bir demir halka görülmüş ama ne
olduğu belli değil. Ağırlıklar Roma devrine ait
ama çıpalar uzun yıllar kullanılan malzemelerdir.
Onlarda tam tarih çıkmıyor."
İl Kültür ve Turizm Müdürü yetkilileri de
arkeologların dalış yapmasının ardından atıklarla
ilgili rapor düzenleyeceklerini, çalışmaların kısa
zamanda başlanacağını kaydetti.
Tieion Antik Kenti
Zonguldak'ın kuzeydoğusunda sahil kenti
Filyos'taki Tieion
antik kenti, Tios adlı
rahibin önderliğindeki Miletos kolonisince kurulmuş.
Tarih boyunca Herakleia Pontika (Ereğli) ve
Amastris'in (Amasra)
gölgesinde kalan kent, çeşitli krallıklara bağlı
varlığını sürdürmüş.
Romalılar tarafından yıkılıp yağma edilen kent,
daha sonra yeniden inşa edilerek Roma eyaletlerine
bağlı ticaret ve balıkçı bölgesi olarak varlığına
devam etmiş. Bölge, sonraki dönemlerde balıkçı
kasabasına dönüşmüş.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yabancı
araştırmacılar ve seyyahlarca araştırmalar yapılan
antik kentte 2006'da başlatılan kazı çalışmalarının
Karadeniz ve Küçük
Asya tarihi ile arkeolojisine ışık tutması
bekleniyor.
haberler.com, Haber: Erdinç Aksoy, 15.08.2013
|
AFRODİT HEYKELİ BULUNDU
2005’ten bu yana
Antalya’nın Gazipaşa
İlçesi Güney Köyü Nohut
Yeri mevkiinde bulunan
Antiocheia Ad Cragum antik kentinde yapılan kazı ve restorasyon çalışmaları sona erdi.
Kentin tapınak bölümünde Yunan tanrıçası Afrodit’in heykeli bulundu. Türk ve Amerikalılardan oluşan 73 kişilik kazı ekibine başkanlık eden ABD’nin Nebraska Üniversitesi’nden Prof.Dr. Michael Hoff, “Bu heykel başının bulunmasıyla birlikte bu kentin daha zengin, varlıklı, bölgenin gelişmiş ve önde kentlerinden biri olabileceğini düşünmeye başladık” dedi.
Hoff, bulunan heykel başının resmini, Kültür ve Turizm Bakanlığı onay verinceye kadar basınla paylaşamayacaklarını da sözlerine ekledi.
Habertürk, 14.08.2013
|
|
ROMA İMPARATORLARI SİKKE KOLEKSİYONUNDA YARIŞIYOR

Aydın Arkeoloji Müzesi'ndeki Roma İmparatorluğu
döneminde MS 40 ve 270 yılları arasında tahta
çıkmış 29 imparator ile 9 imparatoriçenin isim ve
resimlerinin üzerinde bulunduğu gümüş sikkelerden
oluşan tarihi koleksiyon, 2 asırlık siyasi tarihe
tanıklık ediyor. Aydın Kültür ve Turizm Müdürü Nuri
Aktakka, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Roma
İmparatorluğu dönemine ait koleksiyonun, yüzyıllar
önceki koleksiyon kültürüne ışık tutması açısından
da önem taşıdığını vurgulayarak, şunları kaydetti:
"Roma İmparatorluğu dönemine ait bu sikke
koleksiyonu, Nazilli Kızıldere'deki bir kurtarma
kazısı sırasında bulundu ve ardından müzemizde
sergilenmeye başlandı. MS 40 ve 270 yılları
arasında tahta çıkmış imparatorlar ve eşleri adına
bastırılan sikkeler, koleksiyonda toplanmış.
Koleksiyon, uzun bir dönemi kapsamasının yanı sıra o
dönemlerdeki koleksiyon kültürüne ışık tutması
açısından da büyük önem taşıyor. İmparator ile
imparatoriçelerin isim ve resimlerinin
koleksiyondaki gümüş sikkelerin üzerinde bulunması,
tarihe tanıklık ediyor."
Müze ziyaretçilerinin, günümüze kadar ulaşan sikke
koleksiyonu vesilesiyle, asırlar önce yaşamış
imparator ve imparatoriçelerin resim ve isimlerini
görme imkanı yakaladığına dikkati çeken Aktakka,
tarihi koleksiyonda, Hadrian, Commodus, Gordian ve
Marcus Aurelius gibi Roma imparatorlarının yanı sıra
Crispina, 1. ve 2. Faustina gibi imparatoriçelerin
adlarına bastırılmış sikkelerin yer aldığını dile
getirdi.
Asırlar önce yaşamış imparator ve imparatoriçelerin
resim ve isimlerini sikkelerin üzerinde gören
ziyaretçilerin büyük heyecan yaşadığını ifade eden
Aktakka, "Müzemizde ayrıca sikke koleksiyonunun
yanında görsel olarak o dönemlerdeki sikke basım
tekniği canlandırılıyor. Bu vesilesiyle de
ziyaretçiler yüzyıllar öncesine taşınıp o dönemdeki
sikke basım tekniği zihinlerinde yaşatılmaya
çalışılıyor" dedi.
Sabah, 14.08.2013
|
EN İLGİNÇ ARKEOLOJİ HAVA FOTOĞRAFLARI

Andriake Liman Kenti Havadan Genel Görüntü
Ülkemizde son yıllarda Anadolu tarihine ışık
tutan önemli keşiflere imza atan arkeoloji bilimi,
gelişen teknoloji ile birlikte ortaya çıkan tarihi
kalıntıları farklı açılardan halk ve bilim dünyası
ile paylaşmaya başladı. Arkeolojik alanların kazı
yapıldıkça ortaya çıkan yeni görüntülerinin hava
fotoğraflarıyla belgelenmesi son yıllarda oldukça
başarılı ve görsel olarak etkileyici bir çalışma
olarak gelişti.
Arkeoloji hava fotoğrafının Türkiye'de öncülerinden
olan ve arkeoloji kökenli bir ekip olan Gölge Cats
Coğrafi Arkeolojik Tanımlama Sistemleri yetkilisi
Arkeolog Çağrı Yağar, Serdar Ceşen'in arkeoloji hava
fotoğrafçılığı ile ilgili sorularını yanıtladı..
Arkeoloji hava fotoğrafı ne için
gereklidir?
Arkeoloji bilimi için hava fotoğrafı öncelikle
bilimsel anlamda bir belge niteliği taşıması
anlamıyla önemlidir. Bir kazı alanının kazılmadan
önceki halinin hava fotoğrafı ile kazı yapıldıktan
sonra çekilen hava fotoğrafları yan yana
getirildiğinde bütünlüklü bir çalışmanın sonucunu
net olarak görebiliyorsunuz. Bu işin birinci kısmı.
Diğer önemli olan gereklilik ise ortaya çıkan kültür
ve tarih kalıntısının halk'a sunumunun farklı bir
bakış açısıyla yapılabilmesidir. Bir yapıyı, bir
alanı olabildiğince yüksek kaliteli bir fotoğraf
üzerinden değerlendirmek, anlatmak, bütün
ayrıntıları görebilmek oldukça keyifli ve bir o
kadarda aydınlatıcıdır.
Hava fotoğrafı nasıl çekilir, hangi
sistemlerle çalışıyorsunuz?
Aslında hava fotoğrafı için geçmişten bugüne birçok
sistem birçok kişi tarafından denenmiştir. Biz Gölge
Cats olarak bu sistemlerin hepsini araştırdık.
Arkeolojik alan fotoğrafı farklı bir konu. Çok
kaliteli, titreşimsiz fotoğraf ister. Çünkü hem
bilimsel çalışmalara yönelik fotoğraflar olmalıdır
bunlar, hem de alandaki kazılan yada kazılmayan
bölgeler hakkında bilgi verebilecek nitelikte
olmalıdır. Onun için biz, zeplin aracılığıyla
arkeoloji hava fotoğrafı çekiyoruz. Bununla birlikte
teknolojik olarak ileri seviyede olan hexakopter
hava aracımızıda alternatif olarak arkeoloji
camiasının hizmetine sunuyoruz. 500 metre yüksekliğe
kadar çıkarak son teknoloji ekipmanlarımız ile 36 mp
çözünürlükte çok kaliteli fotoğraflar elde
ediyoruz. Tabii bu fotoğrafları çekerken açılara ve
kadraja arkeoloji hocalarımızla beraber aşağıdan
canlı aktarım sistemimiz aracılığıyla birlikte karar
veriyoruz. Yani zeplin yada hexakopter hava aracımız
500 metre yüksekteyken bizde aşağıdan açıyı ve
kadrajı belirleyerek fotoğrafları çekiyoruz. Buda
çok keyifli bir çalışma oluyor.
Peki, arkeolojik kazıların hava fotoğrafına
ilgisi nasıl?
Türkiye'de arkeoloji camiası son yıllarda gerçekten
teknolojiye büyük önem vermeye başladı. Teknoloji
kullanmaya başlandıkça, aslında bilimsel
çalışmalarda hem hızlanmaya hem daha çok gözle
görülmeye başlandı. 2 yıldır Gölge Cats olarak
hizmet vermekteyiz ve bu süre içinde 20'nin üzerinde
arkeolojik kazı başkanlığı ve 2 müze ile çalıştık.
Aldığımız geribildirimler ve çalışma sonuçları hep
bizi sevindirdi. Bu bizim için çok önemli. Bunu daha
ileri taşımaya çalışmak en önemli görevimiz. Birde
şu var ; Hava fotoğrafı üretmek çok zor bir iş
değil. Ancak kaliteli ve profesyonel, üzerinde
bilimsel çalışma yapılabilecek, geleceğe güvenle
aktarılabilecek hava fotoğrafları üretmek bambaşka
bir iş. Biz kalite ve profesyonelliğin peşindeyiz.
Hava fotoğrafı dışında arkeoloji kazılarına
verdiğiniz başka hizmetler var mı?
Tabi ki. Hava fotoğrafı dışında uzmanlık alanlarımız
çerçevesinde hizmetler sunuyoruz. Ekibimiz içinde
alanında uzman arkeologlar, fotoğraf sanatçısı,
jeofizik mühendisleri, haritacılar yer almaktadır.
Hava fotoğrafları ile birlikte talep edildiği
takdirde ortofoto plan çizimleri yapmaktayız. Yani
90 derecelik açılarla çekilen hava fotoğrafları
üzerinde bilgisayar programları yardımı ile plan
çizimleri yapmaktayız. Arkeojeofizik çalışmalar, 3D
modellemeler, küçük ve büyük eser envanter fotoğraf
çekimleri, haritalamaya yönelik çalışmalar
ekibimizce yapılan diğer çalışmalardır.

Hava fotoğrafından Antik Andriake Limanı

Kibyra Tiyatrosu
Medya Faresi, 14.08.2013
|
İSTANBUL'UN YENİ CİNAYET MEKANLARI: DEHLİZLER
Bilenler bilir: Dehlizlerin çoğu bir tehlike
anında
kaçış için kullanılmaları yahut bazı grupların
dünyanın gözünden uzak ve gizli şekilde yaşamaları
için değil, tarım alanlarını sulama maksadıyla inşa
edilmişlerdir.
Yedi ay önce bugünlerde, fotoğraf çekmek için
geldiği İstanbul'da ortadan kaybolan Sarai Sierra
adındaki Amerikalı kadının akıbetini
tartışıyorduk...
Derken, Şubat ayında Cankurtaran'daki bir dehlizde
Sierra'nın cesedi bulundu, öldürüldüğü anlaşıldı,
katil zanlısı yakalandı ve savcı zanlı için geçen ay
müebbed hapis istedi...
Cankurtaran'daki aynı dehlizde dün Yusuf Aslan
adında 63 yaşındaki bir erkeğin daha cesedi
bulunmuş... Cesed yarı yanmış vaziyette imiş ve
Sierra'nın öldürüldüğü yerin hemen ilerisine
atılmış...
Asırlar öncesinden kalan ve artık altı ayda bir
cinayetlerin mekanı haline gelen bu dehlizler
özellikle Suriçi İstanbulu'nun, deniz surların
çevresinin ve Haliç'in dört bir yanındadırlar ve
orada öyle dururlar. Bir kısmının girişinde asma
kilitli demir kapılar vardır, bazılarının girişini
bürüyen otlar uzanan dehlizi gizler ama bu yerleri
bilip kullananlar girilebilen yerlerde senelerden
buyana her türlü berbat işi rahatça yapıp ederler...
TAAA ROMA'DAN BU YANA
Bir kısmının Bizans zamanından önceye yani Roma
devrine ait olduğu, bazılarının da Bizanslılar
tarafından yapıldığı söylenen dehlizler hakkında
çeşit çeşit şehir efsanesi çıkmıştır. "Bir ucundan
girdin mi saatler boyu yürüyüp diğer ucuna ulaşır ve
kendini şehrin öbür tarafında bulursun" denir;
sadece mahalleleri değil Boğaz'ın iki sahilini de
birkaç yerden birbirine bağladıkları, ayaklanmalar
sırasında Bizans İmparatoru'nun kaçmasına yaradığı
yahut o devirde patriklerin Ayasofya'da yapılacak
ayinlere bu yeraltı yollarından gitmelerinin gelenek
olduğu anlatılır, hatta komplo teorisi meraklıları,
dehlizlerde asırlar boyunca gizli inanç sahiplerinin
yaşadığına inanırlar...
Bilenler bilir: Dehlizlerin çoğu bir tehlike anında
kaçış için kullanılmaları yahut bazı grupların
dünyanın gözünden uzak ve gizli şekilde yaşamaları
için değil, tarım alanlarını sulama maksadıyla inşa
edilmişlerdir. Roma ve Bizans zamanından bugüne
gelebilen su kemerleri, mesela Saraçhane'nin
girişinde bir kısmı hala ayakta duran Valens Kemeri
ne ise, bu dehlizler de odur! İçme suyunu kemerlerle
taşıyan Roma ve Bizans tarım alanları, özellikle de
ekim yapılan taraçalar için gereken suyu dehlizler
vasıtası ile getirmiştir.
Dehlizlerin bazılarında toprak gerçi zamanla çöküp
yolu kapatmıştır, belli bir mesafeden sonra etrafı
derin bir karanlık bürür, girişten 40-50 metre sonra
bir yol ağzına ulaşılır, önünüze değişik yönlere
uzanan başka dehlizler çıkar ve ilerlemekten işte bu
sebeplerle endişe duyulur ve dolayısı ile elde tam
bir planları yoktur! Turistik broşürleri bir tarafa
bırakın, mevcudiyetlerinden arkeolojik kitaplarda
bile bahsedilmez...
ŞİMDİ TAM SIRASIDIR
Bütün bunlara rağmen, dehlizler konusunda çok
önceleri yapılması gereken hiçbir şey yapılmamıştır.
Asırlardan buyana kullanılmayan ama İstanbul'un
altında bir köstebek yuvası gibi uzanan bu mekanları
hale-yola sokmak, oralarda işlenen cinayetlere,
düzenlenen çeşit çeşit alemlere ve akla-hayale
gelmeyen bin türlü rezalete mani olmak her nedense
kimselerin aklına gelmez...
Paris'i, Londra'yı yahut Glasgow'u yakından
tanıyanların malumudur: Bu şehirlerin altında da
yüzlerce sene öncesinden kalan ama şimdi gayet iyi
muhafaza edilen geniş mekanlar vardır ve bu mekanlar
apayrı birer şehir gibidirler. Hatta, Paris'te kısa
bir zaman öncesine kadar evsizlerin yaşadığı yeraltı
mekanlarına şimdi elit bir kesim sahip çıkmıştır ve
buralarda verilen davetler, katılanlarda bambaşka
bir alemde oldukları hissini uyandırır.
İstanbul'un altı Marmaray, metro, tüp geçit vesaire
için senelerdir zaten kazılırken bu devasa
dehlizlere de el atıldığı takdirde hem "Yeraltı
İstanbulu"nu saran esrar bulutu dağıtılacak, hem de
şehir cinayet ve rezalet mekanlarından kısmen de
olsa temizlenecektir.
Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 14.08.2013
|
İSTANBUL'UN EN ESKİ CAMİLERİ KÜÇÜKPAZAR'DA

Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra
yıkık bir İstanbul ile karşılaşmıştır. Sultan’ın
emriyle şehrin yeniden inşasına başlanır.
Yapılanlar arasında Sağrıcılar-Yavuz er Sinan
ile Kantarcılar Camii’leri de var.
Küçükpazar’daki bu tarihi yapılar hala ayakta...
Fatih Sultan Mehmet devri... İstanbul fethedilmiş ancak Fatih’i
karşılayan beklediği, okuduğu, hayal ettiği son
derece şık bir şehir değildir. Latin istilası
nedeniyle harap olmuş, toparlanamadan da
Türklerin kuşatmasına maruz kalan yıkık bir
İstanbul’dur Fatih’i karşılayan. Gelenek üzerine
yeni bir fetih camisi yaptırmaz. Ayasofya’yı
camiye çevirir ve Edirne’ye döner. İstanbul’un
yeniden inşası için sürekli para gönderir.
Eserler yapılmaya başlanır.
Onlardan ikisi Eminönü ile Unkapanı arasında
kalmış semt Küçükpazar’da. Oradaki loncalar
(meslek grupları) mahallelere ve eserlere de
adını vermiş. Sağrıcılar-Yavuz er Sinan Camii
ve Kantarcılar Camii. Her gün önünden binlerce
insanın geçtiği, şehrin en eski yapıları kabul
edilen bu camiler tarihleri ve hikayeleriyle
farkedilmeyi hakediyor.
EVLİYA ÇELEBİ’NİN DEDESİ
Yavuz er Sinan, şehrin fethi sırasında
Fatih’in alemdarlığını yapmış önemli bir zat.
Evliya Çelebi’nin büyük dedesi olan Sinan,
fetihten sonra kendisine ganimet olarak verilen
alana yaptırdığı caminin yanındaki evde yıllarca
ailesiyle yaşamış, caminin mülkiyetini elinde
bulundurmuştu. Evliya Çelebi’nin 1611’de doğduğu
ve hayatını değiştiren rüyayı gördüğü evdir bu.
Dolayısıyla Evliya Çelebi’nin bu caminin
mütevellisi olduğu söylenir. Yavuz er Sinan’ın
mezarı da burada yer alıyor.
Bir rivayete göre ise Fatih Sultan Mehmet,
kale kapılarının yatsı ve sabah namazları
arasında kapalı tutulması hususunda ferman
çıkarır. Sinan Çelebi’nin nöbette olduğu bir
vakitte teftişe gelen Fatih, kale kapılarının
açılmasını ister. Sinan Çelebi “Hükümdarım hem
ferman çıkarır hem de ihlal edersin” diye
yanıtlar padişahı. Hoşuna gider Fatih’in ve “Sen
ne yavuz bir er’mişsin” der, arzusunu sorar.
Israr üzerine adına bir cami yaptırmasını ve
cemaat osun diye bir küçük pazar yeri
kurulmasını ister. Kabul olur ve Fatih hem
camiyi yaptırır hem de bugün Küçükpazar olarak
anılan pazar yerinin kurulmasına izin verir.
1455’TEN BERİ AYAKTA
Şehrin ayakta kalan en eski camisi olduğu
düşünülen Sağrıcılar-Yavuz er Sinan Camii, iki
isimle anılmakta. Buradaki dericiler loncasından
dolayı Sağrıcılar denirken Fatih Sultan
Mehmet’in alemdarı (sancaktarı) Yavuz er Sinan
tarafından yaptırılmış olması nedeniyle bu ismi
de taşımakta. Ragıp Gümüşpala ile Yavuz Sinan
Sokağı köşesinde olup Unkapanı Köprüsü’ne çok
yakındır. Yapım tarihi 1455. Caminin hikayesi
banisi ile sınırlı değil. İstanbul’un
ermişlerinden Horoz Dede’yi de burada anmak
gerekir. Yavuz er Sinan’ın silah arkadaşı olan
ve kuşatma sırasında askerleri horoz gibi
bağırarak uyandırdığı için ‘Horoz Dede’ olarak
anılan bu zat son saldırıda vefat eder ve
Fatih’in katıldığı cenaze töreniyle buraya
gömülür.
Mimari özellikleri, hikayesi kadar ilgi
çekici değil. En basit tipte, taş duvarlı,
kubbeli yapı dörtgen planlı. Tromplar üzerine
sağır kasnakla yükselen basık bir kubbesi var.
Caddeye bakan cephesi çukurda olan yapının
aydınlatması mihrap ve yan duvarlarda bulunan
pencerelerle sağlanıyor. Harim kısmında yer alan
mihrap son onarımlarda mermerle kaplanmış olup
yarım yuvarlak bir nişten oluşuyor. Son cemaat
yerinde bulunan mihrabın ise tek süsü üzerindeki
yazıdır. Yapıya giriş, mermer sütunlara oturan
kemerli açıklıklarla düzenlen son cemaat
yerinden yapılıyor. Burası metal ve cam
konstrüksiyonla kapalı olup Türk üçgenleri ile
bezeli sütun başlıklarını barındırır. Tek
şerefeli minaresi boyut olarak camiye saygılı
olsa da üzerindeki sıvadan hakettiği saygıyı
görmediği anlaşılmakta. Yapının genel olarak
özenli bir restorasyondan geçerek içindeki sıva
ve fayanslardan kurtulması gerekiyor. Zira 1894
depreminde ve 1918 yangınında büyük zarar gören
yapı 1960 yılında yapılan, çok da başarılı
sayılamayacak bir onarımla ayakta.
ÇİNİLERİ 1993’TE EKLENDİ
Banisi demirci ustası Mevlana Mehmet Muhittin
Efendi’nin mesleğiyle anılarak Sarı Timurcu
Mescidi olarak bilinen yapı günümüzde
Kantarcılar Camii olarak geçiyor. Fetihten hemen
sonra, 1460 civarında inşa edilmiş. Muhittin
Efendi Fatih’le beraber İstanbul’u fetheden
ordunun askerlerinden ve yaşadığı dönemin seçkin
insanlarından. Yiğitliği kadar, ilmi ve
cömertliğiyle de ünlü olan Muhittin Efendi
hayatta iken vakfiyesini oluşturur. Büyük bir
servet kabul edilen “1980 akçe gelirli yedi
dükkan, imam ve müezzin lojmanları ve geliri
caminin giderlerine (yağ, mum ve hasır gibi)
harcanmak üzere üç ev” bırakmıştı. Mahalleye de
adını veren Muhittin Efendi, 1470 yılında vefat
eder. Mescit olarak yapılan küçük yapı; İstanbul
kadılığı yapan Kametizade Mehmet Efendi
tarafından minber eklenerek 1678 yılında camiye
çevrilir. Ancak cami kısa bir süre sonra 1683
yılında çıkan yangınla tamamen yanar. Yeniden
inşa edilirken kantarcı esnafının yaptığı
katkılar nedeniyle ‘Kantarcılar Camii’ olarak
anılan yapının talihsizliği burada bitmez. 1848
yılı yangınından sonra yaptırılsa da 1894
depreminde tekrar zarar görür. 1868’deki
onarımında dış cephesi gerçeğine uygun olması
için tuğla ve taştan yapılarak yapılır. 1993’te
yapılan son onarımla caminin içindeki çiniler
eklenir. Beyaz ahşap tavanlı cami, bakımlı bir
yapı oluşuyla dikkat çekiyor. Caminin
zeminindeki dükkanlar nedeniyle girişe
merdivenle ulaşılıyor. Alt kapı üzerindeki hat
yazılı ayet ve dış kapı üzerindeki kitabe
görülmeye değer.
Star, Haber: Belkıs Kamut Aktürk, 10.08.2013
|
4 - 17 Ağustos 2013
|
SİİRT'TE DÜNYANIN EN
ESKİ OYUN SETİ BULUNDU

Başur Höyük'te kazı
çalışmaları yapan Türk arkeologlar, Bronz Çağı'ndan
kalma mezarlarda 5 bin yıllık oyun taşları ortaya
çıkardı.
Amerikan Discovery
News'in haberine göre,
Siirt il
merkezinin 20 kilometre kuzeybatısında yer alan 250
x 150 metre boyutlarındaki höyükte sürdürülen
kazılar sırasında 49
küçük taş ve heykelcik bulundu. Farklı
şekillerdeki olan ve yeşil, kırmızı, mavi, siyah ve
beyaz renklerdeki nesneler, şimdiye kadar açığa
çıkarılan en eski oyun seti niteliğinde. Kazı
çalışmalarının başkanı
Ege Üniversitesi'nden
Haluk Sağlamtimur, Discovery News'e yaptığı
açıklamada, "Bazı taşlar
domuz, köpek ve
piramit, bazıları da
mermi ve yuvarlak
şekillerde. Ayrıca zar gibi beyaz deniz kabuğundan
yapılmış, üstünde siyah bir kaplama bulunan 3
dairesel oyun taşı bulduk" dedi. Benzer parçaların
Suriye'nin kuzeydoğusundaki Tell Brak ve Irak'taki
Jemdet Nasr höyüklerinde de bulunduğunu söyleyen
Sağlamtimur, "Oradaki taşlar tek tek bulundu, bir
sayma metodunun parçası olduğu düşünüldü. Ancak
bizim taşlarımız hep birlikte tek bir kümede ortaya
çıktı. Bu, eşsiz bir buluş. Bir satranç seti gibi.
Oyunun stratejisini çözmeye çalışıyoruz. Taşların
şekillerini ve sayılarını dikkate aldığımızda,
oyunun 4 rakamı üzerine kurulduğunu tahmin ediyoruz"
diye konuştu.
Taşlar, çok kötü korunmuş olan tahta parça ve
çubukların yanından çıkarıldı. Sağlamtimur, bu
buluntuların da oyunun kuralları ve mantığı hakkında
ipucu verebileceğine inanıyor. Habere göre,
Siirt'teki keşif, masa üstü oyunlarının 5 bin yıl
önce 'Bereketli Hilal' olarak bilinen Ortadoğu
bölgesinden ve Mısır'dan yayıldığı düşüncesini
doğruluyor. Höyükte açığa çıkarılan buluntuların MÖ
7 binli yıllara kadar uzanan dönemlere ait olduğu
belirtiliyor.
Türkiye Gazetesi,
15.08.2013
|
AMATÖR İSA'YA
PROFESYONEL İLGİ

İspanya’nın
Zaragoza kentinin
Borja kasabasında bulunan ve İspanyol
sanatçı Cecilia
Gimenez’in (81) amatörce restore ettiği
Hz. İsa’nın freski
kasabaya ziyaretçi akını yaşatıyor. Kasaba halkının
dalga geçtiği İsa freskinin dünya çapında ses
getirmesiyle 40 binden fazla ziyaretçi kasabaya akın
etti. Freskin 1 euroya görülebildiği bu
ziyaretlerden ve turistlerin kasabadaki
harcamalarından toplamda 50 bin euro (128.6 bin
lira) gelir kazanıldı. Paranın bir bölümü huzur
evine yardım eden derneğe verildi.
Herkes mutlu oldu
5 bin kişilik kasabanın hediyelik eşya satışıyla
da gelir elde etmesi beklenirken Gimenez 24
Ağustos’ta yirmiden fazla eserinin bulunacağı bir
sergi açmaya
hazırlanıyor. Freskin kopyasının da yer aldığı
eşyalardan elde edilen karın yüzde 49’unun sanatçıya
gideceği belirtilirken Gimenez’in durumdan memnun
olduğu da bilgiler arasında. Sanatçı “Şu anda herkes
mutlu gibi gözüküyor. Olaylar yatıştığı için
mutluyum” açıklamalarında bulunarak memnuniyetini
dile getirdi.
Milliyet, 15.08.2013
|
RUHBAN OKULU MÜFTÜYE
BAĞLI

Heybeliada Ruhban
Okulu’nun yeniden açılıp açılmayacağı yılan
hikayesine döndü. Hükümet, 1971 yılından bugüne
kadar kapalı olan okulun açılışına sıcak baksa da
Yunanistan’dan ‘adım’ bekliyor. Ortodoks din adamı
yetiştiren Ruhban Okulu’nun kaderi Müslüman
müftülerin statüsüne bağlı görülüyor. Hükümet,
Ruhban Okulu’nun açılabilmesi için Yunanistan’ın
Batı Trakya Türklerinin seçtiği müftüleri tanımasını
önkoşul olarak sunuyor.
‘Milli
güvenlik’ sorunu degil
Türkiye ’nin
yurtdışında en fazla zorlandığı konulardan birisi
Heybeliada Ruhban Okulu’nun 42 yıldır kapalı halde
bulunması. Bugüne değin ‘milli güvenlik’ sorunu
olarak görüldüğü için kapalı olan okulun açılmasına
artık sıcak bakılıyor. Hükümet içinden birçok isim
de bu konuda açıklama yapmıştı. Heybeliada Ruhban
Okulu’nun herhangi bir yasal düzenleme olmadan da
açılabileceği söyleniyor. Nitekim Patrikhane Avukatı
Kezban Hatemi,
Başbakan Erdoğan
’ın
Milli Eğitim Bakanlığı
’na vereceği bir talimatla bile açılışın mümkün
olduğunu söylüyor. Aynı görüşü daha önce Milli
Eğitim Bakanlığı yapan
AK Parti Genel
Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de dile getirmişti.
Ruhban Okulu’nun açılışının yasal açıdan bu kadar
kolay olmasına karşın ‘mütekabiliyet’ yani
karşılıklılık esası burada da devreye giriyor.
Hükümet, Yunanistan’dan karşı bir adım bekliyor.
Türkiye’nin beklediği adımlar Batı Trakya’daki Türk
azınlığın demokratik haklarına kavuşması.
Batı Trakya’da 1.3 milyon Müslüman Türk’ün yaşadığı
söyleniyor. ‘Türk’ azınlığın en büyük sorunlarının
başında kendi seçtiği müftülerin atanmaması geliyor.
Yunanistan, seçilmiş müftülerin yerine atama
yapıyor. İskeçe ve Gümülcine’de seçilmiş ve atanmış
müftüler bulunuyor. Batı Trakya’daki Türk azınlığın
dini nikahını da atanmış müftüler kıyıyor. Cami
imamları da Yunanistan tarafından atanmış müftülerce
belirleniyor.
‘Türk’
kelimesine dava
Yunan Parlamentosu geçen günlerde 250’ye yakın
imamın Hıristiyanların da içinde bulunduğu heyet
tarafından atanmasına imkan sağlayan bir tasarıyı
kabul etmişti. Yunanistan, Batı Trakya’da ‘Türk’
kelimesinin kullanımını kısıtlıyor, belli yerlerde
yasaklıyor. Gümülcine Türk Gençleri Birliği
ismindeki ‘Türk’ kelimesine geçen günlerde dava
açılmıştı.
Radikal, Haber: Ömer
Şahin, 15.08.2013
|
KARATARLA CAMİİ
ONARILMAYI BEKLİYOR

Geçtiğimiz Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından
ihalesi yapılarak onarımına başlanan tarihi
Karatarla Camii, yaklaşık 8 aydır onarımı
yapılmıyor. Cami’nin içi ve etrafı tamamen harabe
duruma gelirken, çarşı esnafı caminin onarılmasını
istiyor.
Yaklaşık 8 aydır caminin hiçbir bakım
ve onarımın yapılmadığını dile getiren bir esnaf,
“Camimiz geçtiğimiz yıl Vakıflar Bölge Müdürlüğü
tarafından onarıma alındı. Ama camimizin süseri
uzatıldı. Bununda sebebi öndeki 3 dükkanın Anıtlar
Kurulu ile anlaşmaması. Belediyemiz 11 tane dükkan
vermiş, buna rağmen Vakıflar Bölge Müdürlüğü buna
zorluk gösteriyor. Bu camimiz ibadete açıktı onarıma
alındı ama onarım yapılmadığından dolayı hazır ki
camimizden de olduk. Yetkililerden, camimizi bir an
önce onarmalarını istiyoruz. Camimiz adeta harabe
haline döndü. Gelen giden yok, 8 aydır hiçbir bakım
ve onarım yapılmıyor. Esnaf arasında imza topladık.
Topladığımız imzaları da hesaba almadılar. Camimizin
etrafı toz toprak içinde bu nedenle de zorluklar
çekiyoruz. Ayrıca bu camimizin harabe vaziyeti
işlerimize de etki ediyor. Camimizin ne zaman
hizmete açılacağını da bilmiyoruz. Çalışmada
yapılmıyor ve camimiz harabe bir vaziyette duruyor.
Camimizin bir an önce bakım ve onarım yapılmasını
istiyoruz” dedi.
Olay Medya, 14.08.2013
|
KALEDE KANALİZASYON
BULUNDU

Gaziantep Kalesi'nde
çöken köprünün onarımı için yapılan kazı
çalışmaları sırasında kanalizasyon sistemi
bulundu. İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet
Aykanat, kazılar sırasında Cumhuriyet dönemine
ait olan atık su kanalına rastlandığını, bunu
belgeleyip kurula sunacaklarını belirtirken, "Bu
kanalın kaldırılıp kaldırılmamasına kurul karar
verecek" dedi.
Gaziantep Kalesi'nde
kazıların titizlikle devam ettiğini söyleyen
Aykanat, kazılar sırasında Cumhuriyet dönemine
ait bir kanala rastladıklarını belirtti.
Aykanat, "Kanalı Alleben deresine doğru
geçirmişler. Şehrin kanalizasyonunu Kale'den
geçirmişler. O dönemde şehrin kirli suyunu aşağı
vermek için bu kanalları yapmışlar" dedi.
Aykanat, kanalın
kaldırılıp kaldırılmamasına kurulun karar
vereceğini söyledi.Kale'nin iki tarafında ana
kayaların bulunduğunu söyleyen Aykanat, "Bizim
ordaki hedefimiz ana kayaların sağlam zemine
oturup oturmadığı. Orda daha öncede bir kulenin
olduğu görülüyor. Ana kayanın üzerine sonradan
bir yapı çıkartılmış. Batı tarafındaki kulede
herhangi bir problem orda yok. Çünkü sağlam
zemine oturtulmuş. Projelerle ilgili revizyon
gerekiyorsa revizyon, revizyon gerekmiyorsa da
çalışmalar devam edecek" diye konuştu.
Gaziantep 27 Gazetesi,
14.08.2013
|
İBRAHİM PEYGAMBER KİLİS'TE YAŞAMIŞ
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen Oylum Höyük kazı çalışmalarında önemli bulgulara ulaşıldı.
Hazreti İbrahim’in MÖ 2000 yılında yaşadığına inanılan ve Doğu Akdeniz’de aranan Ullis kentine ait kalıntılar çıkarıldı. Akad ve Hitit belgelerinde adı geçen Ullis kentine dair bu gelişmenin turizme önemli ölçüde katkı sunması bekleniyor. 140 bin lira bütçe ayrılarak yürütülen kazı çalışmalarında, Büyük İskender dönemine ait 134 gümüş sikke de bulunurken höyüğün güneybatısında tespit edilen 6. yüzyıla ait Mozaikli Bazilika’nın da açıkhava müzesi haline getirilmesi kararlaştırıldı. Proje Kilis Valiliği ile işbirliği yapılarak İpekyolu Kalkınma Ajansı tarafından kabul edildi.
Akşam, 14.08.2013
|
 |
MSB DEVRETMEYİNCE BEY SARAYI TOPRAK ALTINDA KALDI

Bursa’da
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk sarayı olarak bilinen
ve imparatorluğun uzun yıllar yönetildiği yer olan
Bey Sarayı’na ait kalıntılar, bölgede konuşlu
bulunan Bursa Orduevi’nin başka yere taşınmaması
sebebiyle toprak altından çıkartılamıyor.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin, orduevinin
ücretsiz olarak tahsis edilecek başka bir alana
taşınması ve Bey Sarayı’nın tarihi ortaya
çıkarılarak restore edilmesi önerisine Milli Savunma
Bakanlığı “Tahsis edilen yer uzak” gerekçesiyle
karşı çıktı. Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Orudevi
arasında bir süredir devam eden Bey Sarayı polemiği,
TBMM gündemine taşındı.
Konuyla ilgili süreç A.D. adlı bir
vatandaşın, TBMM’ye yaptığı başvuruda “Orduevi başka
yere taşınsın, Osmanlı’nın ilk sarayının kalıntıları
kurtarılsın” talebiyle başladı. Bey Sarayı’nın
bulunduğu arazinin daha önce Maliye Bakanlığı’nca
Milli Savunma Bakanlığı’na devredildiğini hatırlatan
A.D., MSB’nin de söz konusu araziyi kazı ve diğer
işlemler için Kültür Bakanlığı’na devretmesi
gerektiğini belirtti. Başvuruyu işleme alan Meclis
Dilekçe Komisyonu, konuyu Milli Savunma Bakanlığı’na
sordu. Bakanlık, orduevinden alınan görüş
doğrultusunda verdiği cevapta orduevi ve askeri
tesislerin başka bir araziye taşınmaması konusunda
ilginç gerekçeler sundu. Bursa Orduevi Müdürlüğü
bina ve tesisleri ile lojmanların konuşlu bulunduğu
arazinin daha önce Bursa Büyükşehir Belediyesi’nce
talep edildiğinin hatırlatıldığı Bakanlık yazısında,
orduevi ve askeri tesislerin bulunduğu arazinin
Bursa şehir merkezine, eğitim ve sağlık tesislerine,
kamu binalarına ulaşımının kolay olduğu, Büyükşehir
Belediyesi’nin orduevi ve tesislerin taşınması için
gösterdiği arazinin ise organize sanayi bölgesi
içinde bulunduğu ve söz konusu imkanlara uzak olduğu
belirtildi. Yazıda, “Belediye tarafından gösterilen
arazi şehir merkezine uzak. Emekli personel ve gazi
ailelerinin orduevi ve tesislerden faydalanması zor
olur.” denildi. Bursa Orduevi ve askeri tesislerin,
halen konuşlu bulunduğu arazine faaliyetlerini
sürdürmesinin uygun olacağının tespit edildiğini
kaydedildi.
Bey Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından
yaptırılan ilk saray olma unvanına sahip. Orhan Gazi
tarafından yaptırılan saray, İstanbul’un fethine
kadar önemli birçok kararın alındığı yer olarak
biliniyor. 687 yıl önce yapılan ve Orhan Gazi’yle
birlikte 6 padişah tarafından kullanılan Bey
Sarayı’na ait birkaç tarihi kalıntının dışında iz
bulunmuyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi, şehrin en
önemli tarihi kalıntısı olan bölgede kazı yapılarak
kalıntıların ortaya çıkarılmasını için Orduevi’nin
başka bir bölgeye taşınmasını istiyor.
Zaman, Haber: Habib Güler, 14.08.2013
|
 |
"ESERLERİ YAKMADIK, GERİ VERECEĞİZ"
Hollanda'daki Kunsthal müzesinden, içinde Picasso ve Monet'in de bulunduğu 500 milyon lira değerindeki yedi önemli eseri çalmak ve yakmakla suçlanan altı kişi dün mahkemeye çıktı.
Savunma avukatları "eserlerin yakılmadığını, eğer bir anlaşmaya varılırsa yetkililere geri verileceğini" ifade etti. Duruşma 10 Eylül'e ertelenirken, mahkemenin davalılardan gelecek kefalet taleplerini değerlendireceği belirtildi.
Hollanda'nın Roterdam kentinde geçen yıl Pablo Picasso, Claude Monet, Paul Gauguin, Henri Matisse, Laucian Freud ve Meijer de Haan'a ait tablolar çalınmıştı. Geçen ay Zanlının annesi Olga Dogaru, kanıtları imha etmek için tabloları yaktığını itiraf etmişti.
Akşam, 14.08.2013
|
TARİHİ ORTAKÖY CAMİİ'NİN RESTORASYON ÇİLESİ

Ortaköy
Camii’nde süren restorasyon 3 yıldır bitirilemiyor.
Nedeni ise geçmişteki yanlış restorasyon teknikleri.
Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri, “Eskiden
çimento sıva kullanmışlar, bu yanlıştı. Biz bilimsel
metotlarla çalışıyoruz.” diyor.
İstanbul Boğazı’nın dikkat çeken mimari
eserlerinden biri olan Beşiktaş’taki Ortaköy (Büyük
Mecidiye) Camii’nde restorasyon 3 yıldır
bitirilemiyor. 1853 yılında inşa edilen camide
çalışmaların uzama sebebi ise bir önceki
restorasyonda yapılan hatalar. Cami geçmişte yanlış
restorasyon teknikleriyle yenilenmiş, sıvasında
çimento bile kullanılmış. Kuveyt Türk Katılım
Bankası’nın sponsorluğunda bugüne kadar 3 milyon
Türk Lirası harcanarak yürütülen çalışmaların bu
sorunlar yüzünden bitirilemediği belirtiliyor.
Restorasyonun önümüzdeki yıl nisan ayında
tamamlanması planlanıyor.
Konuyla ilgili açıklama yapan Vakıflar Genel
Müdürlüğü yetkilileri “1980’lerde müdahaleler
çimento ile yapılıyordu. Bugün biz bu müdahaleye
yanlış diyoruz ama o zamanın şartlarında uygun
teknikti. Bugün Horasan sıva kullanıyoruz, bu beş
altı yıldır bilinmekte.” diyor. Yetkililer, her
dönemin kendine göre restorasyon tekniği olduğunu
hatırlatarak, “Önceki dönemlere çamur atmak bir şey
değiştirmiyor. O zamanın şartlarına göre tadilatı
yapanlar doğru yaptığını düşünmüştür. Kimse kötü
restorasyon yapayım diye çalışmaz. Bugün işler
bilimsel ve özenilerek yapılıyor. Vakıflar Genel
Müdürlüğü görevini en iyi şekilde yerine getirmeye
çalışıyor.” ifadelerini kullanıyor.
Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü’nden alınan bilgiye
göre, tarihi caminin dış cephesinde tahmin edilenin
dört katı daha fazla iş çıktı. Caminin taşlarında
dökülme ve kullanılan taşın düşük kalitede olması da
sorunlar arasında. Buna bağlı olarak her taş tek tek
işleniyor ve restorasyon süresi uzuyor.
“Hızlı restorasyon hataya sebebiyet veriyor. Biz
bu işin ehli insanlarla ve bilimsel metotlarla
çalışıyoruz.” diyen yetkililer, Horasan sıvanın
kurumasının bile iki yıl sürdüğünü söylüyor. Caminin
restorasyonunda çeşitli üniversitelerden hocalarla
çalıştıklarının da bilgisini veren yetkililer,
hocaların en az ayda 1 kere şantiye alanını teftişe
geldiğini belirtiyor.
Denize sıfır konumda bulunan caminin yoğun neme
ve tuza maruz kalmasına karşı bir önlem
alınmayacağını söyleyen yetkililer, “Eğer bir koruma
önlemi alırsak, taşların içinde kalan nem içeride
hapsedilmiş olacak ve nemden dolayı çürümeyi
hızlandırmış olacağız. Bazen yapıları doğal sürecine
bırakmak daha yararlı oluyor.” diye konuşuyor.
Caminin restorasyonunda yapılan çalışmalar şu
şekilde sıralanıyor: “Cami dış cephe
konservasyonları başladı, minare onarımları
tamamlandı, ana kubbe kurşunları değiştirildi. Yine
camii harimi ve hünkar kasrında sıva raspaları,
ahşap kapı ve pencerelerin tamiratları ve
yenilenmesi tamamlandı. Ayrıca camii hariminde ve
Hünkar Kasrı’nda bulunan betonarme döşemelerin
tamamı kaldırıldı, ahşap karkaslar yapıldı. Cami
harimindeki alçı ve stükoların konservasyonlarına
başlandı.”
Büyük Mecidiye (Ortaköy) Camii 1853 yılında
Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a
yaptırıldı. Yapının bulunduğu alan denize doğru
doldurulmuş bir yarımada üzerindedir. Caminin
bulunduğu alanda daha önce 1721 yılında Vezir
İbrahim Paşa’nın damadı Mahmut Ağa bir mescit
yaptırmış ve bu mescit 1730 yılında Patrona Halil
Ayaklanması esnasında yıkılmıştır. Yapı günümüze
kadar beş adet (1862-1866-1894-1964-1984) kapsamlı
onarım geçirmişti.
Zaman, 14.08.2013
|
HİTİT KALINTILARINA İLGİ BÜYÜK

Kırıkkale'nin
Karakeçili İlçesi Büklükale mevkiinde Japonlar
tarafından 2009 yılında başlatılan arkeolojik kazı
çalışmaları devam ediyor.
Yapılan
kazılarda Hititler'den kalma 3 bin 500 yıllık mimari
altyapı ortaya çıktı. İlk defa Kırıkkale’de bir
uygarlığa ait kazı yapılması vatandaşların akın akın
kazı alanına sevk ediyor. Kazılarda bin kişiye
doyurabilecek, erzak depoları bulundu. Kazı alanında
ayrıca Osmanlılara aile evlere de rastlandı. Kazı
alanı görevlisi Hasan Erberk, tarafından gezdirilen
misafirler, kazı alanı hakkında bilgi alıyor.
Kırşehir Üniversitesi Arkeoloji öğretim üyesi
Japon Kimiyashi Matsumura'nın başkanlık ettiği kazı
çalışmalarında elde edilen bulgu ve arkeolojik
eşyalar, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na teslim
ediliyor. Sit alanı ilan edilen bölgenin güvenliği
ise emniyet ve jandarma tarafından sağlanıyor.
Çalışmaların tamamlanması ardından Büklükale
mevkiinin turizme açılması planlanıyor.
Kırıkkale Valisi Ali Kolat, 3 bin 500 yıllık
Hititler'den kalma mimari altyapıya sahip
çıkacaklarını söyledi. Karakeçili'nin büyük tarihe
ev sahipliği yaptığını belirten Kolat, "Çeşnigir
Köprüsü de Selçuklular dönemine ait bir eser. Bu
çalışmaları gün yüzüne çıkarırsak, turizm açısından
şehrimiz tanınmış olur." dedi.
Akşam, 14.08.2013
|
ENDÜSTRİYEL MİRAS, ÖZEL HASTANE İÇİN YIKILDI
Cumhuriyetin ilk yıllarında başkent Ankara’nın su
gereksinimini karşılamak için kurulan ve Endüstriyel
Miras listesine alınması gündemde olan tarihi filtre
istasyonu yıkıldı.

Halk arasında Su Süzgeci Binası diye bilinen,
adres tariflerinde kullanılan tarihi alana bir vakıf
üniversitesine ait hastane yapılması planlanıyor.
Mimarlar Odası Ankara Şubesi yıkıma tepkili.
Dışkapı’da 1936 yılında açılan büyük törenlerle
açılan Su Süzgeci Binası, aynı yıllarda inşa edilen
Çubuk 1 Barajı’nın suyunu filtrelemek için uzun
yıllar Ankara halkına hizmet verdi. Ankara’nın
sembol mekanlarından Gençlik Parkı’ndaki havuzları
da besleyen süzgeç binası, çevresindeki yapılarla
birlikte 1930’lu yılların “kübik” diye tarif edilen
modern mimari özelliklerini gösteriyordu. Yeşil alan
içindeki bina uzun yıllar Ankara halkının misafirini
karşılamak için verdiği adreslerden biri olmuştu.
‘Korunsun’ dediler, yıkıldı
Su Süzgeci yerleşkesi, eski Başbakan Yıldırım
Akbulut’un mütevelli heyeti başkanlığını yürüttüğü
Turgut Özal Üniversitesi’ne tahsis edildi. Mimarlar
Odası Ankara Şubesi ise, binanın “Endüstriyel Miras”
olarak korunması için Mayıs ayında Kültür ve Tabiatı
Koruma Kurulu’na başvurdu. Kurulun yanıtı
beklenirken, tarihi binanın yıkımının başladığı
haberini geldi. Mimarlar Odası Şube Sekreteri Tezcan
Karakuş Candan, süzgeçin kimin kararıyla
yıkıldığının belli olmadığını söyledi. Candan,
süzgeçin yüzde sekseninin yerle bir olduğunu ifade
etti. Üniversite hastanesi yapılmak istenen alanda
inşaat firmasının yıkım çalışmalarını sürdürdüğünü
belirten Candan, Koruma Kurulu’na yaptıkları başvuru
sonuçlanmadan gizlice yıkım yapıldığını iddia etti.
Danışıklı dövüş mü?
Koruma Kurulu’nun yaptıkları başvuruya 4 ay
boyunca yanıt vermemesini de eleştiren Candan, bu
durumu “Danışıklı dövüş” diye değerlendirdi. Benzer
yapıların dünyanın birçok yerinde müze, sergi ve
kültür merkezi olarak değerlendiridiğine dikkat
çeken Candan, “Bilimsel bilgiden yoksun yaklaşım
bunu nasıl değerlendireceğini bilmiyor” dedi. Olayın
ideolojik bir yönü olduğunu savunan Candan,
Cumhuriyet dönemine ait mimari yapıların tek tek
yıkılarak yok edildiğinin altını çizdi.
Yapı, 13.08.2013
|
"KENT TARİHİNİN TÜMÜ REDDEDİLİYOR"
Haliç
Tersaneleri’nde yapılması planlanan Haliçport
projesinin akıbeti hararetli bir şekilde
tartışılmaya devam ediyor. Haliçport’tan yola
çıkarak İstanbul’un tarihinin taşıdığı anlamı ve
geliştirilen yaklaşımların nelere yol açabileceğini,
MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi
Yrd. Doç.Dr. Mehmet Rıfat Akbulut’tan dinliyoruz.

Türkiye kentleşmesine baktığımızda
endüstrileşme ve endüstri yapıları ne ifade ediyor
bize?
Modern anlamda kitlesel üretimin Osmanlı
İmparatorluğu’na gelişi, aşağı yukarı 18. yüzyıl
sonlarında başlar; 19. yüzyıl ve Cumhuriyetle
birlikte bu günümüze kadar devam eder. Osmanlı
İmparatorluğu ve Cumhuriyet arasındaki
sürekliliklerden bir tanesi endüstrileşme hedefi.
Yani Geç Osmanlı döneminin de bir endüstrileşme
çabası var. Bu amaç ve hedef, Cumhuriyet döneminde
de devam ettiriliyor ve tabii başarıya
ulaştırılıyor. Osmanlı, endüstrileşemeden, tam
anlamıyla bir endüstri toplumu olamadan zamanını
doldurmuş bir devlet olmasına rağmen; mesela
İstanbul, 19. yüzyıl batı ölçülerine göre ciddiye
alınması gereken bir endüstri birikimine sahip.
Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun bu endüstrileşme
çabası sonucu 19. yüzyılda oluşturulmaya çalışan
bazı alanlar, bugün olsa, 'Organize Sanayi Bölgesi'
diyebileceğimiz yapıdalar… Bunların
içerisinde, özellikle dokuma endüstrisinde, ciddi
başarıya ulaşmış önemli sanayi tesisleri ve daha
sonra Cumhuriyet’e miras kalmış dikkate değer bir
sanayi birikimi de vardır. 1980’lerde üretimi
durdurulan ve şu anda da işlevli ama tam olarak ne
olduğu belirsiz bir Feshane var mesela; Haliç’te bu
önemli bir sanayi tesisidir. Daha sonra Sümer Bank
da önemli sanayi tesislerinden birisi olmuştur.
Sonra Heleke Fabrikası, askeri techizat ve malzeme
üretimi yapan fabrikalar gibi bir sanayi kültürü
var. Hatta ciddi makine üreten bir endüstri de var;
bunu da göz ardı etmeyelim. İlber Ortaylı’dan bir
alıntı yapacağım, onun güzel bir sözü vardı; "19. yy
sonu ve 20. yy başındaki Haliç fotoğraflarına
baktığınızda, minarelerle yarışan fabrika bacaları
görürsünüz". Bu da Haliç’in 19. yy ikinci yarısından
itibaren bir sanayi bölgesi haline geldiğini ve
İstanbul’da ciddi bir sanayi birikimin olduğunu
gösterir.
Şu anda Haliçport projesi nedeniyle Haliç
Tersaneleri gündemde. Haliç Tersaneleri çok eski,
600 yıla yaklaşan bir geçmişi var; 19. yy başlarında
Robert Fulton’un buharlı gemi teknolojisine göre
dünyada ilk buharlı gemilerin yapıldığı
tersanelerden bir tanesi. Amerika ve İngiltere’yle
beraber Osmanlı İmparatorluğu, ilk üçten birisidir o
dönemde. Çünkü Fulton, bu teknolojisini herkese
pazarlayamıyor maalesef. Dünyada ilk buharlı gemi
üretiminin yapıldığı tersanelerden birisidir;
tersanenin tarihiyle ilgili çalışmalarda bunun
maalesef atlandığını gördüm. Tersanenin en önemli
özelliklerinden birisidir.
Dolayısıyla, daha önce söylediğim bir tespitin
altını çiziyorum; Osmanlı İmparatorluğu ömrünü
sanayileşemeden tamamlamıştı, ama bunun içerisinde
İstanbul gibi önemli sanayi merkezleri vardı. 19.
yüzyıl İstanbul’unu hep çok şairane, edebi bir
şekilde, tam o dönemin ifadesiyle 'asude bir bahar
ülkesi' olarak dile getiririz. Yani etrafında güzel
mesire yerleri, yeşillikler, kırlar, çayırlar olan
ve bu alanlarda çok romantik zamanların geçirildiği
bir güzellikler diyarı, bir yeryüzü cenneti gibi
anlatırız. Bu oldukça da doğrudur. Ancak burada göz
ardı edilen bir şey var; o güzel çayırların hemen
arkasında bir fabrika bacası muhtemelen vardı.
Beykoz çayırının arkasında mesela kağıt fabrikası
vardı. Dolayısıyla 19. yy İstanbul’u, yalnızca asude
bir bahar ülkesi değildi; romantik bir yeryüzü
cenneti değildi; aynı zamanda endüstriyel üretim
yapılan bir sanayi kentiydi.
İşlevini yitirmiş ve değerlendirilmesi
söz konusu olan sanayi yapıları nasıl bir kamusallık
vaadeder?
Sanayi yapıları ve sanayi kompleksleri,
işlevlerini yitirdikleri zaman kentsel açıdan
kullanım için çok büyük fırsatlar sunar. Bir kere,
geniş arazileri vardır. Bunların bir kısmı da şehir
merkezlerine yakın, şehir içinde ya da şehrin hemen
yakın çevresinde oldukları için, arazinin çok
değerli olduğu yerlerde yeniden değerlendirilecek
çok ciddi bir arazi stoku sunar bize. Bu açıdan
önemlidirler; doğru değerlendirildiklerinde bir
fırsattırlar. İkincisi, tek tek yapı olarak
baktığımızda, özellikle üretim birimleri açısından
dönemlerine göre geniş hacimli ve yüksek teknolojili
yapılardır. Yüksek çatıları vardır, içeride geniş
yekpare hacimler yer alır. Dolayısıyla özellikle
geniş alan gerektiren kullanımlar için kolay kolay
sahip olunamayacak mekanlar sunarlar. Bütün bunların
ötesinde bu yapıların, dönemlerine ait bilim ve
teknoloji düzeyiyle ilgili olarak da tartışılmaz bir
temsiliyet ve gösterge özellikleri var. Yani
dönemlerinin teknolojilerini çok iyi belgelerler. O
açıdan işlevini yitirmiş endüstri komplekslerine,
akşamdan rüyaya yatıp sabah hemen yeni bir
fonksiyonla işlevlendirilecek bir kolaycılığa
kaçılmaması gerekiyor. Çok ince etüdler yapılmalı.
Uygun bir yerdeki boş bir arsa için hemen bir karar
üretebilirsiniz; “Buraya alışveriş merkezi çok uygun
olur” ya da “Havaalanına da yakın, hemen otel
yapalım” dersiniz. Belki boş bir arazi için,
birtakım yüzeysel gözlemlere dayanarak, daha kolay
kararlar üretebilirsiniz. Ancak endüstri
kompleksleri için kolaycılık tehlikelidir. Çünkü çok
nadir rastlanabilecek bir fırsatı heba etmiş
olursunuz.
Yapı, Haber: Gizem Kıygı, 13.08.2013
|
ANTİOCHEİA AD CRAGUM ANTİK KENTİNDEKİ KAZILAR

Gazipaşa'da bulunan Antiocheia Ad Cragum
antik kentindeki kazı ve restorasyon
çalışmalarında Afrodit heykeli başı bulundu.
Antik kentte 2005 yılından bu yana sürdürülen
kazı ve restorasyon çalışmalarında yeni bulgulara
ulaşıldı. Türk ve Amerikalı bilim adamları ile
öğrencilerin yer aldığı 73 kişilik ekibin,
Amerika'nın Nebraska Üniversitesinden Prof.Dr.
Michael Hoff başkanlığında yürüttüğü çalışmalarda
Afrodit heykel başına rastlandı.
Prof.Dr. Hoff, gazetecilere yaptığı açıklamada,
hamam içerisinde bulunan heykel başını Yunan
tanrıçası Afrodit olarak tanımladıklarını söyledi.
Heykel başının Roma dönemine ait olduğunu
düşündüklerini dile getiren Hoff, heykelin MS 2.
yüzyıl sonları ile 3. yüzyıl başlarına ait
olabileceğini kaydetti. Bulunan heykelin, MÖ 4.
yüzyılda yapılan Afrodit heykelinin kopyası olduğunu
düşündüklerini dile getirerek, "Antik kentlerde bir
tanrı veya tanrıca heykelinin bulunması sıra dışı
bir olay değil ancak bizim açımızdan bu heykelin
önemi, küçük veya orta ölçekli düşündüğümüz kentin
aslında zengin, varlıklı, bölgenin gelişmiş ve önde
gelen kentlerinden biri olabileceğini göstermesi"
dedi.
Hoff, bulunan heykel başının resmini Kültür ve
Turizm Bakanlığı onayı olmadan basınla
paylaşamayacaklarını kaydetti.
Bu yıl tamamlanan kazı çalışmalarını da
değerlendiren Hoff, "Tapınak olduğunu düşündüğümüz
binada hiç beklemediğimiz bir şekilde mozaik alan
çıktı. Mozaiklerde bitkisel ve geometrik motifler
yer alıyor. Tapınakta mozaik zemin ender rastlanan
bir durum olduğunu için bu gelişme de bizi
heyecanlandırdı" diye konuştu.
haberler.com, 13.08.2013
|
AKDENİZ'İN EN ÖNEMLİ ANTİK ZEYTİNYAĞI ÜRETİM MERKEZİ
KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR
Antalya kent merkezinde 1910 yılında Avrupalı
arkeologlarca bulunan ancak henüz arkeolojik kazı
çalışması yapılmayan Varsak mahallesindeki Lyrboton
Kome yerleşiminin, bölgenin antik çağdaki en önemli
zeytinyağı üretim merkezi olduğu bildirildi.
Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat
Çevik, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
birçok
Antalyalının dahi bilmediği antik Lyrboton Kome'nin
olarak bilinen yolun Döşemealtı Boğazı ve
bölgeden geçerek Perge'ye ulaştığını dile getiren
Çevik, "Yerleşim yerindeki en önemli
kalıntı zeytinyağı koruma depolama kulesi. Yazıtta
Demeter rahibesi Arete'nin bu kuleyi kendi parasıyla
yaptırıp İmparator Domitian'a ve Perge Artemisi'ne
adadığı yazmaktadır. Yerleşim yerinde bulunan diğer
önemli yazıtta ise Arete'nin kızı Kille'nin oğlu
Mouas tarafından vakfedilen zeytinlikler ve
yapılması istenenler anlatılıyor" dedi.
Zeytinyağı
üretiminin yaşatılması için
vakıf kurulmuş yazıtlardan elde ettikleri bilgilere
göre burada hem önemli bir zeytinyağı
üretimi yapıldığını hem de yaşatılması için bir
aile vakfı oluşturulduğunu anlatan Çevik,
en büyük
zeytinyağı dış satımının yapıldığı merkezlerin
başında Pamfilya'nın geldiğini, Lyrboton Kome'nin de
en kapsamlı üretim yerleşimi olduğunu vurguladı.
Yerleşim yerine bağlı olarak
Düden Şelalesi'nin de bulunduğu Kuru Düden'de de
bazı çiftlik kalıntıları bulduklarını ifade eden
Çevik, "Asıl önemli yağ üretim yeri Düden
Şelalesi'nin bugünkü park alanı içindedir. Düden'in
antik dönemdeki adı Katarraktes'tir
(Aşağı dökülen su). Burada da nekropol ve
işliklerden önemli kalıntılar var" diye konuştu.
Bölgede bulunan 2
kadın heykeli ve Tivalas'tan giden kraterin
Antalya Müzesi'nde sergilendiğini bildiren Çevik,
müzedeki kraterde üzüm şarap tanrısı Dionyssos'un
betimlendiğini, bölgede zeytin yanında önemli oranda
üzüm tarımının da varlığını bildiklerini kaydetti.
"Eski gelenekler yaşatılmalı"
Çevik, Varsak'da
ilk araştırmaların Avrupalı arkeolog ve
epigraflar (tarihi yapılardaki yazıları inceleyen
bilim adamları) Ormerod ve Robinson tarafından 1910
yılında, daha sonra
1926'da Keil tarafından yapıldığını belirterek,
bölge ile
ilgili ilk ve tek arkeolojik kapsamlı tesbit
çalışmalarının ise kendisi ve ekibi tarafından
Akdeniz Üniversitesi bünyesinde 1996-97 yıllarında
gerçekleştirildiğini söyledi. Çevik, şöyle devam
etti: "Burası Akdeniz'in en önemli zeytinyağı üretim
merkezlerinden biri ancak benim 16 yıl önce yaptığım
bilimsel yüzey araştırmaları dışında herhangi bir
kazı ve restorasyon yapılmadı. Lyrboton Kome'nin hiç
olmazsa kısmen kazılıp bitki ve molozdan
arındırılması, bir turizm projesi yapılarak gezi
patikaları oluşturulup bilgilendirme ve yönlendirme
levhalarının konulması, böylece defineci talanından
kurtarılması gerekiyor. Bölgenin zeytinyağı merkezi
olduğunu anlatacak kadar
kazı, restorasyon-konsolidasyon ve en az bir işliğin
ayağa kaldırılıp müzeleştirilmesi projesinin
oluşturulması lazım. Yazıtlarda anılan Apollon
onuruna vakfedilen antik festival günümüzde devam
ettirilmeli, adı yine Varsak-Apollon Şenlikleri
olmalıdır. Böylece gelenek kesintisiz sürdürülerek
halka maledilmelidir."
Mynet Haber, Haber: Hüseyin Kanber, 13.08.2013
|
AMAZON'DA SANAT 4.85 MİLYON DOLAR

E-ticaret devi
Amazon, kullanıcılarının
sanat eserleri satın almasına olanak tanıyan
yeni projesiyle site üzerinden sanat eseri satışına
el attı. Bunun ardından sanat piyasası konuyu
tartışmaya başladı. Şu anda satışa başlayan
Amazon’da, açılışa özel olarak 4 bin 500 farklı
sanatçıya ait olan 40 bin parçadan fazla sayıda
sanat eseri bulunuyor. Satışta bulunan
galeri sayısı ise 150’nin üzerinde. Eserlerin
fiyatları 100 dolardan başlıyor, birkaç milyon
dolara kadar çıkabiliyor.
Sanat eleştirmenleri dev
internet marketi ile, kendisini soyutlamasıyla
tanınan sanat dünyası arasındaki tezata dikkat
çekerken, ciddi koleksiyonerlerin Amazon’un sanat
marketinden uzak duracağı tahmin ediliyor. Diğer
yandan Amazon’un bugüne kadar sanat koleksiyonuyla
bağı olmamış, alacağı eserin değerlenip
değerlenmemesiyle fazla ilgilenmeyen yeni bir
müşteri profili yaratabileceğinden bahsediliyor.
Sanatseverlerin Amazon’da galeri galeri gezebildiği
platformun ürün sayfalarında
sanatçı hakkında bilgi, incelenen eserin
detayları ve sanatçının diğer eserlerine ulaşabilmek
mümkün.
Sayılarla sanat satışı
- Şu anda en çok eserle yer alan galeri 5429 eseri
bulunan
Amerika kökenli Zatista Fine & Contemporary
Art. Onu yaklaşık 4 bin eserle yine bir
Amerikan galerisi olan UGallery takip ediyor.
- 99 doların altında fiyatı bulunan eser sayısı 541
iken, en yüksek fiyatlı kategori olan 10 bin
dolar ve üzerinde 1799 tablo satışta. En çok
eser ise 1000 dolar ile 2500 dolar fiyat aralığında
var. Bu aralıkta satılan tablo sayısı 8364.
Satılan en pahalı beş tablo
1-“Willie Gillis: Package from Home” - Norman
Rockwell (1941): 4.85 milyon dolar
Amerikan kültürünü yansıtmadaki başarısıyla ünlü
ressam ve illüstratör Normal Rockwell’in 2.
Dünya Savaşı döneminde yarattığı kahramanın ilk kez
görüldüğü yağlı boya tablo, Amazon’daki eserlerin en
pahalısı.
2- “Flowers” -
Andy Warhol (1964): 1.5 milyon dolar
Amazon’da pop-art’ın babası Warhol’un 42 eseri
satışta ancak sentetik polimer boyalı bu eseri öne
çıkıyor.
3- “Adirondacks” - Helen Frankenthaler (1992): 975
bin dolar
Geçen yıl hayatını kaybeden, 1950’lerden beri sanat
dünyasının yakından tanıdığı bir isim olan
Frankenthaler’ın atmosferin öne çıktığı bu eseri
alıcı bekliyor.
4-“Looking Out to Sea” - Alfred …mile Stevens
(1890): 675 bin dolar
Belçikalı sanatçı Stevens’ın denize bakan bir kadına
yer verdiği 1890 tarihli çalışması, Amazon’un satışa
sunduğu dönemin çağdaş sanatçılarla sınırlı
kalmadığını gösteriyor.
5-“The
Artist and His Wife” - Marc Chagall (1971): 285
bin dolar
Chagall da Amazon’da satışta bulunan ünlü ressamlar
arasında yer alıyor.
Amazon’daki Türkler
Amazon’da eserleri satılan Türk sanatçılar arasında
ünlü ressam Burhan Doğançay’ın babası Adil Doğançay
da var. Adil Doğançay’ın 5 bin dolardan satışta olan
eseri “House Behind Trees”i 1950 tarihli yağlıboya
bir çalışma.
New York’ta yaşayan genç sanatçı Yasemin Kaçkar
Demirel’in de birkaç eseri 800 dolarla 3500 dolar
arasında değişen bir fiyat aralığında alıcı
bekliyor.
Milliyet, 13.08.2013
|
AYASOFYA'DA GERİLİM: "MÜZEME DOKUNMA"
Trabzon’da
bir süre önce camiye dönüştürülen Ayasofya’yı önceki
gün 12.30’da ‘Müzeme dokunma’ yazılı tişörtlerle,
kent dışından gelerek ziyaret eden iki eylemci ve
cemaat arasında tartışma çıktı.
Ziyaretçilerle tişörtleri çıkartmalarını ve
eylemi dışarıda yapmalarını isteyen cemaat arasında
tartışma büyüdü. Cemaatten araya giren kişiler
tarafları ayırdı. Olaydan sonra Hüseyin Bıyık (60),
iki eylemci hakkında şikayette bulundu. İfadesine
başvurulan eylemciler de kendilerine hakaret
edildiği iddiasıyla şikayetçi oldular. Olayla ilgili
soruşturma sürüyor.
Hürriyet, 13.08.2013
|
|
YÜZLERCE YILIK MUSHAFLAR BİR ARADA

Abbasilerden Emevilere, Çin’den Moğolistan’a
farklı coğrafyalarda yazılmış, 9’uncu yüzyıldan
18’inci yüzyıla 99 adet elyazması mushafın yer
aldığı ‘Mukaddes Miras’ sergisi Sultanahmet
Medresesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.
Yıldız Holding’in desteğiyle düzenlenen sergi, Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim
üyelerinden Yrd. Doç. Ali Rıza Özcan’ın sanat
danışmanlığında hazırlandı. Başbakanlık, Kültür
Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
işbirliğiyle hazırlanan sergide Abbasilerden
Emevilere, Çin’den Moğolistan’a bütün İslam
coğrafyasında kaleme alınan, İslam hat sanatında
ekol olarak kabul edilen Hafız Osman, Mehmet Emin
Üsküdari, Mahmud Sivasi, Hafız Yusuf ve Derviş
Mehmed gibi ünlü hattatların elinden çıkma 99 adet
elyazması Mushaf-ı Şerif yer alıyor. 2 Eylül’e kadar
sürecek sergide ayrıca Şeyh Hamdullah, Sami Efendi,
Mahmud Celaleddin, Yesarizade Mustafa İzzet, Ömer
Vasfi Efendi, Hulusi Yazgan, Kamil Akdik, Mehmet
Şefik gibi önemli isimlerin hüsn-i hat çalışmaları
da bulunuyor. Yıldız Holding Başkan Yardımcısı Ali
Ülker, “Bugüne kadar pek çok özel projeyi
destekledik. ‘1400’üncü Yılında Kur’an-ı Kerim’ ve
‘Hat Sanatının En Nadide Eserleri: Hilye-i
Şerifeler’ sergileri desteklemekten onur duyduğumuz
projeler oldu. Çağdaş sanat alanında ise en büyük
projelerimizden biri İstanbul Modern’de açılan ‘Kent
Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay
Retrospektifi’ sergisiydi. Ayasofya’da düzenlenen
‘Hattın Sultanları: Hüsn-i Hat’ sergisinden sonra
şimdi de ‘Mukaddes Miras: Mushaf’ı Şerifler’
sergisini desteklemekten mutluluk duyuyoruz” diye
konuştu.
Radikal, 13.08.2013
|
ALMAN BİLİM HEYETİ ARAŞTIRMA TURUNDA

Neolitik dönemde Anadolu ve Avrupa arasındaki
ilişkileri araştırıldığı projeyle, Avrupa Birliği
tarafından belirlenen turizm sektörü standartlarına
uyumlu turizm ürünleri oluşturması ve bu ürünlerin
daha da geliştirmesinin hedeflendiği kaydedildi.
Arkeolog, antropolog ve bilgisayar uzmanlarından
oluşan bir araştırmacı grubu, OTI Holding'in
organize ettiği bir turla Batı Anadolu'nun önemli
arkeolojik kazı alanlarını ziyaret ederek, Neolitik
dönemde Anadolu ve Avrupa arasındaki ilişkileri
araştırıyor. Proje, Almanya'nın Mainz şehrindeki
Johannes Gutenberg Üniversitesi'nden Antropoloji
profesörü Joachim Burger'in koordinatörlüğünde
yürütülüyor. Kuzeybatı Anadolu'nun önemli
tarihöncesi merkezleri ve mezarlık alanlarından
Bursa'daki Aktopraklık ve Barçın Höyük'ten başlayan
ve 11 gün sonunda Antalya'da bitirilecek olan BEAN
turunu OTI Holding organize ediyor.
Bean Projesi nedir?
BEAN Projesi (Bridging The European and Anatolian
Neolithic – Avrupa ve Anadolu Neolitiğini
Buluşturmak) Neolitik Çağ'da Avrupa'da ortaya çıkan
çiftçilerin kökenini bulmak amacıyla yakın
coğrafyaların taranarak bulguların genetik ve
antropolojik yöntemlerle yorumlanmasına odaklanan
bir proje.
Avrupa Birliği 7'inci Çerçeve Programı Marie Curie
Başlangıç Araştırma Destekleri Başlığı altında
gerçekleştirilen BEAN projesinin 15 ortağı var. BEAN
Projesinin OTI Holding dışında Türkiye'den bir diğer
ortağı İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünden
Aktopraklık'taki kazı çalışmalarını da yürüten
Doç.Dr. Necmi Karul.
Projenin amacı Orta Avrupa'da neolitik dönemde
görülen ilk çiftçilerin kökeninin Anadolu olup
olmadığını anlamak
BEAN projesinin çıkış sorusunu proje koordinatörü
Prof.Dr. Joachim Burger şu şekilde açıklıyor: “MÖ
5 binli yıllarda Orta Avrupa'da çiftçi toplulukları
görüyoruz. Araştırmalarımız bu hayat tarzının nasıl
ortaya çıktığı, bu bölgeye nasıl aktarıldığı
üzerinde yoğunlaşıyor. Yeniliklerin bilgi alışverişi
ile mi yoksa insanların göç etmesiyle mi ortaya
çıktığını anlamaya çalışıyoruz.” Bu sorunun cevabı
Güneydoğu Avrupa, Balkanlar'dan başlayarak
Anadolu'ya uzanan bir hat üzerinde aranıyor. Farklı
kazı yerlerinden toplanan insan kemiklerinden elde
edilen DNA örnekleriyle bir genetik modelleme
oluşturarak Orta Avrupa'daki Neolitik topluklar ile
Anadolu'daki çağdaşlarının biyolojik ilişkileri
anlaşılmaya çalışılacak. Proje ortaklarından Doç.Dr. Necmi Karul; bugünkü hayat tarzımızın ilk
şekillendiği üretim faaliyetlerinin ortaya çıkışı ve
dünyaya yayılımının tarihöncesi arkeoloji için
önemli sorulardan birini oluşturduğunu belirterek;
bu konunun genetik araştırmalar gibi farklı
yöntemler kullanılarak incelenmesinin önemli
olduğunu vurguluyor.
Antropoloji, Arkeoloji, bilgisayar modelleme bir
arada BEAN projesi genetik, arkeoloji ve bilgisayar
uzmanlarıyla farklı disiplinleri bir araya
getiriyor. Arkeolojik kazılarda açığa çıkarılan
maddi kalıntıların anlattıklarına ek olarak DNA
araştırmaları daha kapsamlı sonuçlara ulaşmaya
olanak sağlarken koyun, keçi gibi evcil hayvanlar
üzerinde yapılan araştırmalar da bu hayvanların
Neolitik dönemde Anadolu'dan Avrupa'ya gittiklerine
işaret ediyor. Doç.Dr. Necmi Karul arkeolojik
verilerden yola çıkarak Avrupa'daki Neolitik
toplulukların kültürel bağlamda Anadolu ile bir
köken ilişkisine sahip olduklarını
söyleyebildiklerini DNA araştırmalarının bu konuya
yeni bir bakış açısı kazandıracağını belirtiyor.
Anadolu'da araştırma yapması önemli BEAN proje
ekibinin “Yeni kültürel miras ürünleri geliştirmede
endüstri lideri” ifadesiyle tarif ettiği OTI
Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Bektaş;
“Avrupa tarımının kökenlerini araştıran BEAN
projesinin; Asya ve Avrupa'nın birleşim noktasındaki
stratejik konumu nedeniyle, tarihöncesi çağlardan
beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış
Anadolu'da araştırmalar yapması çok önemli. Biz
turizmin kültür ve tarihle olan ilişkisine her geçen
gün daha da çok vurgu yapıyoruz. Ülkemizin deniz ve
kumdan çok daha fazlası olduğunu biliyoruz. Hem
yerli hem yabancı turistlerimize bunu mümkün
olduğunca aktarmak istiyoruz. Bu tarz araştırmalarla
edineceğimiz daha derinlemesine bilgilerle bu
hedefimize ulaşmak daha kolay olacak. OTI olarak bu
projenin bir parçası olmaktan büyük mutluluk
duyuyoruz” şeklinde konuştu.
Proje ile doktora öğrencileri alan eğitimi
alıyor
BEAN projesi ile ortak üniversitelerin her birinden
birer doktora öğrencisinin de saha uygulamaları
yapması ve araştırma yeteneklerinin artırılması
sağlanıyor. Proje bünyesinde şu anda 8 ilk aşama
araştırmacısı eğitim görüyor. Bunun yanında tüm
ortak üniversiteler arası işbirliği de
geliştirilerek akademisyenler arası etkileşim de
sağlanmış oluyor.
Türkiye'nin yanı sıra Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya,
Polonya, Mısır ve Tayland'daki iştirakleri ile tur
operatörlüğü, seyahat acenteliği, havacılık,
otelcilik ve güvenlik ana alanlarında faaliyet
gösteren OTI Holding'den yapılan açıklamada,
Anadolu'daki çalışmalarla Avrupa Birliği tarafından
belirlenen turizm sektörü standartlarına uyumlu
turizm ürünleri oluşturmayı ve bu ürünleri daha da
geliştirmeyi hedeflendiği kaydedildi.
İLK DURAK AKTOPRAKLIK
Bursa Aktopraklık'tan başlayan araştırma projesinin
koordinatörlüğünü Almanya'nın Mainz şehrindeki
Johannes Gutenberg Üniversitesi'nden Antropoloji
profesörü olan Joachim Burger yürütüyor. Projede,
İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünden
Aktopraklık'taki kazı çalışmalarını yürüten Doç.Dr.
Necmi Karul da yer alıyor.
Türkiye Gazetesi, Haber: Sefa Koyuncu, 13.08.2013
|
SİT ALANLARINDA BÜYÜK TEHLİKE

Türkiye'nin kültür varlıkları ve
sit alanları
büyük bir tehdit altında. Hükümet yeni bir yasal
düzenleme yapıp 14 Ekim'e kadar yürürlüğe sokamazsa,
Türkiye'nin tüm sit alanlarında inşaat yapılabilecek
ve bunu yapanlar hiçbir cezayla karşılaşmayacak.
Anayasa Mahkemesi'nin, sit alanlarında inşaat
yapımına büyük cezalar öngören yasa maddesini iptal
etmesinin ardından ortaya çıkan yasal boşluğu
yoketmek için Hükümet hala bir düzenleme yapmadı.
Yüksek Mahkeme Hükümete 1 yıl süre vermiş, iptal
kararının yürürlüğünü 1 yıl sonrasına, yani 14 Ekim
2013 tarihine ertelemişti. Ancak geçen 10 ay içinde
Hükümet yeni bir yasa hükmü tesis etmediği için, sit
alanlarının inşaata açılmasına yol açabilecek
tarihle ilgili geri sayım başlamış oldu. Öte yandan
TBMM halen tatilde olduğu ve aksi bir karar
alınmazsa yeni yasama yılı 1 Ekim'de başlayacağı
için, Hükümetin yeni bir yasa çıkarması ve bu
yasanın Köşk'ten onaylanarak yürürlüğe girmesi için
sadece 14 günü olacak.
SİT ALANINA APARTMAN DİKSEN HAPİS CEZASI
OLMAYACAK
Anayasa Mahkemesi, iki yerel mahkemenin Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun bazı
hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle
yaptığı başvuruyu esastan görüşerek, kanunun ilgili
maddelerini iptal etmişti. Yüksek Mahkeme'nin 11
Nisan 2012'de aldığı iptal kararı, 13 Ekim 2012'de
Resmi Gazete'de yayınlanmıştı. Anayasa Mahkemesi
kararında Hükümetin bu belirsizlikle ilgili bir
düzenleme yapması istenmiş, bunun için de Hükümete,
iptal karanının yürürlüğe girmesi için 1 yıllık süre
verilmişti. İptal edilen hüküm, kültür varlıklarına
zarar veren ve SİT alanlarına inşaat yapanlara 2-5
yıl hapis cezası öngörüyordu. Kararla bu hüküm
ortadan kalktı. Yani 14 Ekim tarihinden itibaren,
Hükümet yeni bir yasa çıkaramazsa, sit alanlarında
inşaat yapanlara ceza verilmeyecek.
HALA YASA HAZIRLIĞI YOK
Hükümetin önünde yasal düzenleme için hala zaman
olmasına rağmen, mevcut durum çevreciler ve
hukukçuları endişelendiriyor. Sözkonusu çevreler,
"Aksi bir durumda talanın boyutunu düşünmek bile
istemiyoruz" diyor. Diğer taraftan VATAN'a konuya
ilişkin bilgi veren Kültür ve Turizm Bakanlığı
kaynakları, "Konuyla ilgili yapılmış ve Bakanlar
Kurulu'na sunulmuş herhangi bir hazırlık olmadığını"
kaydetti.
MECLİS AÇILDIĞINDA DÜĞMEYE BASILSA 14 GÜN KALMIŞ
OLACAK
Yasal boşluğu ortadan kaldıracak düzenleme, erken
açılma durumu olmazsa, 1 Ekim'de yeni yasama yılına
başlayacak olan TBMM'ne hemen gönderilirse bile
yasalaşma ve yürürlüğe girme süreci için sadece 14
gün olacak.
Sözkonusu düzenleme, Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından hazırlanıp Bakanlar Kurulu'nda
imzalanarak Hükümet tasarısı olarak Meclis'e
gönderilebileceği gibi, bir Torba Yasa'ya eklenerek
de çıkarılabilir. Veya milletvekilleri tarafından
bir yasa teklifi olarak da Meclis'e gelebilir.
HERŞEY AYDIN'DA BİR ÇİFTÇİNİN SİT ALANINA İNCİR
AĞACI DİKMESİYLE BAŞLADI
Sit alanlarının talan edilmesine neden olabilecek
süreç, Aydın’da SİT alanındaki arazisine incir ağacı
diken çiftçiye 5 yıl hapis cezası verilmesi
kararının Anayasa Mahkeme’sine götürülmesiyle
başladı. Aydın’ın Germencik İlçesi'nde, 1997’de it
alanı ilan edilen arazine çukur kazıp, incir ağacı
diken bir çiftçiye açılan dava, Kültür ve Tabiat
Varlıkları Koruma Kanunu’ndaki çok büyük bir
eksikliği ortaya çıkardı. Germencik’te bir çiftçinin
vekaleten maliki olduğu taşınmazın tapu kaydına
1999’da Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı
şerhi konuldu. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıkları Kanunu’nda yer almasına rağmen devlet,
kamulaştırma işlemi yapmadı. Bu arada taşınmaz
sahibi çatısı aktığı için taşınmazın çatı onarım
işini yaparken, taşınmazın etrafını da izin alarak
dikenli telle çevirdi. Çiftçi, arazideki incir
ağaçlarının arasına çukur kazma ve yeni incir
ağaçları dikme işini de izinsiz yaptı. Savcılık st
alanı içinde bulunan arazideki bahçede incir
ağaçlarının arasına çukur kazdığı ve yeni incir
ağaçları diktiği gerekçesiyle çiftçi hakkında dava
açtı. Yargılama aşamasında taşınmazın beyanlar
hanesine 6 Mart 1997’de “Sit alanıdır” ibaresinin
yazılmış olduğu anlaşıldı.
Çiftçi, savunmasında, araziye çukur kazarak incir
ağaçlarını diktiğini, kendi taşınmazı olması
sebebiyle ağaç dikmesinin suç olduğunu bilmediğini
savundu. Hakkında açılan davalara bakan mahkeme, sit
alanlarıyla ilgili cezai yaptırımları düzenleyen
kanunun 65. maddesinin (a) ve (b) bendlerinin,
Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali
istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Başvuru
gerekçesinde, sit alanı olan taşınmazlarda malikin
kullanma şartlarının Koruma Bölge Kurulları
tarafından her yıl belirlendiği ve belirlenen
esasların internet sitesinde yayınlandığı
kaydedildi.
Taşınmazını tarım amaçlı kullanan maliklerin zaten
sit alanı nedeniyle kısıtlanmış olan mülkiyet
hakkını kullanamadığı, kullandığı takdirde cezayla
karşılaşmasının adeta kaçınılmaz olduğu savunulan
başvuruda, kanunun, anayasanın 38. maddesindeki
“kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesine aykırı olduğu
belirtildi. Dosyaya bakan Anayasa Mahkemesi,
başvuruyu haklı görerek kanunun ilgili maddelerini
iptal etti.
14 EKİM'DE ORTADAN KALKACAK KRİTİK MADDE...
Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği 2863 Sayılı
Yasa’nın (b) bendi "Sit alanlarında geçiş dönemi
koruma esasları ve kullanma şartlarına, koruma
amaçlı imar planlarına ve koruma bölge kurullarınca
belirlenen koruma alanlarında öngörülen şartlara
aykırı izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar
veya yaptıranların, iki yıldan beş yıla kadar hapis
ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla
cezalandırılır" düzenlemesini içeriyordu.
İptal edilen ve 14 Ekim itibariyle yeni bir yasal
düzenleme yürürlüğe girmemesi halinde ortadan
kalkacak maddeler şöyle:
a) Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat
varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine,
yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara
uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan
beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adli para
cezasıyla cezalandırılır.
b) Sit alanlarında geçiş dönemi koruma esasları ve
kullanma şartlarına, koruma amaçlı imar planlarına
ve koruma bölge kurullarınca belirlenen koruma
alanlarında öngörülen şartlara aykırı izinsiz inşa
ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranlar, iki
yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar
adli para cezasıyla cezalandırılır.
Vatan, Haber: Gülümhan Gülten, 13.08.2013
|
|
RUHBAN OKULU'NA
YUNAN ENGELİ
Demokratikleşme paketinde Ruhban Okulu'nu açmak için "Üniversite Formülü" üzerinde duruluyor.
Ancak Batı Trakya Türklerinin yaşadığı müftü krizinin ardından Yunan Hükümeti'nin bu kez imamları atama kararı alması ve Kur'an derslerinde Yunanca eğitim zorunluluğu getirmesi nedeniyle Ruhban Okulu konusunda atılacak adımlar hız kesebilir.
Sabah, 13.08.2013
|
KAMUDA NEO-OSMANLI MODASI

Belediyeler, Emniyet Teşkilatı,
TOKİ ya da bakanlıklar... Kamuda yeni trend
neo-Osmanlı-Selçuklu esintili mimari. Yetkililer pek
çok büyük projede geleneksel mimari öğelere yer
verileceğini açıklarken, mimarlık çevreleri bu
eğilimi tehlikeli buluyor.
Önce adalet saraylarında başladı
Osmanlı-Selçuklu esintili mimari trendi.
Türkiye ’nin pek çok yerindeki adalet
sarayları bir bir yenilenirken kubbeli
pencereleri, geniş saçakları ve
süslemeleriyle birbirinin kopyası binalar
çıktı ortaya. Aynı eğilim
Milli Eğitim Bakanlığı ’nın yeni
yaptırdığı okullarda, yenilenen vapur
iskelelerinde devam etti.
Ataşehir’e Mimar Sinan camilerinin bir
kopyası yapıldı. Şimdilerde ise
Osmanlı-Selçuklu esintili mimari trendi her
yanı sardı. Belediyeler, Emniyet Teşkilatı,
TOKİ ya da bakanlıklar pek çok büyük projede
geleneksel mimari öğelerine yer
vereceklerini açıklıyor. Peki mimarlık
çevreleri bu eğilimle ilgili ne düşünüyor?
Riskli alanın ilacı Osmanlı-Selçuklu
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kentsel
dönüşüm kapsamında riskli alan ilan edilen
Beyoğlu Hacıhüsrev Mahallesi’ni Osmanlı ve
Selçuklu mimarisiyle inşa edecek. Yapıların
üst kısımları ‘Topkapı Sarayı’nda olduğu
gibi üçgen kuleler şeklinde’ tasarlanacak,
ayrıca ‘geniş saçak’ kullanılacak.
TOKİ de modaya uydu
TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, ‘Tasarım
Birimi’ sayesinde artık Osmanlı-Selçuklu
mimarisine uygun projeler üreteceklerini
belirterek “Konutlarda, özellikle ön
cephelerde” farklılık görmeye başlayacağımız
müjdesini verdi. Örneğin Konya’da TOKİ’nin
inşa edeceği konutların balkon
korkuluklarında ‘Anadolu Selçuklu Devleti
kültür ve sanatının temel figürlerinden
Selçuklu Yıldızı’ kullanılacak. Sivas TOKİ
konutlarının girişleri de şehrin simgesi
haline gelen Gök Medrese’nin taç kapısı
dikkate alınarak tasarlanacak.
Zihni de geliştirir
Bağcılar’da okulların dış cepheleri de
‘Selçuklu ve Osmanlı mimari özellikleri ile’
kaplanıyor. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman
Çağırıcı, ilk etapta 28 okulda uygulanacak
proje için “En önemlisi de çocuklarımızın
zihinsel gelişimi açısından projeyi çok
önemsiyoruz. Hedefimiz, Bağcılar’daki tüm
okulları aynı şekilde dönüştürmek” dedi.
Mantolama olarak Osmanlı-Selçuklu
Esenler Belediyesi, ‘Güzel Esenler’
projesiyle ‘ilçenin çehresini değiştirmek ve
sosyal dokuyu güçlendirmek’ amacıyla
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB),
Türk Hava Yolları ile Türk Telekom’un
desteğiyle yüzlerce binanın mantolama ve
cephe giydirmelerini yaptı. Önleri
‘mantolu’, arkaları ‘açık’ binalar,
‘Potemkin Köyü’ benzetmesiyle eleştirilse de
Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu “Proje
tamamlandığında, Esenler’e giren kendisini
bir Osmanlı veya Selçuk şehrine girmiş gibi
hissedecek” diyor.
Güvenlik için de şart
Emniyet
Genel Müdürlüğü’nde kurulan özel bir ekip,
üniversitelerin mimarlık ve mühendislik
fakültelerindeki arşivleri taradı, Osmanlı
ve Selçuklu dönemindeki karakolları anlatan
15 doktora tezini inceledi. Yakında 81 ilde,
binin üzerinde polis merkezinde
‘Osmanlı-Selçuklu’ trendi hakim olacak.
Rezidans
Kurtköy’de inşa edilen ‘Elit Grand Palas’ın
web sitesinden anladığımız üzere, 9 katlı
rezidans ‘Selçuklu döneminden günümüze kadar
gelen klasik Türk mimarisinin görkemli
eserlerinden ilham alınarak’ tasarlanmış. İç
avlulu yapı ‘Büyük Selçuklu dönemi
kervansaray plan tipolojisinin öğelerini’
taşıyormuş, kubbesinin çevresi “Selçuklu
dönemine ait desen kompozisyonları” ile
bezenmiş, nişan motifi de ‘şanlı Osmanlı
tarihine bir saygı duruşu!’
Finans merkezi
Ağaoğlu Şirketler Grubu Başkanı, nam-ı diğer
‘Yaşam Mimarı’ Ali Ağaoğlu, geçen günlerde
Ataşehir’de de benzer bir üslup göreceğimizi
müjdeledi: “İnşa ettiğimiz İstanbul Finans
Merkezi projesi Selçuklu ve Osmanlı
mimarisiyle yapılıyor.”
Oyun parkı
Osmanlı trendi Eyüp’te yapılan devasa
eğlence parkı Vialand’de de atlanmamış:
“Parkın en iddialı ünitelerinden Fatih Dark
Ride, ziyaretçilerimizi Osmanlı dönemine
götürerek onları heyecanlı bir gezintiye
çıkaracak.”
Kongre Merkezi
Ankara Pursaklar Belediyesi’nin
“Osmanlı, Selçuklu ve Türk mimarisi” ile
tasarlattığı kongre merkezi iki katlı
olacak...
Okyanusları aşan Osmanlı
TOKİ, New York’ta da 30 katlı bir ‘Türkevi’
inşa etmeye hazırlanıyor. TOKİ Başkanı Ahmet
Haluk Karabel, “Sayın Başbakanımızın
yurtdışındaki binalarımızın hem dış cephesi
hem de iç mekanlarında Türk mimari
özelliklerinin simgelerinin kullanılması
yönünde talimatı var. Bu kapsamda biz de
Türkevi’nde, Osmanlı-Selçuklu mimarisini
kullanacağız” diyor...
Kentlerimiz acınacak halde
Ömer Yılmaz (Arkitera Mimarlık Merkezi)
‘Osmanlı&Selçuklu’ ya da ‘en büyük’
söylemini güncel siyasetten bağımsız
irdelemek mümkün değil. Bu terimin yarattığı
tartışma aslında büyük bir kültürel
çatışmanın mimarlık alanında kendini
göstermesi. ‘Osmanlı&Selçuklu’nun bir önceki
versiyonu ‘Türk-İslam’dı. Batılı ya da
gelenekçi stil sahibi olmak daha iyi
kentlerde yaşamak için yeterli değil. Bugün
kentlerin içinde bulunduğu acınacak hale
bakıldığında bu stil tartışmasına takılmak
esasen büyük bir aymazlık olarak
adlandırılabilir.
Taklitlerden kaçınmalı
Halil Onur (Mimar)
Osmanlı ve Selçuklu’daki özü
değerlendirmekte tabi ki fayda var. Ama
taklide kaçmadan bunu yapmak gerekir. Bu
yapıların oranını, resmini, özünü, ruhunu
kavrayarak yeni tasarımda değerlendirmek
doğru bir yaklaşım olur. Ama bunu
genelleştirmemek gerekir. Her yapının
bulunduğu ortama göre bunu ayırt edebilmek
lazım. Selçuklu ile ilgisi olmayan bir
bölgede Selçuklu mimarisi yapıyorum demek
çok doğru olmayabilir. Her sokakta farklı
değerlendirmek gerekir. Genelgeçer şablon
bir formül olamaz. Her yer için özgün bir
proje üretmek gerekir.
Mimarlık değil kolaj kültürü
Ömer Kanıpak (Masa Mimarlık)
Türkiye’de kamusal binaların önceden
tanımlanmış bu şekilde bir görüntü ile
sipariş edilmesi, elbette kültürel bir
yozlaşmanın en bariz göstergesi. Her türlü
yapıya ölçek gözetmeksizin fütursuzca
yapıştırılan katalogdan seçilen kemer,
kubbe, söve, cumba gibi tarihi yapı
elemanları sayesinde mimarlık başta devlet
eliyle ve toplumsal mutabakat ile ucuz bir
kolaj kültürüne doğru evriliyor. İçi boş
hatta çelişkili ve çatallı siyaset dilinin
üçüncü boyuta taşındığı bu yapılar, ne yazık
ki bu toplumun karakterinin en somut
kalıntıları olarak onlarca yıl bu coğrafyayı
kirletecekler.
Strafordan düğün pastası gibi
Cem Sorguç (CM Mimarlık)
Biçimler ve üsluplar icracıları ve
teorisyenleri dışında belirlenemez.
Osmanlı-Selçuklu -ki daha çok Anadolu
Selçuklu Dönemi’ne işaret ediliyor-
dönemleri içerisinde tabii ki çok kıymetli
bir miras var. Tarihsel, sosyal,
antropolojik olarak da yüklü verilerin yanı
sıra mekansal kurgu ve özgünlüğü malum. Bu
mimari kıymeti bezemeye, yapısal eklentilere
indirgemek sorunun ana noktası. Bir mimari
değeri strüktürel okumasını yapmadan
değerlendiremezsiniz. Strüktürel tanımlama
ise dönemi ve buna paralel teknolojisi ile
yazılır. Bu dönemin bezeme olarak bugüne
taşınması strafordan düğün pastası ile
eşdeğer. Ne yiyebilirsiniz, ne
kesebilirsiniz.
Yeni fikirlerle tasarlanmalı
Prof. Osman Eravşar (Selçuklu Üniversitesi)
Mimari yaşayan bir olgu. Geçmişten bir
şeyler alması gayet doğal. Ancak geçmişin
tekrarlanması doğru değil. Elbette ki
geleneksel değerlerin yaşatılması önemli.
Fakat tamamen taklide dayalı değil, yeni
fikirlerin, tasarımların kentlere yansıması
gerekiyor. Modern bir çağda yapıların
modernist akımlarla tasarlanması daha
akılcı. Selçuklu ve Osmanlı mimarisini
birebir devam ettirme moderniteyle çelişen
bir durum ortaya koyar ve mimari gelişmez.
Bu yapılar bir anlamda kimliksiz yapılar
halinde ortaya çıkar.
Sadece cephe eskiye benziyor
Prof. Haşim Karpuz (Sanat Tarihçisi)
Bugünkü yeni malzemelerle yapılan yapıların
sadece cephe çizgileri, pencere formları
eskiye benziyor. Yoksa Selçuklu-Osmanlı
üslubu söz konusu olamaz. Sadece cephede
yüzeysel olarak saçaklarla, büyük taç
kapılarla cepheyi ikiye bölen kapılar inşa
ediliyor. Bunlar sadece dış cephedeki
yüzeysel uygulamalar. İç mekanlarda ise
malzemeler farklı, modern mimari
kullanılıyor. Güzel uygulamalar var ama bir
yapı sadece cepheden ibaret değil.
Radikal, 13.08.2013
|
KAÇAKÇILIK 4 BİN YIL ÖNCE DE VARMIŞ

Kayseri'deki Kültepe Höyüğü'nde bulunan çivi
yazılı belgelerden, Anadolu'da günümüzden 4 bin yıl
önce de
kaçakçılık yapıldığı belirlendi
Asurlu tüccarların, yerli idareciler tarafından
alınan birtakım vergilerden kurtulmak ve yasaklanmış
bazı malların ticaretini yapmak için yasa dışı
yollara başvurdukları ve gümrük izni olmadan malı
şehre sokmak için "gizli yol, daryol" adı verilen
yolları kullanarak
kaçakçılık yaptıkları ortaya çıktı
Kayseri'deki Kültepe Höyüğü'nde bulunan çivi
yazılı belgelerden, Anadolu'da günümüzden 4 bin yıl
önce de
kaçakçılık yapıldığı anlaşıldı.
Ankara Üniversitesi (AÜ) Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Fikri Kulakoğlu, Kayseri-Sivas karayolunun 20.
kilometresindeki Kültepe Höyüğü'nün 4 bin yıllık
tarihi geçmişe sahip olduğunu belirtti.
Höyükte kazı çalışmalarının 1948 yılından bu yana
sürdüğünü ve bugüne kadar 23 bin 500 civarında çivi
yazılı tablet çıkarıldığını ifade eden Kulakoğlu,
bunların AÜ Sümeroloji Anabilim Dalı öğretim üyeleri
ile bazı yabancı Asurologlar tarafından incelenip,
okunarak Anadolu'nun ilk tarihi dönemlerine ait
bilgiler edinildiğini söyledi.
Kulakoğlu, gün ışığına çıkarılan tabletlerden
Asurlu tüccarların, Anadolu'da istedikleri gibi
ticaret yapamadıklarının, Kuzey Mezopotamya'daki
Asur şehir devletiyle yerel krallıklar arasında
yapılan anlaşmalar çerçevesinde ticari
faaliyetlerini sürdürdüklerinin anlaşıldığını
kaydetti.
Bu anlaşmalar çerçevesinde yürütülen uluslararası
ticaret sayesinde, Anadolu'daki şehir devletlerinin,
başta kalay ve çeşitli kumaşlar olmak üzere, ihtiyaç
duydukları ürünleri elde ettiklerini, Asurlu
tüccarların da mallarını satabilmek için geniş bir
pazara sahip olduklarını ifade etti.
Kulakoğlu, Anadolu saraylarının yönetiminde
kraliçelerin de söz sahibi olduklarını belirterek,
bir metinden, Anadolulu bir kraliçenin hakimiyeti
altındaki şehirleri kaçakçılık konusunda uyardığının
ve denetimleri sıkılaştırdığının anlaşıldığını
sözlerine ekledi.
Habertürk, 12.08.2013
|
AYASOFYA'NIN İBADETE AÇILMA ZAMANI GELDİ
Tarihçi Talha Uğurluel, 'Ayasofya'nın ibadete
açılması için hukuki engel kalmadı. Böylece Fatih'in
kemikleri de sızlamamış olur' dedi.
Osmanlı döneminden kalma üç Ayasofya caminden
İznik ve Trabzon'dakiler ibadete açıldı. Bir tek
fethin sembolü olan İstanbul'daki Ayasofya halen
müze olarak işletiliyor. Tarihçi Talha Uğurluel'e
göre tapu kayıtlarında halen cami olarak kayıtlı
olan Ayasofya'nın en azından bir bölümün ibadete
açılmasının vakti geldi. Uğurluel ile Cumhuriyet
döneminde Ayasofya camilerinin başına gelenleri ve
yakın tarihin bilinmeyenlerini konuştuk.
Cumhuriyet'ten sonra değişime uğrayan kaç
Ayasofya var?
Üç Ayasofya var: İstanbul, İznik ve Trabzon.
İstanbul'daki Ayasofya nasıl müze yapılmış?
1934 yılında bakanlar kurulu kararıyla müzeye
çevriliyor. Tabii bundan önce 4 sene gibi bir
restorasyon süreci de var. 1930'la 34 arası
kapatılıyor. 1930'a kadar namaz kılındı Ayasofya'da.
1930 yılında neden kapatılıyor?
1930 yılında hiç kimseye bir şey söylenmeden
Ayasofya tadilata alınıyor. Halk sanıyor ki tadilat
bitirilip cami açılacak. Fakat, demek ki bunun
kararı önceden alınmış. Neden böyle söylüyorum.
1930-34 dönemi tadilatı resmen müze olacağı
biliniyormuş gibi yapılıyor. İşi Amerikalı ve
Avrupalı Roma uzmanları yapıyor. Ayasofya'nın
duvarlarındaki bütün cami özellikleri kaldırılıyor,
arkasındaki tablolar çıkarılıyor. Hatta Ayasofya'nın
girişindeki yan bölüm kazılıyor, ikinci Ayasofya'nın
ana giriş portalı bulunuyor. Hala da o kısım
gözüküyor. Demek ki bu karar çoktan alınmış. Ama
duyurulmamış. 1934'te de Ayasofya'nın müze olduğuna
dair karar çıkarılıyor. Ayasofya'nın müze olma
meselesi hala tartışılmalıdır. Çünkü bugün elimizde
bulunan 1936 tarihli Cumhuriyet dönemi tapu
kayıtlarında Ayasofya için müze tabiri kullanılmaz.
Cami-ül Kebir tabiri denilir. 1934'teki bakanlar
kurulu kararında en altta Atatürk'ün de imzası var
ama o imza baktığınız zaman Atatürk'ün bildiğimiz
imzasına benzemiyor. Atatürk imzası değildir. Şu da
var ki; muteber tarihçiler, o dönemde bu karar
alındığında Atatürk'ün bunu bilmemesi mümkün değil,
diyorlar.
Resmi kayıtlarda caminin hangi gerekçeyle
müzeye çevrildiği bilgisi olmadığına göre sizce
neden böyle bir şey yapılmış olabilir?
Lozan Anlaşmasının maddeleri resmi olarak ilan
edilmediği için net konuşamıyorsunuz bazı şeyleri.
Ama varsayım olarak şöyle olabilir diyebiliyorsunuz.
Biliyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde
Avrupalı ülkelerin hepsi sıraya girdiler ve hemen
tanıdılar. Neden böyle kuyruğa girdiler? Bu da
insanın aklına acaba “pazarlıkta neler verildi?”
sorusunu getiriyor. Bunları düşünmek lazım. Akla
geliyor; birincisi halifelik, ikincisi Ayasofya'nın
müzeye çevrilmesi gibi bir takım Avrupa'nın olmazsa
olmaz maddeleri. Mesela İngiltere diğerlerinden bir
yıl sonra tanımıştır Türkiye'yi. Halifeliğin
kaldırılması bir yıl bekletiliyor; acaba onu mu
beklediler?
Lozan'ın üzerindeki gizem bu meseleleri de
tartışmalı hale getiriyor.
Ayasofya pazarlık konusu. Nereden biliyoruz;
Çanakkale Savaşından. Harbe gelenlerin içerisinde
İngilizlerin en ünlü şairleri de vardı. Onlar için
çok önemliydi. Şiirlerine aynen şöyle yazmışlar:
“Osmanlı yeniçerilerinin zaferle İstanbul'a
girdikleri gibi şehre biz gireceğiz. Ayasofya'yı
damına kendi elimizle bu kez Haç'ı biz takacağız.”
Hala da bugün Hıristiyan Avrupa'nın zihninde bu var.
İznik ve Trabzon'daki Ayasofyalar nasıl
değişime uğradı?
Onlarınki İstanbul'daki gibi radikal olmadı. 1204
yılında 4. Haçlı seferi sırasında Kudüs'ü almak için
yola çıkan Katolikler, Ortodoks Roma'nın elindeki
İstanbul'u işgal ettiler. Tam 57 yıl sürdü işgal. Ve
öyle yağmaladılar ki, “İstanbul'da Latin külahı
görmektense Osmanlı sarığı girmeyi tercih ederiz”
sözü bu tecrübeden dolayı çıkmıştır. Bu işgal
döneminde İstanbul'daki Doğu Roma yönetimi kaçıyor.
Hanedanın bir kısmı İznik'e yerleşiyor, bir kısmı da
Trabzon'a. İki ayrı imparatorluk kuruyorlar. Ve her
biri ayrı bir Ayasofya inşa ediyor.
Bunlar daha sonra nasıl camiye çevriliyor?
Orhan Gazi 1326 yılında İznik'i aldığında fethin
sembolü olarak Ayasofya'yı camiye çeviriyor.
Trabzon'dakini ise Fatih Sultan Mehmet cami yapıyor.
İznik ve Trabzon'daki Ayasofya camileri daha
sonra neden cami olmaktan çıkıyor?
İznik ve Trabzon'da İstanbul'da olduğu gibi direkt
devlet eliyle 'biz bunu müzeleştireceğiz' şeklinde
bir düzenleme olmuyor. Yapı atıllaşıyor. İznik
Ayasofya'sı 1960'lı yıllara kadar cami olarak
kullanılıyor. Sonra boş kalıyor, cemaat kullanamaz
hale geliyor. 4 duvardan ibaret duruyordu, kapısında
bir memur koyup müzeye çevirmişlerdi. İznik Ayasofya
bundan birkaç sene önce restore edilerek tekrar
camiye çevrildi ve Diyanet'e bağlandı. Minaresi de
yapıldı. Turistler de istedikleri gibi
gezebiliyorlar.
Trabzon'daki Ayasofya nasıl bir süreçten
geçiyor?
Orası da benzer evrelerden geçiyor. O da İznik
Ayasofya gibi atıllaşması üzerine müzeye çevriliyor.
Yakın zamanda da tekrar camiye çevrildi.
İstanbul Ayasofya'sının camiye çevrilmesinin önünde
hukuki bir engel var mı?
Hukuki bir engel yok. Bence İznik Ayasofya'sında
yapılan burada da yapılmalı. Devasa bir yapı. Kilise
mimarisi üzerine yapılmış. Ortada bir ana nef
(bölüm) var. Yanlarda iki tane nef var. Benim
teklifim; bu üç nefli yapının en sağ nefi tamamen
ibadete ayrılabilir. Sağdaki nefin ön tarafında hiç
ikona yok. Osmanlı döneminde olduğu gibi tahta zemin
konulabilir oraya; halısı döşenir ve insanlar
ibadetini yapar. En azından böyle bir düzenleme
yapılabilir. Hem Fatih Sultan Mehmet'in kemikleri
sızlamamış olur, hem insanlar gelir namazını kılar.
Bunun için ne gerekiyor; idari mi yoksa
hukuki bir karar mı?
Bence bir kurul kararı ile bu iş çözülür. Görüldüğü
gibi Trabzon'un ve İznik'in açılması belli çevreleri
huylandırdı. Bu işin ucunun farklı derinliklere
gidip gitmediğini bilemeyiz. Ama İznik ve Trabzon'da
bu olduğunda çok da sıkıntı olmadı. Osmanlı'nın
yaptığını yaptık. 'Aya 'kutsal demek, 'Sofya' ise
bilgelik. Yani 'kutsal bilgelik'. Osmanlı bu
yapıların adını bile değiştirmemiş.
Ayasofya tapu kayıtlarında cami ama müze
yapılmış. O zaman ortada yasadışı bir durum mu var?
Türkiye artık o eski Türkiye değil. Yani mahkeme
sürecine gidilebilir. Halkta atık tarih bilinci var.
İnsanlar ecdadını seviyor. Ayasofya'nın ibadete
açılmasının vakti gelmiştir.
Türkiye Gazetesi, Haber: Melik Duvaklı,
12.08.2013
|
ATATÜRK'ÜN PORTRESİ
MÜZAYEDEYE ÇIKIYOR
İstanbul'’da Çukurcuma Müzayede Kültür ve Sanat Evi, ekim ayındaki müzayedede, Atatürk’ün taş baskı bir portresini satışa çıkaracak.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Sultan Vahideddin’in yaveri olduğu dönemde taş baskı tekniğiyle 1900’lü yılların başında yapılan, ketebesi hattat Halim Özyazıcı’ya ait boynunda azizi nişanı, sol tarafta mecidi nişanı, sağ tarafta hamidi nişanı, sağ altta Çanakkale nişanı görülen portrede, Arapça “Milletinin kurtarıcısı” anlamına gelen “Münci-i Millet Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri” yazısı bulunuyor.
Habertürk, 12.08.2013
|

|
KADİFEKALE'DE ANTİK TİYATRO GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

Kadifekale’deki gecekondular arasında kalan 16 bin
kişilik Antik Roma Tiyatrosu gün yüzüne çıkarılıyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, Kadifekale’deki
Antik Roma Tiyatrosu’nun gün yüzüne çıkarılması
amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar
10 milyon 940 bin 532 TL harcandı. Kadifekale’de
gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun
çıkarılması için yaklaşık 12 bin 972 metrekarelik
alan üzerinde bulunan 164 adet parsel için İzmir
Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırma kararı
alınmıştı. Büyükşehir Belediyesi, bugüne kadar 98
parseli kapsayan 8 bin 901 metrekarelik alanın
tapusunu aldı. Bölgede yıkımlara da başlayan
belediye, 28 binanın yıkımını gerçekleştirdi.
Proje kapsamında öncelikle, arkeolojik yüzey
araştırması yapılarak tiyatroya ve sur duvarlarına
ait antik arkeolojik mimari kalıntılar ile Antik
Tiyatro’nun gerçek yeri tam olarak tespit edildi.
İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu’na sunulan ‘Antik Tiyatro ve Kadifekale
1. Derece Arkeolojik Sit Alanının Genişlemesi’
önerisi kurul tarafından kabul edildi ve tiyatro ile
Kadifekale’nin 1. derece arkeolojik sit alanı
genişledi. Bunun sonucunda, antik tiyatro alanında
bilimsel kazı çalışmalarının gerçekleştirilmesi,
Kadifekale ve Antik Tiyatro’nun kente kazandırılması
amacıyla imar plan revizyonları yapıldı, yeni imar
planları hazırlandı. Ayrıca, bölgede yaşayan
vatandaşların bilgilendirilmesi, katılımı ve
görüşlerini almak için toplantı da düzenlendi.
Zaman, 12.08.2013
|
TARİHTEKİ İLK ÇİFTÇİNİN İZİ ANADOLU'DA

Avrupa’da ilk çiftçi toplumların köklerini
araştırmak üzere proje başlatıldı. Avrupa Komisyonu
tarafından desteklenen ve 4 yıl sürmesi beklenen
BEAN (Bridging the European and Anatolian Neolithic
– Avrupa ve
Anadolu Neolitik Dönemleri Köprüsü) projesinin
en önemli ayağını
Türkiye oluşturuyor. Bugüne kadar Bursa’daki
Aktopraklık Höyüğü’nde bulunan 8 bin yıl öncesine
ait iskeletler ile Bursa Barçın Höyük’te bulunan
iskeletlerden ve Yenikapı’daki 8 bin önceki döneme
ait insan kemiklerinden DNA örnekleri alındı.
Avrupa ve Anadolu Neolitik Dönemleri Köprüsü projesi
kapsamında arkeolog ve antropologlardan oluşan bir
grup Türkiye’de kazı bölgelerini gezdi. Proje
grubunda uzmanların yanı sıra Avrupa’dan doktora
öğrencileri de bulunuyor. 2012’de resmi olarak
başlayan proje kapsamında Bursa Aktopraklık
kazılarından ve Yenikapı kazılarında bulunan 8500
yıllık iskeletlerden DNA örnekleri alındı.
Türkiye’nin yanı sıra Sırbistan, Romanya ve
Yunanistan’dan da DNA örnekleri toplandı. Ancak
projenin en önemli ayağını Türkiye oluşturuyor.
Biyolojik karşılaştırma
2016’da tamamlanacak çalışmayla çok önemli sonuçlara
ulaşılması bekleniyor.
BEAN projesinin başındaki isimlerden
Almanya Johannes Gutenberg Üniversitesi
Antropoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Joachim
Burger’le Türkiye’ye adım atar atmaz buluştuk. Bu
önemli projenin detaylarını ilk ağızdan dinledik.
Yaptıkları araştırmalar sonucunda ilk çiftçi
topluluklarının Avrupa’ya Anadolu’dan geldiğini
tahmin ettiklerini belirten Prof. Burger,
çalışmalarını şöyle özetledi:
“Çiftçi toplumların çekirdek bölgesi, Anadolu’nun
güneyi ve güneydoğusu. Bugüne kadar yapılan
çalışmalar sonucunda çıkan izler bizi Anadolu’ya
getirdi. Avrupa’da biyolojik olarak karşılaştığımız
insanlar aynı. Tüm Güneydoğu Anadolu’da insanların
topluca Avrupa’ya gittiğini söylemek doğru olmaz.
Ancak bu olasılık var. Araştırma sonucunda bunu
ortaya koyacağız. Biz daha çok insanın göçüne
bakacağız. Çıkış noktamız iskeletler. Bunların öne
çıkanı ise Bursa’daki Aktopraklık. O dönemle ilgili
mezarlık alanı keşfedildi.”
Hayvanlar Anadolu’dan gitti
Prof.
Burger, 2 yıl önce Aktopraklık’a gelerek DNA
örneklerini bizzat kendisi aldı. Aktopraklık
kazısında bulunan iskelet örnekleri de Yenikapı
kazılarında olduğu gibi 8500 yıl öncesine ait.
Yenikapı kazılarında bulunan iskeletlerin ikisinden
de DNA örnekleri alındı. Orta Avrupa ve Balkanlardan
da örneklerin alındığını belirten Prof. Burger,
farklı bölgelerdeki iskeletleri karşılaştırıldığını
anlattı:
“Aslında Avrupa’daki koyun, keçi ve sığır gibi
hayvanlar için bu çalışma yapıldı. Hayvanların
Anadolu’dan Avrupa’ya gittiği biliniyor.
Anavatanları Anadolu. 1970’lerden itibaren bu
tartışılıyor ve biliniyor. Hayvanlar biliniyor ancak
insanlar bilinmiyor. Hayvanlar için DNA yok ancak
bulunan koyunun evcil olup olmadığını zoologlar
anlıyor. Avrupa’da bulunanların tamamı evcil.
Anadolu’dan gittikleri bu şekilde öğreniliyor.”
‘İstanbul’un fethi’gibi önemli
BEAN projesinin arkeologlarla antropologların yeni
teknoloji kullanarak yaptığı kapsamlı bir proje
olduğunu anlatan Burger’e göre “İstanbul’un
fethedilmesi gibi tarihi olaylar ne kadar önemliyse
bu çalışma da o kadar önemli”:
“Çiftçi yaşamı, yerleşik hayatın başlaması anlamına
geliyor. Bugünkü toplum düzenin temelinin atıldığı
dönem. Toplam düzeni nerede ortaya çıktı, nasıl
gelişti, hayvanların evcilleştirilmesi, bitkilerin
tarıma alınması... Avrupa’ya nasıl aktarıldı?
Bugünkü toplumun kökenini ifade ediyor. Hakim toplum
düzeninin kökeni Anadolu’da mı yeşerdi? Bu çok
önemli bir konu. Araştırmalarımız bunu ortaya
çıkaracak.”
100 yıllık bir soru
BEAN projesini Türkiye’den önemli arkeologlar da
destekliyor. Biri de Prof. Necmi Karul. İstanbul
Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı öğretim üyesi
Prof. Necmi Karul da projenin önemini şöyle
vurguladı:
“Proje, Anadolu’nun evrensel kültür tarihi içinde
oynadığı rolü bir kez daha ortaya koyacak nitelikte.
Bu proje ile Avrupa’da 8 bin yıl kadar önce ortaya
çıkan ilk çiftçi topluluklarının biyolojik olarak
Anadolu kökenli olup olmadıkları araştırılıyor.
Aslında arkeologlar bu soruyla 100 yılı aşkın bir
süredir meşguller. Arkeolojik veriler Anadolu’nun
çiftçi yaşamının anavatanı oluğunu kanıtlarken, bu
yaşam biçiminin başta Avrupa olmak üzere dünyanın
farklı coğrafyalarına da buradan yayıldığına dair
önemli kanıtlara sahipler. BEAN projesi, kemiklerden
yapılacak DNA analizleri sayesinde bu aktarımın
biyolojik boyutuna, başka bir deyişle insanların
göçü ile gerçekleşip gerçekleşmediği konusuna
yoğunlaşıyor. Bu amaçla aynı kültürü yansıtan ve
hemen hemen aynı döneme tarihlenen höyüklerden
alınan örnekler karşılaştırılacak. Böylelikle
insanlık tarihinin en önemli devrimlerinden biri
sayılan üretime dayalı yaşam biçimini ortaya koyan
Neolitik Dönem topluluklarının biyolojik verilerden
takip edilmesine olanak sağlayacak. Proje
ortaklarından İstanbul Üniversitesi Prehistorya
Anabilim Dalı’nın yürüttüğü Bursa Aktopraklık
Höyüğü’nden alınan örnekler tarihöncesi DNA veri
tabanının önemli bir parçasını oluşturacak.”
Radikal, Haber: Serkan Ocak, 12.08.2013
|
İSRAİL'DE BİZANS DÖNEMİ KEŞFİ

İsrail'de başkent Tel Aviv'in 15 kilometre
kuzeyindeki Herzliya kentini genişletme çalışmaları
kapsamında, Tel Aviv Üniversitesi ve İsrail Tarihi
Eserler Müdürlüğü tarafından yürütülen kazı
çalışmaları sırasında, Bizans dönemine ait bir dizi
tarihi eser gün yüzüne çıkarıldı. Bulunan parçalar
arasında 400 adet madeni para, Samirilere ait 200
adet yağ lambası, üzerinde Samirice işlemeler
bulunan bir yüzük ve mücevherlerle bezeli altın takı
eşyaları bulunduğu açıklandı. Buluntuların 5'inci
veya 6'ncı yüzyıldan kalma olduğu ve antik Arsuf
(Apollonya) şehri civarında ortaya çıktığı
bildirildi. Bölgede yapılan kazılarda değerli
eşyaların yanı sıra tarımsal üretime dair ipuçları
veren buluntular da keşfedildi. Arkeologlar şarap
yapımı için kullanılan pres makineleri ve zeytinyağı
yapımında kullanılan işleme makineleri kalıntılarına
rastladıklarını, ayrıca yerel çiftçilere hizmet
veren bir binanın duvarını keşfettiklerini açıkladı.
TARİHİ ZENGİN BÖLGE
Çalışmaları yürüten Tel Aviv Üniversitesi'nden
Prof.Dr. Oren Tal, bir yüzünde "Tanrı birdir" öteki
yüzünde ise "Adonai'dir onun adı" yazan sekizgen
şeklindeki yüzüğe dikkatleri çekerek, daha önceden
de benzer şekilde süslenmiş 12 Samiri yüzüğünün
bulunduğunu, bu yeni parçanın da onlarla birlikte
sergileneceğini bildirdi. Kökenleri milattan önce
6'ncı yüzyıla dayanan Arsuf (Apollonya) şehri
çeşitli dönemlerde Yahudilere, Haçlılara ve
Müslümanlara ev sahipliği yapan, kültürel ve tarihi
kökenleri zengin bir bölgede bulunuyor. Yahudilerin
büyük Babil sürgünü (MÖ 597) sırasında
bıraktıkları topraklara Asur kralı tarafından özel
olarak yerleştirilen Samiriler, günümüzde küçük bir
topluluk halinde yaşamlarını sürdürüyor.
TARIM ALETLERİ BULUNDU
5'inci veya 6'ncı yüzyıldan kalma para ve
eşyalar, antik Arsuf (Apollonya) şehri civarında
bulundu. Kazılarda değerli eşyaların yanı sıra şarap
yapımında kullanılan pres ve zeytinyağı işleme
makineleri ile çiftçilere hizmet veren bir bina
keşfedildi.
Sabah, 12.08.2013
|
MELDA ONUR, YEDİKULE
BOSTANLARINI DÖRT BAKANA SORDU

Cumhuriyet Halk Partisi
(CHP) İstanbul
Milletvekili Melda
Onur, tarihi Yedikule Bostanları’nın
yıkımıyla ilgili dört bakana
soru önergesi
verdi.
Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan
Bayraktar, Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik,
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı
Mehdi Eker,
Milli Eğitim Bakanı
Nabi Avcı’nın yanıtlaması talebiyle verilen
önergelerde 2011'de Belediye Meclisi'nin kabul
ettiği İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı
çerçevesi de göz önünde bulundurularak Yedikule
Bostanları’nın kamusal sorumluluğu soruldu.
Bakanlığın revizyon
talebi var mı?
Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar’a;
1- İstanbul Tarihi
Yarımada Yönetim Planı çerçevesinde 05.07.2013
tarihinde iş makinalarının bostanlara girmesiyle
başlayan bu tarihsel ve kültürel yıkıma karşın Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı nasıl bir tutum
takınacaktır?
2- Tarihi Yarımada
Yönetim Planı’nda da öngörüldüğü gibi, bostan
topraklarını koruyacak yeni bir proje geliştirmek
üzere, Bakanlığınız Fatih Belediyesi ve İBB ile
konuyu değerlendirerek söz konusu park projesi ile
ilgili bir revizyon talebinde bulunacak mıdır?
3- Tarihsel ve kültürel
dokuyu koruyarak ve bütünleştirerek yenileme yapma
konusunda, Bakanlığınızın Fatih Belediyesi ve İBB
tarafından yürütülen rekreasyon projesine önerileri
nelerdir? Bakanlık, anılan park projesinin 2011
tarihli Tarihi Yarımada Yönetim Planı’na uygunluğu
konusunda bir inceleme başlatacak mıdır?
Arkeologsuz çalışma için
yasal işlem yapılacak mı?
Kültür ve Turizm
Bakanı Ömer Çelik’e;
1- “Yedikule Kapı ile
Belgrad Kapı Arasında Kara Surları İç Koruma
Rekreasyon Projesi” uygulayıcıları olan Fatih
Belediyesi ve İBB, İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim
Planı’nın kararlarına aykırı bu uygulamalar öncesi
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak bir çalışma
yürütmüş müdür?
2- Söz konusu rekreasyon
projesinin uygulamasındaki yıkım, kazı, molozla
dolgu vb. hafriyat işlemeleri sırasında hazır
bulunması için tarafınızdan İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’nden bir uzman görevli istenmiş midir? Ya
da Fatih Belediyesi ve İBB’nin bir arkeolog gözetimi
talebi olmuş mudur?
3- 5 Temmuz 2013
tarihinden itibaren Suriçi’nde, arkeolog gözetimi
olmaksızın ve iş makinalarıyla gerçekleştirilen
tahribat çalışması, Bakanlığınız bilgisi dahilinde
midir? Öyle ise bu uygulama hangi gerekçeye
dayandırılmaktadır? Değil ise sorumlular hakkında
yasal işlem yapılmış mıdır? Yapılacak mıdır?
4- Tarihi Yarımada
içerisinde ve koruma alanında arkeolog refakati
olmadan, iş makinalarıyla çalışma yapılması
Bakanlığınız tarafından ne şekilde
değerlendirilmektedir?
5- Yedikule Rekreasyon
Projesi dahilinde yüklenici firma tarafından
Bakanlığınıza Çevre Etki Değerlendirme,
Sosyokültürel Etki Değerlendirme Raporları sunulmuş
mudur? Bakanlığınız tarafından bu raporlar
değerlendirilmiş midir? Bostanların korunması
konusunda Bakanlığınızca bir görüş doğmuş mudur?
Bostanların korunması konusunda herhangi bir çekince
belirtilmedi ise neden belirtilmemiştir?
6- Yedikule Bostanları
Koruma Girişimi ile ortak bir çalışma başlatmayı
düşünüyor musunuz? Kültürü ve tarihi kamu yararına
savunan arkeologlar ve sivil dayanışma üyelerine
Bakanlığınız ne gibi bir destekte bulunacaktır?
Girişimin gönüllülerine yapılan saldırı karşısında
Bakanlığınız bir kınama yayınlayacak mıdır? Tarihi
ve kültürü korumaya çalışan vatandaşların güvencesi
nasıl sağlanacaktır?
Tescilli Yedikule marulu
korunacak mı?
Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e;
1- Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı olarak verimli tarım
topraklarının tarım dışı kullanımına karşı,
kamuoyunun bilinçlendirilmesi ve dikkatinin
çekilmesi amacıyla televizyon kanallarında kamu
spotları yayımlamaktasınız. Bu yayınlarda ‘tarım
alanlarını koruyalım’ şeklinde bir mesaj
vermektesiniz. Buna göre, Yedikule Bostanlarının
tarihi tarım alanının tarım dışı kullanılmasına
karşı Fatih Belediyesi ve İBB nezdinde bir girişimde
bulunacak mısınız?
2- Bu konuda Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı
ile ortak bir değerlendirmeniz olacak mıdır?
3- Bakanlığınızın
paydaş odaklı çalışma prensibine göre; mağdur edilen
bostancıların teminatı ne olacaktır? Yaşamını
tarımdan kazanan insanların yaşam haklarının
korunması yönünde Bakanlığınızın güvencesi ne
olacaktır? Üzerine moloz dökülerek işlevsiz hale
getirilen Yedikule Bostanlarında ne tür ürün
çeşitliliği ve genetik zenginlik olduğu Bakanlığınız
tarafından araştırılmış mıdır/araştırılacak mıdır?
4- Tescilli ‘Yedikule
marulu’, yetiştiği topraklarda Bakanlığınız
tarafından korumaya alınacak mıdır?
5- Tohumunun ve
yetiştiği alanın yok edilmesi konusunda bir inceleme
ve araştırma yapılacak mıdır?
6- Bakanlığınızın
tarihi tarım alanları, kentsel ekoloji ve ziraat
teknolojisi ile ilgili bir çalışması var mıdır?
Çevre dersinde
bostanları işleyecek misiniz?
Milli Eğitim Bakanı
Nabi Avcı’ya;
1- Okullara seçmeli
olarak çevre dersinin konulması yönündeki bilgiler
ışığında, Yedikule Suriçi’ndeki dünyanın günümüze
kadar ulaşabilmiş birkaç kentsel tarım alanlarından
biri olarak gösterilen bostanları çevre dersinde
değerlendirmeyi düşünür müsünüz?
2- Kültürel Mirasa
Yönelik Kamu Bilincinin Artırılması programı
kapsamında çevre dersinde kent tarımını ve İstanbul
Bostanlarını işlemek konusunda belediyelerle
birlikte ortak çalışmanız var mı?
3- Yedikule
Bostanlarını Koruma Girişimi, kent tarımı
farkındalığını artırmak amacıyla bu alanda bir
Bostan Okulu oluşturmuştur. Ekolojik tarım konusunda
gelecek nesilleri bilgilendirmek için kurulan
Yedikule Bostan Okulunu yukarıda tanımlanan eğitim
vizyonu doğrultusunda desteklemeyi düşünüyor
musunuz?
4- Fatih Belediyesi ve
İBB’nin projesi ile yok olacak olan son kent
bostanlarının kurtarılarak kültürel ve çevre eğitim
müfredatına kazandırılması için bir projeniz var mı?
5- Sivil dayanışma
örgütleri ile birlikte deneyimlenen kentsel tarım
faaliyetleri için bir ortak çalışma alanı oluşturma
konusunda düşünceleriniz nelerdir?
Bianet, 12.08.2013
|
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ KOLEKSİYONU SSM'DE
SERGİLENECEK

İstanbul
Üniversitesi’nin çok konuşulan ama pek bilinmeyen
özel bir resim koleksiyonuvar. Yüzlerce eserin
bulunduğu koleksiyonun önemli bir bölümünü Feyhaman
Duranve Selim Turan’ın yapıtları oluşturuyor.
Şimdiye dek sadece meraklıları tarafındangörülen bu
büyük koleksiyon yakında Sakıp Sabancı Müzesi’nde
sergilenecek.
İstanbul Üniversitesi’ne (İÜ) ait Feyhaman Duran
(1886–1970) ve Selim Turan (1915-1994)
koleksiyonlarının 2013 - 2014 döneminde Sakıp
Sabancı Müzesi’nde (SSM) sergilenmesi planlanıyor.
Normalde İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası’nın
üst katında sergilenen koleksiyon, 148 yıllık binada
geçtiğimiz aylarda başlayan restorasyon çalışmaları
sebebiyle, Sakıp Sabancı Müzesi’nde korumaya alındı.
Üniversite koleksiyonundaki Feyhaman Duran ve
Selim Turan yapıtlarının Sabancı Üniversitesi
bünyesindeki Sakıp Sabancı Müzesi’ne nakledilmesi
için iki üniversite arasında protokol imzalandı.
Protokol gereğince eserler; sayım ve devir teslim
işlemlerinin ardından sigortalanıp, sanat eserleri
taşınması konusunda uzmanlaşmış ekiplerce
paketlenerek Sakıp Sabancı Müzesi’ne nakledildi.
Koleksiyonun, İÜ Rektörlük Binası’nda olduğu gibi
Sakıp Sabancı Müzesi çatısı altında da her türlü
iklimlendirme ve güvenlik koşulları içinde
korunmaları sağlanıyor.
İÜ Rektörlük Binası’ndaki restorasyon
çalışmaları tamamlandıktan sonra geri dönecek
eserlerin; bu süre içinde 2013 - 2014 döneminde
Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenmesi bekleniyor.
SSM’den herhangi bir açıklama alamadık ama İÜ
Rektörü Prof.Dr. Yunus Söylet, konuyla ilgili
yazılı bir bilgilendirme yaptı.
“İstanbul Üniversitesi binalarının yenilemesi
ve restorasyonu ile İstanbul Üniversitesi’ne ait
tarihi eserlerin toplumla buluşturulması
niyetlerinin bir arada yaşam bulduğu İÜ Feyhaman
Duran ve Selim Turan koleksiyonlarının Sakıp Sabancı
Müzesi’nde sergilenmesi projesi; iki üniversite
arasında ortak ve örnek bir çalışma olacak.” diyen
Söylet; konuyu şöyle detaylandırdı: “İstanbul
Üniversitesi Rektörlük Binasını İl Özel İdaresi’nin
desteği ile restore ediyoruz. İÜ Feyhaman Duran ve
Selim Turan koleksiyonları Rektörlük Bina’mızın 3.
katında sergileniyordu. Restorasyon çalışmaları
yaklaşık 2 yıl süreceği için bu çok değerli ve bize
emanet edilen koleksiyonların zarar görmemesi ve
restorasyon boyunca sanat severlerden uzak kalmaması
amacıyla Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi
ile bir protokol imzaladık. Bütün eserler; konusunda
uzman öğretim üyelerimiz tarafından tek tek sayıldı,
fotoğraflandı, görüntülendi. Hepsinin envanter
kayıtları çıkartıldı. Daha sonra bu eserlerin
sigortası yapılarak, yine konusunda uzman ekiplerce
müzeye nakledilmesi sağlandı. Üniversitemize ait
olsa da dünya mirası olan bu eserler Sakıp Sabancı
Müzesi’nde sanat severlerle kısa bir zaman sonra
buluşacak. İÜ Feyhaman Duran ve Selim Turan
koleksiyonları sergisinin açılışını birlikte
yapacağız.”
FEYHAMAN DURAN EVİ
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin yanı
başında kırmızı aşı boyalı küçük ve ahşap bir yapı
var: Feyhaman Duran Kültür ve Sanatevi. Ressam
Feyhaman Duran ve eşi Güzin Duran’ın 1969 yılında
İstanbul Üniversitesi’ne bağışladıkları ev, 2001
Haziran ayından bu yana müze olarak hizmet veriyor.
Zaman, Haber: Jülide Güngör, 12.08.2013
|
|
TOPKAPI'NIN
SELSEBİLİ AKIYOR
Kültür ve Turizm
Bakanlığı sosyal medyadan duyurularına devam ediyor.
Müze ve ören yerleri ile ilgili son gelişmeleri
Facebook ve Twitter hesaplarından duyuran Bakanlık
Topkapı Sarayı’ndaki son gelişmeyi şöyle aktardı:
“Topkapı Sarayı Müzesi III. Murad Has Odası’nın selsebili suya kavuştu.
20 yıldır suyu akmayan selsebil şuanda akıyor ve ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.”
Turizm Habercisi,
12.08.2013
|
VANDAL TAHRİBATINI UNESCO ONARACAK

Tarihi Sümela
Manastırı’nın duvarlarında bazıları bin 700 yaşında
olan fresklerin tahrip edilmesiyle ortaya çıkan
üzücü görüntüyü UNESCO ortadan kaldıracak.
Trabzon’un tarihi değerlerinin başında gelen
Sümela Manastırı’nda vahşice tahrip edilen freskleri
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü
(UNESCO) restore edecek. Eşsiz freskler, burayı
kutsal kabul eden Rus, Yunan ve Gürcüler dahil yerli
ve yabancı vandallarca yılarca tahrip edildi.
DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİNDE
Sarp kayalar arasına inşa edilen manastırda
fresklerin üzerindeki yazılardan bazılarının bin 700
yıllık olduğu anlaşıldı. Trabzon Kültür ve Turizm İl
Müdürü İsmail Kansız, “Vandalların dili, dini, ırkı
yok, her milletten insan freskleri acımasızca
kazımış” dedi. Fresklerin orijinaline uygun
yapılması için Hıristiyan din alimlerine danışıldı.
Sümela ‘kültürel miras’ olduğu için restorasyon için
gerekli kaynak, UNESCO’nun, kültürel ve doğal mirası
korumak için oluşturduğu ‘Dünya Mirası Fonu’ndan
sağlanacak.
HIRİSTİYANLIĞIN ÖZETİ GİBİ
MS 375’te çizilen fresklerde Adem ile Havva’nın
yaratılışı, yasak meyveyi yemeleri, cennetten
kovulma, yeniden dirilme, İsa ve Meryem’in doğuşu ve
mabede sunuluşu ve havariler resmediliyor.

Akşam, 12.08.2013
|
MONA LİSA'YA SANSÜR

Rönesans döneminin en önemli
eserlerinden biri olan Mona Lisa’yı tanımayan,
bilmeyen neredeyse yok gibidir.
La Gioconda veya La Joconde isimleriyle de
bilinen ve 16. yüzyılın başlarında Leonardo Da Vinci
tarafından resmedilen yağlıboya çalışma Paris’teki
Louvre Müzesi’nde Francesco del Giocondo’nun karısı,
Lisa Gherardini Portresi başlığı altında
sergileniyor.
19. yüzyılla birlikte çalışma önem kazanmış ve
tablodaki kadının gülümsemesi, duruşu, bakışı,
oturuşu, ellerinin konumu ve tablonun arkaplanına
sürekli farklı anlamlar yüklenip semboller olarak
değerlendirilmeye başlanmıştır. Günümüzde hala
sırları olduğu düşünülen tablo üzerinde sembollerle
ilgili çalışmalar gerçekleştirilmektedir.
Popüler kültür içinde birçok kez işlenen Mona
Lisa 1797 yılından günümüze kadar sergilendiği
Louvre müzesinden defalarca kez çalınmak istendi.
1956 yılında ise tablo 2 kez saldırıya uğradı.
Asit atılmasının ardından Ugo Ungaza Villegas adlı
bir gencin taş atmasıyla hasar gören tablo
restorasyon ekibi tarafından tamir edildi. Tablo
bugün kurşun geçirmez bir cam içinde sergileniyor.
Her yıl Louvre müzesini ziyaret eden 6 milyon
kişinin yarısı, yani 3 milyon ziyaretçi sadece Mona
Lisa için bu ziyareti gerçekleştiriyor.
2013 yılında her yıl 3 milyon kişinin görmek için
kilometrelerce yol kat ettiği Mona Lisa’nın başına
Türkiye’de öyle bir şey geldi ki, bu kadar da olmaz
dedirtti.
Hükümete yakınlığıyla ve yaptığı yandaş
yayınlarla bilinen haber7.com adlı internet haber
sitesi tablo ile ilgili bir haber için kullandığı
manşet görselinde bir skandala imza attı.
Site, Mona Lisa’nın ‘göğüs çatalı’nı
bulanıklaştırıp 500 yıllık bu sanat eserini
sansürleyerek ilginç bir sanat vandalizmi örneği
oluşturdu.
Bu sansür internette “Leonardo da Vinci mezarında
bir tur attı”, “Dervişin fikri neyse zikri de odur”,
“Boynunu flulamayı unutmuşsunuz, tahrik oldum” gibi
tepkiler aldı.
Sözcü, Fotoğraf: Akış
Medya, 11.08.2013
|
ŞEHİTLİK ÜZERİNE TARLA KURULMUŞ

Çanakkale Kara Savaşları’nın meydana geldiği
Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’nda,
unutulmaya yüz tutmuş ve hatta üzerine buğday, arpa,
ayçiçeği ekilmiş, zeytin ve fıstık çamı dikilmiş,
şehitlerin gerçek mezarları 98 yıl sonra ortaya
çıkarılıyor.
Radarla sınır çizildi
Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park Müdürlüğü,
Şevki Paşa tarafından 1916 yılında hazırlanan 1/5
bin ölçekli Çanakkale Tahkimat Haritası’nda yerleri
belirtilen 25 gerçek şehitlik için yıllar sonra
harekete geçti. Şevki Paşa haritasının yanı sıra
Milli Park Müdürlüğü tarih danışmanları ve bölgenin
yaşlı bilirkişilerden oluşan bir heyetle arazide
şehitliklerin yerleri belirlendi, radar taramasıyla
da sınırları çizildi. Yüzey temizleme çalışmaları
yapıldı. Bazı şehitlik alanlarında mezar taşlarına
ait bulgular ile şehit kemikleri tespit edildi.
Mehmetçiğin kanları ve canları pahasına vatanını
savunarak yazdığı Çanakkale Destanı’nın üzerinden 98
yıl geçtikten sonra yerleri tespit edilen 25
şehitlikten 13’ü şahıs, 12’si ise Hazine
arazilerinde çıktı. Tarım arazisi olarak kullanılan
şahıs arazilerindeki şehitliklerin üzerine yıllardır
buğday, arpa ve ayçiçeği ekildiği, bazı
şehitliklerin zeytinliğe, bazılarının da çam
ormanına dönüştüğü gerçeği ortaya çıktı.
Varislerin listesi istendi
Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park Müdürü Ozan
Hacıalioğlu, altında şehitlik bulunan şahıs
arazilerinin kullanımını önlemek ve kamulaştırmasını
yapmak için hemen harekete geçtiklerini, ilk olarak
tapu ve nüfus müdürlüklerine yazı yazarak ilgili
parsellerin tapu örnekleri ile varislerinin
listesini istediklerini söyledi.
Milliyet, 11.08.2013
|
KRAL MEZARLARINDA ÜÇ BOYUTLU ÇALIŞMA
Urartu Krallığı'nın başkenti
Van Kalesi'ndeki kral mezarlarının, lazer ve son
teknoloji cihazlar kullanılarak ilk kez üç boyutlu
modelleri çıkarılıyor.
Urartulara "Tuşba" adıyla uzun yıllar başkentlik
yapan
Van'da bulunan tarihi eserlerin turizme
kazandırılması için başlatılan çalışmalar devam
ediyor.
Eski
Van şehri ve
Van Kalesi höyüğündeki kazı çalışmaları
sürerken, Urartu dönemine ait en önemli eserlerden
biri olan Urartu krallarına ait kaya mezarların
ayrıntılı planları ve üç boyutlu modelleri
çıkarılıyor.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü
Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, kaya mezarlarında ilk kez böyle bir
çalışmanın yapıldığını söyledi.
Van Kalesi'ndeki kral mezarlarının, Urartu
mimarlarının ne kadar başarılı olduğunun ıspatı
niteliğinde olduğunu vurgulayan Konyar, şöyle
konuştu:
"Eski
Van Şehri ve höyük alanındaki kazıların yanında
bir diğer çalışmamız da stadel alanı. Burada Urartu
krallarına ait anıtsal ölçekte kaya mezarları var.
Bu mezarlar, Urartu mimarlarının birinci bin yılın
en büyük mimarları olduğunu gösteren örnekler.
Burada 200 metrekareye varan ölçülerde, ana kayanın
işlenmesiyle oluşan mezar evlerinin, kral
mezarlarını oluşturdukarını görüyoruz. Bu kapsamda
alanda belgeleme çalışmalarını yapıyoruz. Bu
bilimsel anlamda çok önemli bir çalışma. Topograf,
mimar ve iç mimarlardan oluşan bir ekiple üç boyutlu
totalstation araçları kullanarak çalışmaları
yürütüyoruz."
Kaya mezarlarında ilk kez ayrıntılı planların ve
üç boyutlu modellerinin ortaya çıkarıldığına dikkati
çeken Konyar, bu çalışmanın Urartu sanat eserlerinin
tanıtılması ve bilimsel anlamda değerlendirilmesi
açısından önemli bir çalışma olduğunu kaydetti.
Konyar, bir ay sürecek çalışmanın ardından Urartu
kaya mezarları ile kaledeki "analı kız" olarak tabir
edilen bölümlerin üç boyutlu modellerinin elde
edileceğini sözlerine ekledi.
haberler.com, Haber: Cemal Aşan, 11.08.2013
|
TRİPOLİS'TE BİN 500 YILLIK KİLİSE ORTAYA ÇIKARILDI
Denizli'nin
Buldan İlçesi'ndeki Tripolis
antik kentinde çatı
seviyesine kadar iyi korunmuş şekilde bulunan bin
500 yıllık kilise, üstü ahşap malzemeyle orijinaline
yakın kaplandıktan sonra yıl sonunda ziyarete
açılacak.
Hellenistik dönemde Frigya, Karya ve Lidya
üçgeninin kesişim noktasında bulunan Lidya kenti
Tripolis'teki arkeolojik kazılar, iki yıldır
Pamukkale Üniversitesi tarafından sürdürülüyor.
Erken
Roma döneminde surlarla çevrilen ve bir yamaç
kenti olan Tripolis'te, geçen yıl toprak altındaki
yapıları tespit etmek amacıyla yapılan jeoradar
çalışmasında kemerlerine kadar sağlam kalmış kapalı
pazar yeri, pazar yerinin yanındaki kazılarda ise
çatı seviyesine kadar sağlam kalmış kilise tespit
edildi.
Toprak altında kalması dolayısıyla iyi korunmuş
halde bulunan kilisenin içindeki toprak temizlendi.
Çatısının ahşap malzemeyle orijinaline uygun şekilde
örtüleceği kilisenin sezon sonunda ziyarete
açılacağı bildirildi.
Tripolis Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Bahadır Duman, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, antik kentteki ilk yerleşim izlerinin MÖ 3. yüzyıla dayandığını,
Hellenistik döneme kadar
gittiğini söyledi.
Bu antik kentte iki yıldır kazı çalışmalarını
devam ettirdiklerini ifade eden Duman, sözlerini
şöyle sürdürdü:
"2013 yılı kazı sezonunda en önemli
buluntularımızdan biri, erken Bizans dönemine
tarihlenen kilise. Elde ettiğimiz arkeolojik
buluntular doğrultusunda bu kilise MS 6. yüzyıla
tarihleniyor. Ancak kilisenin duvarlarında yer alan
fresklerden, ikonalardan 10. yüzyıla kadar burada
ibadetin sürekli olarak da devam ettiğini söylememiz
mümkün. Ortaya çıkarttığımız kilise, 21x5 metre
ölçülerinde, 7 metre kadar yüksekliğinde çatı
seviyesine kadar korunmuş bir yapıda. Bu kilisenin
yapımında bölgenin yerel taşı kullanılmış, traverten
ağırlıklı olmak üzere. Taban döşemesi mermer ve
traverten karışık yapılmış. Narteks, naos ve atrium
bölümlerinden, yani üç bölümden oluşan bir kilise.
Kilisenin şu anda restorasyonu ile uğraşmaktayız. Bu
sezon sonunda ahşaptan üst örtüsünü de orijinaline
yakın bir şekilde yaparak kiliseyi ziyarete açmayı
düşünüyoruz."
Duman, kilisenin çatıya kadar orijinal bir
şekilde kaldığına işaret ederek, "Antik dönemde çatı
genelde ahşaptan olduğu için doğa koşullarında,
erozyona, depreme karşı korumasız kalmış,
dolayısıyla çökmüş, Ama biz bunun restorasyonunu
tamamlayıp orijinaline en yakın biçimde bu sezon
ayağa kaldıracağız ve ziyarete açacağız. Kilisenin
bir başka önemi, yaklaşık 400 yıl boyunca sürekli
ibadet edilmiş, 6. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar
sürekli ibadet görmüş bir kilise. Yine bu bölgede
ortaya çıkan diğer kiliselerle karşılaştırdığımız
zaman ebat anlamında küçük bir kilise ancak
korunabilirlik anlamında ön plana çıkan bir kilise"
dedi.
Kiliselerin duvarlarında Hz. İsa, Hz. Meryem ya
da 12 havariye ait çeşitli betimlemeler olduğunu
hatırlatan Duman, "İkona dediğimiz Hristiyanlıkta
özellikle MS 8 ve 9. yüzyılda ikonaklazm dediğimiz
bir dönem var, resim kazıyıcılığı. Bu yapı 10.
yüzyılda yapılan fresklerden oluşmakta. O ikonaklazm
döneminden sonra yapılmış resimlerden oluşmakta.
Duvarlarında çeşitli figürler var. Tripolis'te
bulunan fresklerde de yine aziz betimlemeleri yer
almakta. İki yan yana duran aziz betimlemesi var,
ellerinde rulolarla betimlenmiş" diye konuştu.
Tripolis'teki kilisenin önemli bir güzergahta
bulunduğunu dile getiren Duman, şu bilgileri verdi:
"Kuzeybatıda
Manisa
Alaşehir'deki
Philadelphia Antik Kenti bulunmakta ve İncil'de
adı geçen 7 kiliseden biri. Yine 40 kilometre
güneyimizde İncil'de adı geçen 7 kiliseden biri de
Laodikya'da bulunmakta. Dolayısıyla
Hac güzergahında olan bir kent Tripolis, bu iki
kutsal kentin arasında yer alıyor. Burada biz şu ana
kadar 2 yıllık süreçte 4 kilise tespit ettik. Bu
kilise sadece bunlardan biri.
Hac güzergahında olduğu için
Hacılar bu 7 kiliseyi gezerken, burayı da
ziyaret edeceklerdir."
haberler.com, Haber: Mustafa Dermencioğlu,
11.08.2013
|
SİT ALANINA YAPILACAK PİST İNŞAATI DURDURULDU

Selçuk- Efes Havalanı'na ikinci pistle, çelik
konstrüksiyonlardan hangar ve depo inşaatı
İzmir 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu tarafından durduruldu. Konunun basında yer
almasından sonra yapılan çalışmaları yerinde
inceleyen Selçuk Müzesi yetkilileri raporlarını
Koruma Kurulu'na iletti.
Müze Müdürlüğü'nün raporlarını değerlendiren Kurul,
inşaatların Efes Antik Kenti birinci derece
arkeolojik SİT alanı içinde kaldığını belirterek,
konunun Kurul'da görüşülüp karara bağlanıncaya kadar
hiçbir fiziki müdahalede bulunulmaması uyarısı
yaptı. Kurul ayrıca sorumlular hakkında yasal işlem
yapılmasını istedi.
'İVEDİ' YAZI GÖNDERİLDİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı , Kültür Varlıkları
ve Müzeler Müdürlüğü İzmir 2 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu adına Müdür Vekili Osman
Arslan imzasıyla İzmir Valiliği, Selçuk Kaymakamlığı
ve Belediye Başkanlığı ile İzmir Büyükşehir
Belediyesi'ne gönderilen 'ivedi' ibareli yazıda,
Efes Müze Müdürlüğü yetkililerinin konuyla ilgili
yaptıkları incelemeye dikkat çekilerek şöyle
denildi:
"Efes Antik Kenti birinci derece arkeolojik sit
alanı içinde kalan 30 N1 Pafta 8927 parselde kayıtlı
THK (Türk Hava Kurumu) tarafından işletilen Efes
Havaalanı'yla ilgili çıkan
haberler üzerine Efes Müzesi uzmanlarınca
yerinde yapılan incelemede, kullanılan mevcut pistin
güney yanına ikinci apronla acil servis yolu yapmak
için çalışmalar yapıldığı ve apron çalışmalarına ek
olarak havaalanı içerisinde kontrol kulesi ve hizmet
binalarının bulunduğu alanda, çelik konstrüksiyonla
iskeleti tamamlanmış çalışmaları devam eden ek
hizmet binası inşaatı tespit edilmiştir. Hazırlanan
rapor ve ekleri iletilerek konunun öncelikli olarak
gündeme alınıp, Koruma Kurulu'nda değerlendirilmesi
istenmiştir. Yazıda THK'ya ait havaalanı içinde
büyük kepçeler ve beton karma makineleriyle yasal
olmayan inşaatlar yapıldığı belirtilerek, gerekli
işlemlerin yapılması ve söz konusu izinsiz yapıların
yıktırılmasının istendiği başvuru incelenmiştir.
Konu İzmir 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu'nda değerlendirilmek üzere ilk toplantı
gündemine alınacak olup, konuyla ilgili kurul
değerlendirilmesi sonuçlanıncaya kadar, anılan
alanda hiçbir fiziki müdahalede bulunulmaması ve
2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kanunu'na aykırı uygulamaların durdurularak, yasal
mevzuat doğrultusunda sorumlular hakkında gereğinin
yapılması hususunda gereğini rica ederim."
THK: SİT ALANINA ZARAR VERİLMİYOR
Türk Hava Kurumu Basın Merkezi'nden yapılan
açıklamada ise, çalışmaların sit alanına zarar
vermediği öne sürüldü. Açıklamada, "Türk Hava Kurumu
Selçuk Meydanı'nda yapılan çalışma, bölgede görev
yapan yangın söndürme uçaklarının güvenli iniş
kalkışlarını sürdürmeye yönelik bir çalışmadır. Bu
çalışma esnasında sit alanına hehangi bir zarar
verilmemektedir. Kurumumuz bölgenin yüksek yangın
riski taşımasından dolayı bu faaliyeti tamamen bölge
güvenliği gözeterek gerçekleştirmektedir" denildi.
Radikal, Haber: Latif Sansür/DHA, 11.08.2013
|
KOSOVA'DA BİR OSMANLI ESERİ DAHA İHYA EDİLDİ

Bursa Büyükşehir Belediyesi, İstanbul'dan 64 yıl
önce fethedilen Kosova'nın Kaçanik kentinde 1594
yılında yaptırılan Sinan Paşa Camii'ni restore
ettirerek ilk günkü orijinalliği ile yeniden ibadete
açtı.
Bursa'dan yola çıkan 1. Murat Hüdavendigar
tarafından 1389 yılında fethedilen Kosova'nın
Kaçanik bölgesinde Osmanlı padişahlarından 3. Murat
ve 3. Mehmet´in sadrazamı Sinan Paşa tarafından 1594
yılında yaptırılan ve zamanla orijinalliğini
kaybeden tarihi Sinan Paşa Camii, Büyükşehir
Belediyesi'nin girişimleriyle ilk gün ki görünümüne
yeniden kavuştu. Projeye Bursalı hayırsever
işadamları Ali Yedikardeş ve İbrahim Alagöz da
destek verdi.
Kaçanik'in hemen girişinde ilk günkü orijinalliği
ile yerini alan tarihi caminin açılış törenine
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe'nin yanı
sıra, Kosova Kamu Yönetimi Bakanı Mahir Yağcılar,
Türkiye'nin Kosova Büyükelçisi Şengül Ozan, Bursa
Milletvekili Tülin Erkal Kara, Osmangazi Belediye
Başkanı Mustafa Dündar, Üsküp Çayır Belediye Başkanı
İzzet Meciti, Kaçanik Belediye Başkanı Besim İlazi,
Kosova Müftü Vekili Dr. Fahrush Recebi, Kaçanik
İslam Birliği Meclis Başkanı Florim Neziraj ile
Bursa, Kosova ve Üsküp'ten gelen çok sayıda davetli
katıldı.
Bölgedeki önemli bir beklentiyi daha yerine
getirdiklerini dile getiren Büyükşehir Belediye
Başkanı Recep Altepe, ilk olarak 9 yıl önce
Kosova'daki 1. Murat Hüdavendigar'ı anma törenlerine
giderken tarihi camiyi gördüğünü söyledi. Başkan
Altepe, Kaçanik'teki bir yıl önce başlattıkları
restorasyon çalışmasını tamamlamanın mutluluğunu
yaşadıklarını kaydetti.
Sultan Murat Hüdavendigar'ın bundan 624 yıl önce
Kosova başta olmak üzere Balkanlar'a medeniyeti ve
adaletli yönetimi getirdiğini hatırlatan Başkan
Altepe, "Biz de ecdadımızın izinden gidiyoruz.
Onların bıraktığı emanetleri yeniden ayağa
kaldırıyoruz. Kosovalı ve Kaçanikli yöneticilerin
tek talebi, bölgelerinde bulunan tarihi eserlerin
Osmanlı'nın gerçek sahibi uzman eller tarafından
restore edilmesiydi. Biz de Büyükşehir Belediyesi
olarak, Bursalı hayırsever işadamlarımızın
desteğiyle çalışmaları hemen başlattık ve bir yıl
gibi kısa bir sürede de restorasyonu tamamladık.
1940'lı yıllarda ahır olarak kullanılan ve acil
bakıma ihtiyacı olan tarihi cami avlusu ve çevre
düzenlemesi ile Kosova için, kültürümüz için hayırlı
olsun" dedi.
BU MİRASI KORUMAK ECDADA BORCUMUZ
Türkiye'nin Kosova Büyükelçisi Şengül Ozan da
Balkanlar'ın neresine gidilirse gidilsin şehirlerin
en güzel noktalarının camilerle süslü olduğunu
kaydetti.
Ecdadın emaneti olan Osmanlı Türk mirasını korumanın
ecdada olan bir borç olduğunu dile getiren Ozan,
"419 yıllık yorgunluğundan arınan Sinan Paşa Camii,
çok nadide bir eser haline geldi. Bu eserlere sahip
çıkmak ve onların tahrip olmasını önlemek bizim için
önemli bir görev. Bursa'nın Osmanlı-Türk mirasına
sağladığı bu katkının çok değerli olduğunu
düşünüyorum. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe, hayırsever işadamları ve bürokratik
işlemleri kolaylaştıran Kosova makamlarına teşekkür
ediyorum" diye konuştu.
Kosova Kamu Yönetimi Bakanı Mahir Yağcılar da ecdat
emaneti bu değerli eseri yeniden ihya eden Başkan
Altepe ve katkı koyan herkese teşekkür etti.
Kosova Müftü Yardımcısı Fahrush Recebi, Kaçanik
İslam Birliği Meclis Başkanı Florim Neziraj ve
Kaçanik Belediye Başkanı Besim İlazi de katkıları
nedeniyle teşekkür ettikleri Başkan Altepe ve emeği
geçenlere plaket verdi.
Başkan Altepe ve protokol üyelerinin kurdeleyi
kesmesiyle yeniden ibadete açılan tarihi Koca Sinan
Paşa Camii, öğle namazıyla birlikte yeniden cemaate
ev sahipliği yapmaya başladı.
Sabah, 11.08.2013
|
10 MİLYON YILLIK BALİNA FOSİLİ

Çanakkale'deki müze,
10 bin yıllık balina fosili ve sergilenen diğer
unsurlarla yerli ve yabancı turistlerin ilgisini
çekiyor. Dünyanın dört bir yanından ziyaretçiler,
üniversiteye ait müzeyi internet ortamında geziyor.
ÇOMÜ Mühendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr.
Çalık:
"Müzemizde sergilenen ve yüzgeç kısmı olan kol
kemiğine ait olduğu düşünülen balina fosili örneği,
Türkiye 'de ilk olma özelliğine sahip"
Ege Denizi'nde, yaklaşık iki yıl önce Saros
Körfezi Doğal Hayatı Koruma ve Amatör Olta
Balıkçıları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
(SAODER) Başkanı İsmail Gürlen tarafından tesadüfen
bulunan ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
(ÇOMÜ) Yer Bilimleri Müzesi'nde sergilenen
10 milyon yıllık balina fosili, ziyaretçilerden ilgi
görüyor.
ÇOMÜ Mühendislik Fakültesi Jeoloji Mühendisliği
Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ayten Çalık,
fosilin, bulunmasının ardından Paleontolog Yrd.
Doç.Dr. Sevinç Kapan Yeşilyurt'a verilip müze
envanterine dahil edildiğini söyledi.
Daha sonra tanımlanmak üzere Ege Üniversitesi
Tabiat Tarihi Araştırma Merkezi ve Doğa Tarihi
Müzesi Müdürlüğüne gönderilerek, Müze Müdürü
Paleontolog Prof.Dr. Tanju Kaya ve ekibince
incelenen fosilin, günümüzde yaşamayan
"cetotheriidae" familyasından 6-8 metre boyundaki
balenli cinsi balina türüne ait olduğunun
belirlendiğini dile getiren Çalık, şöyle konuştu:
"Çanakkale Boğazı'nın her iki yakasında 1960'lı
yıllarda yapılan çalışmalar sırasında Doğa Tarihi
Müzesi Kurucusu Prof.Dr. Fikret Ozansoy tarafından
balina bulguları rapor edilmiş ancak herhangi bir
fosil örneğine rastlanmamıştır. Müzemizde sergilenen
ve yüzgeç kısmı olan kol kemiğine ait olduğu
düşünülen balina fosili örneği, Türkiye 'de ilk olma
özelliğine sahip. Böylesine önemli bir tarihi
bulgunun üniversitemizde sergilenmesinden dolayı çok
mutluyuz. Her geçen gün gelişen koleksiyonuyla
adından söz ettiren müzemizin, Uluslararası Mineral
Birliği (IMA) Müze Komisyonuna üye olan Türkiye
'deki ilk ve tek müze olma özelliği de
bulunmaktadır. Amacımız, ÇOMÜ Yer Bilimleri
Müzesi'nin, gelişen koleksiyonu, fiziksel mekanı ve
sanal müzesiyle dünya literatürüne katkı sunan
örneklerin sergilendiği bir müze haline gelmesini
sağlamak ve burasını ÇOMÜ'ye ve Çanakkale'ye bir
değer olarak kazandırmaktır."
EN FAZLA İLGİ BALİNA FOSİLİNE
Ziyaretçilerin, müzenin bölümlerini dikkatle
incelediği ve en fazla ilgiyi balina fosiline
gösterdiği bilgisini veren Çalık,
"http://ybm.comu.edu.tr" internet adresindeki sanal
müze gezintisi sayesinde de dünyanın dört bir
yanından takipçileri bulunduğunu sözlerine ekledi.
Akşam, 11.08.2013
|
TAKSİM KIŞLASI YERİNE YA TAKSİM MODERN OLSAYDI?

Taksim
yayalaştırma projesi, zamanında tasarlanan durağan
şehrin tam aksine 14 milyonu barındıran ve yüksek
seviyelerde dinamizm gösteren bir metropoliten
alanın, giderek değişen anlayışının dışavurumudur.
Bu metropol ki ülke nüfusunun nerede ise
%20’sine, Tekirdağ’dan Sakarya’ya kadar olan
uzantısındaki ekonomisi ise ülke ekonomisinin nerede
ise % 40’ına ev sahipliği yapmaktadır. Bu metropol
Türkiye’yi 21’inci yy’a taşıyacaktır. Toplu taşıma
ve yayalaştırmaların yoğun olarak kullanıldığı,
artık otomobilin ve karayolunun giderek sorun
yarattığını teslim eden anlayış İstanbul’da
hakimdir. Taksim Meydanı’nın mevcut durumundaki
cılız yaya alanının değişik güzergahlarda seyreden
trafik tarafından kesiliyor olması, daha önemlisi
çevresindeki aktivite çeşitliğinin azlığı, yaya
yoğunluğunun ağırlık merkezinin İstiklal Caddesi’nde
toplanıyor olmasına neden olmaktadır.
Güzergahın her iki ucundaki girişlerden ciddi
yoğunlukta, güzergahı boyunca tali yaya girişlerine
maruz kalan İstiklal Caddesi, her iki yanında sınır
etkisi yapan kısıtlar nedeni ile kimi kesitlerinde
binlere varan yayayı barındırmak durumunda
kalmıştır. Aşırı yoğunluk nedeni ile alanın
alışveriş, dinlence ve eğlence mekanı özellikleri
giderek erimeye başlamış, alanın kalitesi de son
yıllarda giderek bozulmaya yüz tutmuştur; diğer
yandan, giderek “dejenere” olmasını hızlandırıcı
yatırımlar ise bütün haşmeti ile İstanbul’un değişik
noktalarında devam etmektedir. Nitekim İstiklal
Caddesi’ne mahsus önemli mağazalar artık yeni açılan
üst düzey alışveriş merkezlerine doğru, merkez
faaliyetlerine paralel bir şekilde kaymıştır.
Taksim, yakın gelecekte İstanbul’un önemli toplu
taşıma merkezlerinden birisi olacaktır. Raylı sistem
yatırımları giderek bir bütünün parçaları olarak
birleşmekte ve İstanbul’u kucaklamaktadır. Bugün 300
binler civarında yolcu talebi ile Taksim’e de hizmet
veren M2 metro hattı, yakın zaman sonra Haliç’i
aşarak Avrupa’nın en büyük transfer istasyonu olan
Yenikapı ile birleşecektir. Günlük yolcu talebi
giderek 500-600 binlere doğru yükselecek M2 metro
hattı, İstanbul’un bu zamana kadar birbirinden
bağımsız olan parçalarını da birleştirecektir (kopuk
parçalar hipotezi Şehir Üniversitesi’nden Prof.Dr.
Murat Güvenç’e aittir).
Şişhane ve Taksim istasyonları arasında sıkışan
İstiklal Caddesi’nin bir de yakın gelecek açısından
ele alınması gerekmektedir. İstiklal Caddesi’ni
dengeleyici bir aktivite merkezine ihtiyaç vardır.
Bu yönde yapılabilecek en iyi müdahalelerden birisi
alanın kuzeyine yapılacak aktivite merkezidir. Ha bu
Taksim Kışlası olmuş ha Taksim Modern olmuş fark
etmez. Gerçekten de tek çözüm ileride İstanbul’un
önemli (raylı) toplu taşıma odaklarından olan Taksim
Meydanı çevresi ile birlikte geliştirilmesidir. Zira
İstiklal Caddesi’ne olan yaya girişlerinin önemli
bir kısmı buradan yapılmaktadır. Yayaların önemli
bir kısmının burada tutularak, dahası dağıtılarak,
İstiklal Caddesi’nin eski günlerine dönmesinin önü
açılabilir. Sade bir yayalaştırma bu hedefi
gerçekleştirmek için yetersiz, hatta zararlıdır.
Zira daha fazla yaya devasa alanda toplanmayacak,
tünel etkisi ile İstiklal Caddesi’ne yönelecektir.
Alandaki mevcut kullanımlar değerlendirildiğinde
yayaları burada tutacak aktiviteler mevcut değildir.
Birkaç cefe ve bistronun, Dolapdere tarafındaki
cılız yayalaştırılmış alanı, tek tip kullanımın öne
çıkması nedeni ile yetersizdir. Taksim Kışlası tam
da bu noktada alana anlam katmaktadır.
Sosyo-kültürel, eğlence ve dinlence aktiviteleri
donatılmış bir Taksim Kışlası, daha önce kendine yer
arayan STK’lara, vakıflara, yer sıkıntısı çeken
tiyatrolara, atölyelere, sanat galerilerine ve daha
birçok benzer aktiviteye, kahve ve çayhanelere ev
sahipliği yaparak alanın, İstiklal Caddesi’ni
dengeleyecek ve rahatlatacak, tekrar canlanmasına
katkı sağlayacaktır.
İstanbul’un gelecekteki gelişimi düşünülünce,
Taksim yayalaştırılmasının en zayıf halkasını
trafiğin alta alınması oluşturmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin en büyük şehir içi raylı
sistemlerinin inşa edildiği İstanbul’da temel amaç
halkımızı toplu taşıma ile taşımaktır. Buna karşın
alt geçitler maalesef inşa edilmiştir. Bu durumu
avantaja çevirebilmek ya da trafiği kontrol
edebilmek amacı ile yaya alanı altından geçiş
yapacak olan araçlardan trafik sıkışıklığı harcı
alınması yerinde olur. İstanbul’un muadili
olabilecek Londra’da 2003 yılında uygulanmaya
başlanan trafik sıkışıklığı harç uygulaması bu
zamana kadar başarı ile yürütülmüştür; teknolojisi
ve uygulama yöntemleri hazır test edilmiş ve
kabullenilmiştir. İkili amacımız olmalıdır: bir
yandan iyileştirilmiş toplu taşıma ile daha fazla
yolcu taşınması, diğer yandan da özel araç
trafiğinin azaltılması. Diğer yandan İstiklal
Caddesi boyunca hizmet veren nostaljik tramvayın
gereksiz uzatıldığını görmekteyiz. Oysa kışla
içinden geçerek kongre merkezi-askeri müzeye kadar
devam edebilmeli, park alanı ile de
bütünleşebilmelidir.
Aslında proje daha geniş çerçevede ele
alınmalıdır. İşgal kuvvetlerinin bayrak indirdiği
rıhtım bölgesinden, Dolmabahçe açık hava konser ve
aktivite alanı (İnönü Stadyumu bu bölge için
yarardan çok zarar getirecektir), Demokrasi Parkı,
Taşkışla, Taksim-Kongre Merkezi bağlantısı şeklinde
ele alınabilirse çok daha faydalı olur. Projenin
gidişatı da her bir etap sonunda yapılacak ciddi
değerlendirmeler ile revize edilerek ilerlerse
Olimpiyat şehrine en büyük iyiliği yapmış oluruz.
Zaman, Yazı: Doç.Dr. Metin Şenbil /
Arizona Eyalet
Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi, 11.08.2013
|
BAHARAT ÇARŞISINDA TEZGAH SAVAŞI ÇIKTI

Ekim ayında restorasyon çalışmalarına
başlanacak tarihi Mısır Çarşısı'nda esnafı tezgah
telaşı sardı. Çarşı esnafı, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nün baharat tezgahlarını dükkanların içine
alma projesine "Geleneksel görüntüyü bozar"
endişesiyle karşı çıkıyor. Mısır Çarşısı Esnafları
Derneği Başkanı Çetin Palancı, "Buranın özelliği
sunumunda yatıyor. Tezgahlar kalkarsa dükkanlar
daralacak, cirolar da düşecek. Turist çarşıda
baharat kokusu almak istiyor. Projenin iptali için
Vakıflar Genel Müdürlüğü ile görüşüyoruz" dedi.
Görüşmelerin iki ay içerisinde tamamlanacağını
açıklayan Palancı, teklifin kabul edilmemesi
durumunda tezgahların sokaktan kaldırılacağını
belirtti. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda
baharatların açıkta satışını yasaklayan bir tebliğ
yayımlanmıştı.
YÜZDE 70'İ AÇIKTA
Mısır Çarşısı'nda cironun yüzde 70'i açıkta sunumu
yapılan baharatlardan sağlanıyor. Geleneklere karşı
standartların devreye girdiği bu dönemde esnaf,
çarşının özelliğinin yok olacağını savunuyor.
Ramazandan önce Eminönü Gıda Tarım ve Hayvancılık
Müdürlüğü'nden uyarı alan esnaf, üzerinde çalıştığı
yeni yol haritasını çarşının restorasyonuna
yetiştirme telaşında.
'AVM'DEN FARKI KALMAZ'
Acar Baharat'ın mağaza sorumlusu
Bilal Taşdelen, çarşıdaki tezgahların içeri
alınmasıyla Mısır Çarşısı'nın AVM'den farkı
kalmayacağını söyledi. Çarşının standartlaştırılmak
istendiğini belirten Taşdelen, "Müşterilerin yüzde
90'ı turist. Kendi ülkelerinde zaten AVM'leri var.
Karar uygulanırsa neden buraya gelsinler ki"
şeklinde konuştu.
8 MİLYON TL'YE YAPILACAK
Çetin Palancı, 100 dükkana sahip Mısır
Çarşısı'nın restorasyon ihalesini Geta Genel
İnşaat'ın aldığını açıkladı. Palancı'nın verdiği
bilgiye göre ihalenin bedeli 8 milyon lira. Palancı,
"Restorasyonun 6 ayda bitmesi planlanıyor. İşe dış
cepheden başlanacak. Yerler tarihe uygun taş
döşenecek. Kalem işleri ise aslına uygun yapılacak"
dedi.
Sabah, Haber: Özge
Yavuz, 11.08.2013
|
SIRRI ÇÖZÜLDÜ

Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde asılı duran ve
2.30’u gösteren saatin şifresi çözüldü. Tarihçi
Aydın Ayhan, “O saat dakikaları değil yılları
gösteriyor” dedi.
Türkiye’nin Atatürk’ün hutbe okuduğu
cami olarak tanıdığı
Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nin çatısında asılı
saat merak uyandırıyor. 2.30’da durmuş olarak
görülen saatle ilgili resmi olarak bir bilgiye
rastlanmazken, tarihçi Aydın Ayhan saatin dakikaları
değil yılları gösterdiğini söyledi.
Tarihçi Ayhan, Zağnos Paşa
Camii’nin depremde yıkılma dönemine dikkat
çekti. Ayhan, şunları söyledi: “Balıkesir’de büyük
bir deprem oluyor ve
cami yıkılıyor. Kubbe tamamen çöküyor ve
duvarlar ayrılıyor. Tabii ki
caminin tekrar yapılması gerekiyor. O zaman
Balıkesir’in şansı olan Ömer Ali Bey diye bir
mutasarrıf var. Kendisi ilk etapta cebinden
yardımlarda bulunuyor ardından da Balıkesirlileri
topluyor. Paranın bulunması, inşaat için malzemenin
temin edilmesi gerekiyor. Ömer Ali Bey bu konuda
çalışma yapıyor.

Bu bina tekrar inşa ediliyor ve oraya bir saat
konuyor. Caminin tekrar yapılması 2 buçuk yılı
alıyor. Ömer Ali Bey’de ben bu camiyi 2 buçuk yılda
bitirdim diyerek o saati astırıyor. Yani inşaat 1901
yılı ortalarında başlamış ve 1904 yılında da bitmiş,
saatte bunu simgeliyor.” Saatin üzerindeki Osmanlıca
yazı ve rakamların dikkat çektiğini kaydeden Aydın
Ayhan, o tarihte Osmanlıca’nın hakim olduğunu
söyledi.
Habertürk, 11.08.2013
|
MONA LİSA SIRRI MEZAR AÇTIRDI

Sanat dünyasında tartışmalar yaratan tablo için
ipek tüccarı Francesco del Giocondo’nun aile
mezarlığında incelemeler yapılıyor. Sebebi ise Da
Vinci’nin tabloda ilham aldığı kişinin, tüccarın eşi
Lisa olduğu iddiası...
Leonardo
da Vinci’nin başyapıtlarından Mona Lisa’nın
sırrı aydınlanıyor... Bu sırrın aydınlanması için
önceki gün Floransa’da bulunan ipek tüccarı
Francesco del Giocondo’nun aile mezarlığı açıldı.
Mezarlığın açılmasının nedeni,
sanat tarihçilerinin 2005 yılından itibaren Mona
Lisa’nın ilham kaynağının Francesco del Giocondo’nun
karısı Lisa Gherardini olabileceğine
yoğunlaşmaları...
Araştırmalar bir yıl sürebilir
Hayatının son yıllarını Floransa yakınlarında bir
manastırda geçirdiği düşünülen, bir dönem Da
Vinci’nin komşusu olan Gherardini’ye ait olabilecek
üç iskelet geçen yıl İtalyan ulusal kültürel miras
komitesi başkanı Silvano Vincenti liderliğindeki
ekip tarafından bulundu. Bugünlerde Giocondo aile
mezarlığının açılması da, Gherardini’nin oğlunun
DNA’sına erişip bu üç iskeletten birinin Mona
Lisa’nın ilham kaynağına ait olup olmadığını anlamak
için atılan bir adım.
Eğer sanat tarihçileri DNA eşleşmesini
tamamlayabilirlerse, Lisa Gherardini’nin yüzü
bilgisayar modellemesiyle çizilebilecek ve
gülüşünden kaşlarına pek çok konuda tartışmalar
yaratan dünyanın en ünlü tablosunun sırrı
çözülebilecek. Ancak bu modelleme çalışmasının
uzmanların yaklaşık bir yılını alabileceği
belirtiliyor.
Kendini manastıra kapatmış
Lisa Gherardini’nin hayatıyla ilgili çok fazla bilgi
olmasa da, Lisa’nın Floransalı gücünü kaybetmiş
aristokrat bir ailenin kızı olduğu biliniyor. Çok
erken yaşta kumaş ile ipek tüccarı olan Francesco
del Giocondo’yla evlenen Lisa Gherardini’nin rahat
bir orta sınıf hayatı yaşadığı ve beş
çocuk annesi olduğu düşünülüyor. Kendisinden yaş
olarak büyük kocasından fazla yaşayan Lisa’nın
kocasının ölümünün ardından manastıra kapandığı da
biliniyor.
‘Esrarengiz’
gülüş gizemini koruyor
Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenen ve her
yıl milyonlarca ziyaretçi tarafından görülen 16.
yüzyıla ait Mona Lisa’nın en çok tartışılan yanı
gülüşü. ‘Esrarengiz’ olarak tanımlanan bu gülüşün
ardındaki gizem bugüne kadar akademisyenleri meşgul
etti. Bazı akademisyenler gülüşün tablonun değişik
yerlerine odaklandığınızda değişik anlamlar
içerdiğini belirtirken, bazıları da Mona Lisa’nın
yüz kaslarındaki dinamikliğin gülüşün sırrı olduğunu
iddia etti. 2005 yılında
Amsterdam Üniversitesi’nde yapılan duygu
tanımlama üzerine bir bilgisayar modellemesi gülüşü
yüzde 83 mutlu, yüzde 9 tiksinmiş, yüzde 6 korkulu,
yüzde 2 kızgın, yüzde bir nötr bulmuştu.
Milliyet, 11.08.2013
|
ASLANTEPE HÖYÜĞÜ'NDE BU YILKİ KAZILAR 15 AĞUSTOS'TA
BAŞLAYACAK

Anadolu'da ilk devletin
doğuş yeri olarak bilinen
Malatya Aslantepe Höyüğü'nde bu yılki kazıların
15 Ağustos'tan itibaren başlayacağı bildirildi.
Merkez
Orduzu Beldesinde bulunan ve iki yıl önce Açık
Hava Müzesi olarak düzenlenen Aslantepe Höyüğü'nde
bu yılki kazıların bu ayın ortalarına doğru
başlayıp, 1 veya 1,5 ay sürmesinin beklendiği ifade
edildi.
İtalya La Sapianz Üniversitesi öğretim üyesi
Arkeolog Prof.Dr. Marcella Frangipane'nin
başkanlığında gerçekleştirilen kazıların bu yılki
bölümü için
İtalya'dan ekibin önümüzdeki günlerde
Malatya'ya geleceği belirtildi.
ASLANTEPE HAKKINDA BİLGİ
Aslantepe Höyüğü, binlerce yıl üst üste yığılan
pek çok yerleşim tabakasından oluşmaktadır. MÖ 5
bin yıllarından MÖ 712 tarihindeki Asur istilasına
kadar şehir olarak varlığını sürdüren tepe daha
sonra uzunca bir süre terk edilmiştir. MS 5-6
yüzyıllar arasında ise Romalılar tarafından olarak
kullanılmış ve daha sonra Bizans nekropolü
olarak yerleşimini tamamlamıştır.
İlk kazılar 1930'lu yıllarında Fransız
arkeologlar tarafından yapılmıştır. Kazılarda taş
üzerine alçak kabartma ile dekore edilmiş avlu ve
giriş kapısının iki yanında iki aslan heykeli ve
karşısında devrilmiş bir kral heykeli ile Geç-Hitit
Sarayı bulunmuştur. Bu eserler hala Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesinde
sergilenmektedir.
1961 yılından günümüze kadar devam eden ve
İtalyan ve Roma "La Sapianz Üniversitesi"
arkeologları tarafından yapılmakta olan kazılar,
Aslantepe'nin tarihini daha erken dönemlere taşıyarak
önem kazanmasını sağlamışlardır. Höyükte yapılan
kazılar sonucunda MÖ 3300-3000 yıllarına ait bir
kerpiç saray MÖ 3600 - 3500 yıllarına ait bir
tapınak, binlerce güzel mühür baskısı kaliteli metal
eserler bulunmuştur. Elde edilen veriler
göstermektedir ki; o dönemde Aslantepe,
aristokrasinin doğduğu ve ilk devlet şeklinin ortaya
çıktığı resmi, dini ve kültürel bir merkezdir.
MS 5000 yılın sonundan
MS 4000 sonuna kadar
olan zaman süresi içinde güneydeki önemli tarihsel
olayların da belirgin olarak yansıdığı
Malatya'nın bu bölgesi, her ne kadar Yukarı
Mezapotamya'nın bir parçasını oluşturmaktaysa da tam
anlamıyla yerel özelliklerini yitirmemiştir.
MÖ 2000 yılında
Aslantepe, Fırat Nehrine doğru
genişleyen Hitit İmparatorluğu'nun şehri olarak
kullanılmış. Tepenin Kuzey Doğu yamacına açılan
şehir kapısı ve galerisi ile Orta
Anadolu Hitit kentlerine benzeyen, etrafı toprak
Urla çevrili bir Hitit şehridir.
MÖ 1200 yıllarında Hitit İmparatorluğu'nun
çöküşünde Doğu
Anadolu Geç Hitit başkenti olarak
Aslantepe
Asur kralı Sargon tarafından tamamen yakılıp
yıkılmıştır.
Uzunca bir dönem terk edilen sonra,
Malatya ovasına gelip Eski
Malatya ya gelip yerleşen Romalılar, buluntulara
göre höyük üzerinde basit bir yerleşim kurmuşlardır.
Daha sonra Bizans döneminde höyük nekropol
(mezarlık) alanı olarak kullanılmıştır.
Höyük, iki yıl önce Açık Hava Müzesi olarak
düzenlenip, yerli ve yabancı turistlere açılmıştı.
haberler.com, 10.08.2013
|
KADINLAR 10 BİN 500 YIL ÖNCE DE YAPIYORMUŞ

Konya'da yaklaşık 10 bin 500
yıllık geçmişe sahip Boncuklu Höyük'de yapılan
kazılar, kadınların günümüzde olduğu gibi o dönemde
de güzelliklerine ve süs eşyalarına büyük ilgi
duyduğunu gösterdi.
Kazı başkanı
Liverpool Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
öğretim
üyesi
Doç.Dr. Douglas Baird, kazılarda kadınların
gömülü olduğu bölgelerde vücutlarını damgalamak
için kullandıkları, üzerinde geometrik
şekiller olan mühür
ile boyun ve kollarına takmak için boncuklar
bulduklarını; bundan da kadınların,
erkeklere hoş
görünmek için güzelliklerine önem verdiğinin
anlaşıldığını söyledi.
Çumra
İlçesi'ndeki yaklaşık 9 bin
yıllık
yerleşim yeri Çatalhöyük'deki insanların
atalarının yaşadığı belirtilen merkez Karatay
İlçesi Hayıroğlu Beldesi sınırları içindeki
yaklaşık 10 bin 500 yıllık
geçmişe sahip
Boncuklu Höyük'deki kazı çalışmaları sürüyor.
Boncuklu Höyük'deki kazı çalışmalarının 2006
yılında başladığını hatırlatan Liverpool
Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü
öğretim
üyesi Doç.Dr.
Douglas Baird, bu yıl 15 Temmuz
tarihinde 36 kişilik
ekiple kazılara
başladıklarını kaydetti.
Boncuklu Höyük'de, Çatalhöyük'deki insanların
atalarının yaşadığını öne süren kazı başkanı
Doç.Dr. Baird, evlerin içinde buldukları
buluntular ışığında, bölgeyi Çatalhöyük'deki
kültürün ilk
başlangıcı olarak
değerlendirmenin mümkün olduğunu
söyledi. Bu yıl bölgedeki 4 ayrı
alanda kazı
yapacaklarını ifade eden Baird, "Kazılarımız
ağırlıklı olarak mimari
yapı içinde yoğunluk
kazanacak. Alt
seviyelere inerek mezarlara
ulaşmayı
hedefliyoruz" diye
konuştu.
O
DÖNEMDE DE
DOKUMACILIK YAPILMIŞ
Yaptıkları kazılarda
ortaya çıkardıkları
ev ve içerisinde bulunan
malzemeleri anlatan Doç.Dr. Douglas Baird
şunları söyledi:
"Evin içerisinde küçük delikler tespit ettik.
Bu delikler dokuma tezgahlarına ait. Bu, o
dönemde yaşayan
insanların hasır gibi dokumacılık işleriyle
uğraştıklarını gösteriyor.
Dünyadaki ilk duvara
oturtulmuş hayvan başlarının
duvarlara monte edildiğini tespit ettik.
Bunları güç
göstergesi olarak duvarlara
monte ediyorlardı."
Yaptıkları kazılarda
özellikle kadınların gömülü olduğu
bölgelerde vücutlarını damgalamak için
kullandıkları üzerinde geometrik
şekiller olan mühür ile boyun ve
kollarına takmak için boncuklar bulduklarını
belirten Doç.Dr. Baird, şöyle dedi:
"Yaptığımız kazılarda kadın iskeletlerinin
yanında boncuk türü süs eşyalarına
ulaştık. Erkek
gömülerinin çevresinde genellikle ok uçları ve
avlanma için kullandıkları malzemeler bulduk. Bu
buluntular ışığında günümüzde olduğu gibi 10 bin
500 yıl önce de kadınların,
erkeklere hoş görünmek için
güzelliklerine önem verdiğini söyleyebiliriz."
Haber 7, 10.08.2013
|
8 BİN YILLIK ANA TANRIÇA HEYKELİNİN BAŞI BULUNDU

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ege Üniversitesi ve
Boronva Belediyesi desteği ile gerçekleştirilen
Yeşilova Höyüğü
kazılarının başkanlığını yürüten Yard.
Doç.Dr.
Zafer Derin, yaptığı açıklamada, 2013 çalışmaları
sırasında çok önemli buluntulara rastladıklarını
belirtti.
İzmir Arkeoloji Müzesi'ne teslim edilecek
buluntuların İzmir ve Batı Anadolu'nun 8 bin yıllık
geçmişine dair ipuçları verdiğini söyleyen Derin, bu
yılki kazılarda elde ettikleri Ana Tanrıça
heykeli başının özel önem taşıdığını anlattı.
Batı Anadolu kültüründe kadın ve doğurganlığın
kutsal olduğuna dikkati çeken Zafer Derin, şöyle
konuştu:
"Elimizde Ana Tanrıça figürünün başı var. O dönemde
bu bölgede Ana Tanrıça tapınımlarının yaygın
olduğunu biliyorduk ama yaklaşık 4 santim boyundaki
bir heykel başına Türkiye'de ilk kez rastlıyoruz.
Onun heykelini evlerinin bir bölümüne koyarak daha
sağlıklı ve uzun yaşayan çocuklar için istekte
bulunuyorlardı. Bu küçük parça da MÖ 6 binli
yıllarda son derece güzel ve narin işlenmiş. Anadolu
aslında Ana Tanrıça kültürünün merkezi konumunda.
Çünkü antik dönemde doğurganlık çok önemli.
Prehistorik çağda kadın ne kadar çok doğurursa
işgücü o denli artıyor ve üretim de yükseliyordu.
Doğurganlık dinsel anlamda kadını
kutsallaştırıyordu."
Anadolu adının da bir görüşe göre Ana Tanrıça'nın
kutsallığından geldiğini aktaran Zafer Derin,
bölgede elde edilen çanak çömleklerin üstünde de
aynı tasvire rastladıklarını dile getirdi.
Bir başka ilginç buluntu ayakkabı şeklindeki
mühür
Yeşilova Höyüğü kazıları sırasında rastlanan bir
diğer önemli buluntunun da ayakkabı şeklindeki mühür
olduğunu anlatan Derin, o dönem insanların bu mühürü
yanlarında taşıdığını belirterek, "İmzasını atması
gerektiğinde mühürü kullanıyor. Mührünü
kişiselleştirmek istediği kil ya da toprağa
bastırıyor" dedi.
Zafer Derin, bölgede ayrıca sanat eseri niteliğinde
işlenmiş çanak çömlek de elde ettiklerini açıkladı.
Kazılarına 2005 yılında başlanan Yeşilova Höyüğü'nün
dünyada büyük yankı uyandırdığına işaret eden Zafer
Derin, özellikle kazı döneminde Avrupa ve
Amerika'dan bilim adamlarını ağırladıklarını ifade
etti.
Kazı alanına ziyarette bulunan Almanya'daki Johannes
Gutenberg Üniversitesi heyetine başkanlık eden
Prof.Dr. Johannes Gutenberg ise Avrupa'daki birçok
antropoloji öğrencisinin laboratuvarlarda
çalıştığını, kazı alanlarında çalışmanın büyük
zenginlik olduğunu söyledi.
Yeşilova Höyü'nün de Batı Anadolu kültüründe önemli
yer tuttuğunu söyleyen Derin, Avrupalı doktora
öğrencilerinin bölgedeki hayvan kemikleri ve insan
iskeletlerini merakla incelediklerini de sözlerine
ekledi.
Sabah, 10.08.2013
|
TARİH KAÇAKÇILIĞI ADIM ADIM ÇÖZÜLDÜ

İstanbul Polisi, tarihi eserlerin yurtdışına
nasıl kaçırıldığı ile ilgili rapor hazırladı.
Rapora göre, çiftçiler ve defineciler tarihi
eserleri buluyor. Kapalıçarşı’da
antikacı/koleksiyoner olarak görünen bazı
kişiler bu eserleri alıyor. Paha biçilemeyen bu
hazineler kargo ve kuryeler vasıtasıyla
yurtdışına çıkartılıyor.
Rakamlar ürkütücü
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre,
2012 yılında kültür ve tabiat kaçakçılarına
yönelik 18’i planlı 470 operasyon
gerçekleştirildi. Yapılan operasyonlarda 1032
şüpheli yakalandı ve 29 bin 15 kültür ve tabiat
varlığının yurtdışına çıkarılması engellendi. En
fazla tarihi eser
İzmir ’de yakalandı. 4714 eserin ele
geçirildiği İzmir’i sırasıyla İstanbul, Hatay,
Afyon ve Zonguldak izledi. 2011 yılında tarihi
eser kaçakçılığına yönelik yapılan 458
operasyonda toplam 4007 eser ele geçirilmişti.
2011’de yapılan operasyonlarda ele geçirilen
sikke sayısı ise 20 bin 627 adet iken 2012’de
sayı 22 bin 705 oldu. 2013 ilk 7 ayında sadece
İstanbul’da 5168 adet eser yakalandı.
Son olarak geçen günlerde T.G. ve R.K. isimli
iki kişi, Ege ve Akdeniz’de çeşitli illerden
topladıkları Bizans ve Roma dönemine ait paha
biçilemeyen eserleri satmak için geldikleri
İstanbul’da Esenler Otagarı’nda gözaltına
alındı.
Tarihi eser kaçakçılığı ile daha etkin mücadele
etmek isteyen İstanbul Mali Suçlarla Mücadele
Şube Müdürlüğü de bir rapor hazırlayarak
eserlerin nasıl yurtdışına kaçırıldığı ile
ilgili kapsamlı bir çalışma yaptı.
Hazırlanan rapora göre; büyük medeniyetlere ev
sahipliği yapmış
Anadolu ’da tarihi eserler genellikle
tarımla uğraşan çiftçiler tarafından bulunuyor.
Bunun yanında özellikle tarihi eser ticareti ile
uğraşan defineciler diye adlandırılan ve tarihi
eser konusunda eksperlik yapan şahıslar
tarafından yer- altından izinsiz kazı yapılarak
çıkartılıyor. Daha sonra İstanbul, İzmir ve
Ankara gibi büyük illerde tarihi eser
ticareti yapan şahıslarla irtibat kuruluyor.
Fakat bu eserleri özellikle yurtdışına satmak
isteyen şahıslar daha çok İstanbul’daki
şahıslarla irtibata geçiyor.
Kapalıçarşı’da satılıyor
İstanbul’da bu işle uğraşan şahısların büyük
kısmının görünürde yasal olarak faaliyet
gösterdikleri antikacı dükkanları bulunuyor. Bu
alıcılar İstanbul’da daha çok Beyazıt
Kapalıçarşı, Kadıköy ve Şişli ilçelerinde
faaliyet gösteriyor. Bunun yanı sıra tarihi eser
kaçakçılığı piyasasının büyük bir kısmını
‘koleksiyoner’ olarak Kültür ve Turizm
Bakanlığı’ndan izin belgesi bulunan şahıslar
idare ediyor. Koleksiyonerlerin yasal olarak
adresi belli olmak ve belirli zamanlarda
denetimden geçirilmek üzere belirli yerlerde
tarihi eserleri muhafaza etmelerine izin
veriliyor. Ellerine geçirdikleri bir tarihi
eseri Kültür Bakanlığı’na bildirmeleri için de 3
günlük süreleri bulunuyor.
Fakat bazıları bu yetkilerini kötüye
kullanabiliyor. Böyle birinin bu eseri satmak
üzere yakalanması durumunda eserin yeni eline
geçtiğini söyleyerek kendilerini savunma yoluna
gidiyor ve mahkeme tarafından hiçbir ceza
almadan kurtularak yine aynı işleri yapmaya
devam ediyor.
Yurtdışına kuryelerle çıkartılıyor
Tarihi eserleri yurtdışına çıkarıp uluslararası
piyasada satışa sunmak isteyen şahıslar kuryeler
ya da kargolar vasıtasıyla bu eserleri satıyor.
Yurtdışında yaşayan ve bu işleri organize eden
çok sayı da Türk vatandaşı da bulunuyor.
Radikal, Haber: İsmail Sağıroğlu, 10.08.2013
|
EKSİK SARAYLAR İTİNAYLA TAMAMLANIR
Tekfur Sarayı’nda uygulanan proje, Türkiye’de
restorasyon ile tasarım alanlarının birbirinden ne
kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne
seriyor. Restorasyonun aslında bir tasarım konusu
olduğunu içselleştiremediğimiz ve bu yönde başarılı
örnekler üretemediğimiz sürece, Tekfur Sarayı gibi
nice yapıyı “özgün haline dönüştürmeye” uğraşırız.
2013 yılı Mart ayının son haftasında, metrobüsü
kullanarak Yeşilköy yönüne gittiğim bir gün,
Haliç Köprüsü’nden geçerken,
Ayvansaray sırtlarındaki Tekfur Sarayı silueti
gözüme takıldı. Zihnimde yer etmiş olan Tekfur
Sarayı, Ayvansaray’dan Haliç’e doğru üst üste
yığılmış kiremit örtülü yapıların en tepesinde, dört
duvar, çatısız bir yapı idi. Ama bu sefer Saray da
kiremit denizinin içinde kaybolup gitmişti ve kolay
ayırt edilemiyordu.
Tekfur Sarayı’nın restore edileceğini iki yıl kadar
önce duymuştum. O yüzden kapının üzerinde yapının
üzerinde gördüğüm çatının,
restorasyon
amacıyla yapılmış koruyucu çatı olduğunu
düşündüm. Koruyucu çatının üzerinde kiremidin ne işi
var diye düşünmedim değil, ancak hem net göremediğim
hem de böyle bir yapının çatısının kiremitle
kapatılmış olamayacağını umduğum için, koruyucu çatı
alternatifi ile kendimi teselli etmeye çalıştım.
Ancak, ilerleyen günlerde net olarak anladım ki
gerçekten de Tekfur Sarayı’nın çatısı
kapatılmış ve üzeri de alaturka kiremit ile
kaplanmıştı… Bu durum üzerine,
Sulukule’yi de içine alacak şekilde planladığımız
geziye Tekfur Sarayı’ndan başlama kararı aldık
ve bu gezide yapının eksiklerinin nasıl
“tamamlandığını” yakından görme fırsatımız oldu.

Bu projeyi birçok açıdan eleştirmek mümkün, yazının
ilerleyen bölümlerinde, benim açımdan önemli olan
iki noktaya değineceğim ama konuya
projenin
adı ile başlamak doğru olur diye
düşünüyorum. Yapının çevresine kurulmuş olan şantiye
paravanında “işin adı” şöyle yazılmış;
“Tekfur Sarayı Tamamlama İnşaatı”. Mesleğim
ve ilgilendiğim alan itibariyle, restorasyonu
yapılan binaların tabelalarını yakından incelerim.
Bu tabelaların çoğunda proje
müellifinin adı
yerine müteahhidin adının yazması ya da
restorasyon ile inşaat kelimelerinin yan yana
kullanılması sık rastlanan bir durumdur. Ancak
“tamamlama inşaatı” ibaresi ile ilk
kez Tekfur Sarayı’nda karşılaştım. Anlaşılıyor ki;
proje müellifi ve işin sahibi olarak
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yapılan
işin bir restorasyon olmadığını, tam da tabelada
yazdığı gibi “tamamlama” olduğunu vurgulamakta
sakınca görmemişler.
Restorasyon aşamasında
kirpi saçak
uygulamasından, tarihi gravürlerde görülen kademeli
kalkan duvarının kaldırılmasına, büyük
ölçüde yıkılmış olan giriş katının, ayakta kalan
sütun ve sütun başlıklarının kopyaları ile
tamamlanmasına kadar bir dizi kararda
bilim
heyetinin katkısı olduğu, yine inşaat
paravanında yer alan bilgilerden anlaşılıyor.

Ancak benim anlayamadığım, böyle önemli bir yapının
kaderinin yalnızca bir mimarın fikrine, bilim
heyetinin bilgi birikimine ve işlevi belli olmayan
restorasyon projeleri yaptırmakla nam salmış
belediyenin vizyonuna mahkum edilmiş olması. Türkiye
coğrafyasında günümüze ulaşmış bir
iki
Bizans sarayından biri olan bu önemli yapı,
daha katılımcı, dünyada örneklerini sıkça gördüğümüz
bir planlama ve restorasyon sürecini fazlasıyla hak
ediyor. Elbette yalnızca Tekfur Sarayı değil,
Haliç Tersanesi,
şehir
surları ya da Salıpazarı
antrepoları gibi bütün kamusal alanların
dönüşümünde benzer yaklaşımların gözetilmesi
gerekiyor. Aksi takdirde Tekfur Sarayı örneğinde
olduğu gibi, neredeyse heykele dönüşmüş bir yapı,
çatı kapatılıp, araya kat atılarak
“işlevlendiriliyor”.
Tekfur Sarayı’nda uygulanan proje, Türkiye’de
restorasyon ile tasarım alanlarının
birbirinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha
gözler önüne seriyor. Restorasyonun aslında bir
tasarım konusu olduğunu içselleştiremediğimiz ve bu
yönde başarılı örnekler üretemediğimiz sürece,
Tekfur Sarayı gibi nice yapıyı
“özgün haline
dönüştürmeye” uğraşırız. Oysa bu konuda
başarılı örneklerimiz var, ancak nedense gidişat
olumlu yönde değil. 2001 yılında
Mimar
Gökhan Avcıoğlu’nun, Tekfur Sarayı gibi
çatısı tümüyle yok olmuş ve dört duvarı
kalmış Esma Sultan Yalısı’nın içine yerleştirdiği
cam yapı, restorasyonun önemli bir tasarım
konusu olduğunu kanıtlayan başarılı bir örnektir.
Ayrıca bu tür örnekler, restorasyon alanında
tartışma ortamı yaratabilecek bir zemin oluşturuyor.
Ancak Tekfur Sarayı örneğindeki gibi özgün yapıyı
taklit etme çabası, ne yazık ki herhangi bir
tartışma zemini yaratamıyor. Aksine,
yapıların geçmişiyle ilgili çoğu bilginin yok
edildiği “yeni tarihi binalar” inşa etmiş
oluyoruz.
Yapı, 10.08.2013
|
SÜHEYL ÜNVER KOLEKSİYONU KORUMA ALTINA ALINIYOR

İstanbul
Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü kurucusu, aynı
zamanda gelenekli sanatların inceliklerinin günümüze
ulaşmasına çok büyük katkısı olan, sanatkar Ord.
Prof.Dr. A. Süheyl Ünver’in hazine niteliğinde olan
ve bugün önemli bir kısmı Süleymaniye Yazma Eser
Kütüphanesi’nde muhafaza edilen dosya defterlerden
oluşan koleksiyonu, koruma altına alınıyor.
Dosyalar içinde hat ve tezhip örnekleri,
minyatürler, kalıplar, levhalar, fotoğraflar gibi
orijinal belgelerin yanı sıra Ünver’e ait mektup,
dergi, davetiye, gazete küpürü, makaleler ve
kitapçıkların da bulunduğu zengin bir koleksiyon yer
alıyor. Kitap Şifahanesi ve Arşiv Dairesi Başkanlığı
tarafından 2012 Kasım ayından bu yana Süleymaniye
Yazma Eser Kütüphanesi konservasyon biriminde
yürütülen çalımalarda Ünver’in dosyaları içindeki
belgeler, özel tasarlanan arşiv zarflarına ve
dosyalarına yerleştiriliyor.
Belgeleri sadece mekanik yöntemlerle dosyalara
yerleştirmek için uzun bir ön çalışma
gerçekleştirildi. Lignin içerikli odun hamuru
kağıttan yapılma belge ve gazeteler ile diğer
belgeler birbirlerine temas etmeyecek şekilde
saklandı. Fotoğraflar için ise içinde alkali tampon
bulunmayan ve özellikle fotoğrafların saklanması
için üretilen arşiv zarfları kullanılıyor.
Onarım gerektiren belgelere en az müdahale
anlayışı ile gerekli işlemler uygulandı. Yapılan
uygulamalar yazılı ve fotoğraflı olarak belgelendi.
İşlemleri biten belgeler hazırlanan zarf ve
dosyalara yerleştirilerek mekanizmalı arşiv kutuları
içine konuldu ve kutular yatay biçimde depolandı. Bu
çalışma sırasında tüm dosyaların ve defterlerin
sayısallaştırılması tamamlanarak Süleymaniye Yazma
Eser Kütüphanesi bünyesinde kurulması planlanan Ord.
Prof.Dr. A. Süheyl Ünver Araştırma Merkezi içinde
araştırmacıların hizmetine sunulacak.
Zaman, 10.08.2013
|
İŞKENCEHANE 18 AY SONRA OTEL OLUYOR

Bir dönemin işkencehanesi Sansaryan Han, beş
yıldızlı otel oluyor. Ermeni Cemaati ile Vakıflar
Genel Müdürlüğü arasında hukuk mücadelesine konu
olan Sansaryan Han, geçen ay ihale usülüyle kiraya
verilmişti. İhaleyi aylık 235 bin TL kira bedelini
ödemeyi taahhüt eden Özgeylani İnşaat kazandı.
İstanbul Vakıflar Birinci Bölge Müdürlüğü açılan ve
kira bedeli 120 bin TL olarak belirlenen ihalede
firma, bedelin yüzde 111 üzerine çıkarak ihaleyi
kazandı. Kira oranı 4. yılda ise iki katına çıkacak.
Özgeylani İnşaat yetkilileri, şartnamenin
imzalanmasından sonra handa çalışmaların
başlayacağını ve restorasyonun 18 ayda tamamlanarak,
otel olarak hizmete açılacağını bildirdi. Türkiye
Ermeni Patrikliği ise, yaklaşık 70 yıldır devlete
ait olan Sansaryan Han'ın, cemaate ait olduğunu
söylüyor. İstanbul Patrikliği'nin ihaleyle ilgili
açtığı ve Sansaryan Han'ın üçüncü şahıslara
devredilmemesi için mahkemeye yaptığı başvuru,
reddedilmiş ve han üzerindeki Patrikhane'nin
koydurttuğu tedbir kaldırılmıştı.
NAZIM, MİHRİ, RUHİ SU...
Gerçek ismi "Sanasaryan Han" ve Erzurumlu bir tüccar
olan Sanasaryan'a ait olan İstanbul Sirkeci'deki
bina; 1895 yılında mimar Hosep Aznavour tarafından
biri bodrum kat olmak üzere atlı katlı kagir bir
yapı olarak inşa edildi. 1915-1920 yılları arasında
el konulan binanın sahipleri kayıp. Sansaryan Han'ın
gelirleri 1920-28 yılları arasında Patrikhane'nin
kullanımına sunuldu. Ancak 1928'de İstanbul
Valiliği'nin bir kolu olan İdare-i Hususiye, hanın
gelirlerine el koydu. Dönemin patriği Naroyan'ın
açtığı dava, 1932 yılında Patriklik lehine
sonuçlandı. Üç yıl daha gelirleri Patriklik aldı.
1935'teyse İdare-i Hususiye karşı dava açtı ve
Sansaryan Han, devlete geçti. Bina uzun yıllar
İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanıldı. Bu
binada Türkiye'nin sağcı ve solcu aydınları her
ihtilal döneminde bodrum katındaki tabutlarda uzun
yıllar işkence gördü. Binada işkence gören aydınlar
arasında Nazım Hikmet, Nihal Adsız, Cihan Alptekin,
Vedat Türkali, Ece Ayhan, Attila İlhan, Mihri Belli,
Ahmed Arif ve Ruhi Su en çok bilinenler. Dik bir
tabuta benzeyen hücrelerinden ötürü binaya
'tabutluk' olarak adlandırıldı. Oturmanın mümkün
olmadığı bu hücrelerde insanlar, günlerce ayakta
tutulurdu. Daha sonra İstanbul Adliyesi'nin Hukuk
Mahkemeleri olarak kullanılan bina, geçen ay
Vakıflar Genel Müdürlüğü ihale usülüyle kiraya
verildi. İhale duyurusu önce Resmi Gazete'de
yayımlandı.
Sabah, Haber: Müjgan Halis, 10.08.2013
|
NADİDE ESERLERİN TIPKIBASIMI YAPILIYOR

Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, arşivlerindeki
değerli eserlerin tıpkıbasımı ile bazılarının
çevirisini yayımlamayı hedefleyen bir proje
başlattı. Tıpkıbasımı yapılan ilk 6 eser ile
çevirilen ilk 3 eser yayımlandı.
Aralarında Sultan III. Mustafa Divanı,
Kamusu’l-Muhit Tercümesi, Cevhername,
Acayibü’l-Mahlukat gibi eserlerin yer aldığı bu
kitaplar, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nin
bahçesinde sergileniyor. Yazma ve Nadir Eserler
Daire Başkanı Hüseyin Kutan, “Arşivlerimizde 140
koleksiyon bulunuyor. Yayımladığımız eserleri bu
koleksiyonlardan seçtik.” diyor. Çevirilerin ve
tıpkıbasımların devamı gelecek.
Osmanlı’da siyasi ve iktisadi olaylara
dair
Orijinal adı Tarih-i Cülus-ı Sultan Mustafa Han-ı
Salis olan eser, Osmanlı’daki protokol usullerini
anlatıyor. Eser, Sultan III. Mustafa ve Koca Ragıp
Paşa’nın emriyle III. Mustafa’nın cülus törenini
tertip eden Teşrifatçı Mehmet Akif Bey tarafından
kaleme alınmış. 30 Ekim 1757-14 Mayıs 1761 yılları
arasındaki teşrifat törenlerinin yanı sıra dönemin
siyasi, askeri ve iktisadi olaylarına dair önemli
bilgiler içeren eser, Prof.Dr. Erhan Afyoncu’nun
giriş yazısıyla sunuluyor. Süleymaniye Yazma Eser
Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu’ndaki nüshası
esas alınan bu tıpkıbasım, yazarı tarafından
yazılmış tek nüsha olduğu için çok kıymetli.
Mütercim Asım Efendi’nin sözlüğü
Çevirisi yapılan eserler arasında önemli
olanlardan biri, Mütercim Asım Efendi’nin 19.
yüzyılda yazdığı Kamusu’l-Muhit Tercümesi. Eser, bir
yandan Arapçanın dil ve kültür servetini, diğer
yandan Türkçenin zengin söz varlığını göstermesi
bakımından değerini koruyor. Osmanlı döneminde
birçok baskısı yapılan eserin, bizzat yazarının
tashih ederek Sultan II. Mahmud’a takdim ettiği ve
Hamidiye Koleksiyonu’na kayıtlı nüsha, yayımlanmış
diğer nüshalarla karşılaştırılarak Prof.Dr. Mustafa
Koç ve Doç.Dr. Eyüp Tanrıverdi tarafından yayına
hazırlandı. Altı ciltte tamamlanacak eserin ilk iki
cildi basıldı.
Cevherler üzerine yazılmış ilk eser
Osmanlı coğrafyasında cevherlerle ilgili yazılmış
ilk eser olan Cevhername, 15. yüzyılda yaşayan
önemli alimlerden Muhammed bin Mahmud Şirvani
tarafından kaleme alınmış. Şirvani, aslında madenler
ve değerli taşlar hakkında Cevhername ve Tuhfe-i
Muradi adlarıyla iki eser yazıyor. 1430’da
Cevhername’yi bazı eklemeler yaparak düzenliyor ve
Tuhfe-i Muradi adıyla II. Murat’a takdim ediyor.
Prof.Dr. Mustafa Argunşah tarafından yayına
hazırlanan bu eserin tıpkıbasımı için, Süleymaniye
Yazma Eser Kütüphanesi Ayasofya Koleksiyonu’ndaki
nüsha esas alındı.
İlahiyat, astronomi, botanik, zooloji bir
arada
Tıpkıbasımlar serisi altında yayımlanan
Acayibü’l-Mahlukat ve Garayibü’l-Mevcudat,
ansiklopedik bilgiler veren değerli bir eser.
Coğrafya ve astronomi konularına ait başlıkların
bulunduğu eserde; ilahiyat, astronomi, botanik,
zooloji gibi bilimlere dair birçok bilgi yer alıyor.
Prof.Dr. Günay Kut tarafından yayına hazırlanan
Acayibü’l-Mahlukat’ın tıpkıbasımında Süleymaniye
Yazma Eser Kütüphanesi, Nuri Arlasez
Koleksiyonu’ndaki nüsha esas alınıyor. Bu nüshayı
12. yüzyılda Muhammed bin Mahmud et-Tusi Farsçaya
çevirmiş. Nüshayı değerli kılan üç nokta var;
yazılış tarihi, eski Anadolu Türkçesi ile kaleme
alınmış olması ve edebi değeri.
Nefis, bilgi nazariyesi ve ahlaka dair
Hicri 4. asırda yaşayan Ebu’l-Hasan Muhammed b.
Yusuf el-Amiri’nin kaleme aldığı Kitabü’l-Emed
Ale’l-Ebed’de (Sonsuzluk Peşinde), nefsin bedenden
ayrıldıktan sonraki durumu anlatılıyor. Nefis, bilgi
nazariyesi ve ahlaka dair görüşlerin de belirtildiği
kitapta, İslam ve Yunan felsefeleri arasındaki
farklılıklar incelenerek ikisi arasındaki
karşılaştırmalara yer veriliyor. Kitabü’l-Emed
Ale’l-Ebed’in Türkçeye çevrilmesinin sebebi; İslam
felsefesinin doruk noktasına ulaştığı Hicri 4. ve
10. yüzyılda, bu alanda birçok eser veren Amiri’nin
en önemli eserlerinden biri olması. Yakup Kara
tarafından çevrilen kitap, Süleymaniye Yazma Eser
Kütüphanesi Servili Koleksiyonu’na kayıtlı tek
nüsha.
Fatih Sultan Mehmet’e sunmak için özel
hazırlanan geometri kitabı
1201-1274 yılları arasında yaşayan Nasirüddin-i
Tusi, Öklid’in Usul ile Batlamyus’un el-Macesti
eserlerinden derleyerek hazırladığı Tahriru
Usuli’l-Hendese ve’l-Hisab (Öklid’in Elemanlar
Kitabının Tahriri) o dönemde yazılan, eski Yunan ve
İslam dünyasında geometri alanındaki en temel eser.
Bu eser, Fatih Sultan Mehmet zamanında padişaha
sunulmak istenmiş fakat bu sunum için daha özenli
bir nüsha hazırlanmış, eser bu nedenle daha
kıymetli. Millet Yazma Eser Kütüphanesi Feyzullah
Efendi Koleksiyonu’ndaki eserin tıpkıbasımı Prof.Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun giriş metni ile sunuluyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 10.08.2013
|
PRİM YAPACAK 10 RESSAM

Resim piyasasında 'yaprağın kıpırdamadığı' temmuz ve
ağustos aylarını Artium Sanatevi'nin sahibi Rüştü
Sungur hayli hareketli geçirdi. Mimar Sinan
Üniversitesi Resim Bölümü mezunu olan 20 yıllık
galerici ve müzayedeci Sungur, şu sıralarda Alarko-
Cengiz Holding ortaklığı Medaş Elektrik Dağıtım'ın
Konya'daki sanat galerisinde açılacak ve sigorta
değeri 4 milyon 500 bin lira olan çağdaş Türk resim
sergisinin hazırlıklarını yürütüyor. Geçen ay 'Oda
Müzayedeleri- 1'i gerçekleştiren ve yüzde 60'a
yaklaşan satış oranını yakalayan Sungur, aldığı
sanat eğitimi sayesinde öngörülerinin doğru
çıkmasıyla da dikkat çeken bir isim. Bugüne kadar 20
bin eserin el değiştirmesine aracı olan müzayedeci,
yeni sanat sezonunda dikkatle takip edilmesi gereken
10 sanatçıyı SABAH'la paylaştı.
Resim yatırımı yapmak isteyenler, hangi sanatçıları takip etmeli? Mehmet Güleryüz, Alaettin Aksoy, Ergin İnan, Devrim Erbil ve Neşe Erdok. Bu isimlere ait eserlerin fiyatları istikrarlı şekilde artıyor. İki yıl içinde onların imzasını bugünkü fiyatlarından bulmak mümkün olmayacak.
Bu süredeki prim oranı ne olabilir? Rahatlıkla yüzde 50'leri bulabilir.
Neden bu isimler öne çıkıyor? Doğum tarihleri 1937 ila 1943 yılları arasında. Yani 1968 kuşağı sayılıyorlar. Bugün hepsi Türk resminin yaşayan ustaları arasında. Sanat yatırımında veya koleksiyonunda güçlü imza isteyen alıcıların radarında şimdi doğal olarak bu isimler olacak.
Takip edilmesi gereken 'ikinci 5' kimlerden oluşuyor? Daha genç kuşaktan Canan Tolon, Ahmet Oran, Kemal Önsoy, Selma Gürbüz, Haluk Akakçe. Bu sanatçıların doğum tarihleri 1950 ve sonrası. Çalışmaları uluslararası düzeyde.
Gayrimenkul sektörünün gelişimi sanat piyasasını nasıl etkiliyor? Gayrimenkul ne kadar satılırsa resim piyasası da o kadar yükselir. İnsanlar yeni ve büyük evlerinde boş duvarlara bakarak oturmak istemiyor. Finans piyasası kötü de olsa, o boş duvarlar resim piyasasının geleceğidir.
FİGÜRATİF RESİM ÖN PLANA ÇIKACAK
Rüştü Sungur, koleksiyonerler ve sanat
yatırımcıları için önemli tüyolar verdi. Sungur,
"Soyut resme son 4 yıldır devam eden ilgi, yerini
figüratif resme bırakacak. Bu her 3-4 yılda bir
böyle oldu. Nedeni duygusal. Alıcılar soyuttan
sıkılınca figüratif resme dönüyor. Uzun vadeli
yatırım için piyasanın aksine hareket etmek karlı
olabilir."
MEDAŞ ELEKTRİK KONYA'DA SERGİ AÇIYOR
Alarko-Cengiz Holding ortaklığıyla kurulan
Medaş Elektrik Dağıtım'a ait Medaş Sanat
Galerisi'nin danışmanlığını üstlenen Rüştü Sungur,
çağdaş Türk resim sergisinin hazırlıklarını yapıyor.
Sergi için koleksiyoncular ve kurumlardan eser
seçimi ve teminini sürdüren Sungur, "Buranın
Anadolu'daki en iyi sanat galerisi olduğunu
söyleyebilirim" dedi.
TALEP ÇOK ARZ YOK
Rüştü Sungur, artık ofis, otel ve AVM
sahiplerinin de 5 ila 40 bin liralık resim satın
aldığını söylüyor. "Bu piyasayı besleyecek kadar
sanatçımız yok" diyen Sungur, düzenli resim yapan 2
bin sanatçı olduğunu belirtiyor.
Sabah, Haber:
Handan Bayındır, 10.08.2013
|
KAZILARI DEVAM EDEN ANAVARZA ANTİK KENTİ, EFES İLE
YARIŞACAK
Adana Müze Müdürü Kazım Tosun,
Türkiye’nin en önemli ören yerlerinden biri olan
Anavarza’da geçen yıl başlanan kazılara devam
edildiğini söyledi.
Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Doç.Dr.
Murat Durukan’ın bilimsel danışmanlığındaki
çalışmaların 1’i müzeden 2 arkeolog ve 21 işçinin
katıldığını hatırlatan Tosun, “30 yıllık meslek
hayatımın en güzel dönemini yaşadım. Çünkü Efes ile
yarışacak Anavarza gibi bir dev bir ören yerinin
kazasını başlatmak bana nasip oldu.” dedi.
Bakanlar Kurulu Kararıyla kazıların önümüzdeki
aylarda Murat Durakan başkanlığında süreceğini dile
getiren Tosun, son iki yılda bu faaliyetler için
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 330 bin lira destek
aldıklarını kaydetti.
Kozan bölgesinde deprem sonucu yıkılan 17 metrelik
bir alanın temizlik ve restorasyonuna öncelik
verdiklerine işaret eden Tosun, bu sene daha çok
ayağa kaldırma, konservasyon boyutunda bir çalışma
planladıklarını ifade etti. 1000 dönümlük bir sahayı
kapsayan Anavarza’da tescilli iç sur bölgesinin
bakanlığa tahsisli olduğunu belirten Tosun, “Bu
nedenle kazısı en kolay yapılacak yerlerden biri iç
sur sahası. Maalesef kazılarda mülkiyet problemleri
karşımıza çok çıkmakta. SİT alanı iç sur içinde
yaklaşık 30, surun dışında ise yaklaşık 100
civarında köylü evi var. Anavarza’da kazıların
gelecekte ilerleyebilmesi için –bana göre– köyün
oradan kaldırılması gerekir. Ama bu devlet
politikası, hükümetin alacağı bazı kararlarla
gerçekleşebilir. Bakanlığın ‘aç, restore et, devam
et’ ilkesi bağlamında kazıları yapacağız. Ana giriş
kapılarından biri olan Alakapı çok önemli. Burası
korumaya alındı.” diye konuştu. Kurumda
yürütülen hizmetler hakkında bilgi veren Müze Müdürü
Kazım Tosun, Yumurtalık İlçesi'ndeki Süleyman
Kulesi’nin altındaki mezarlıkta bakanlığın
gönderdiği 70 bin lira ödenekle temizlik
yapacaklarını açıkladı.
MİLLİ MENSUCAT FABRİKASI MÜZELER KOMPLEKSİ OLACAK
1924 yılında kurulan ve uzun yıllar bölgede tek olan
Adana Müzesi’nde Gaziantep, Kahramanmaraş, Mersin,
Osmaniye ve Hatay yöresine ait çok sayıda eserin
korunup, bir kısmının teşhir edildiğini anlatan
Tosun, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in
girişimiyle tahsisi yapılan kentin en eski
yapılarından Milli Mensucat Fabrikası’nın ‘Müzeler
Kompleksi’ olarak düzenlendiğini vurguladı.
Şu anda yeni müzeyle ilgili mimarlık bürosu ile
birlikte müzenin projesi üzerinde çalıştıklarına
dikkat çeken Tosun, şunları söyledi: “Bir
müzedeki eserlere göre projelerin hazırlanması
gerekiyor. Yıllardır zaten bunu savunduk. Biz
müellif firmaya her türlü desteği ve materyali
sunuyoruz. Şu ana kadar arkeolojik, etnografik
eserlere ilişkin birçok CD hazırlayıp, firmaya
gönderdik. Mevcut müze binası oraya taşınacak. Orası
arkeoloji, sanayi, tarım müzesi olarak tasarlanıyor.
Oyun salonları, çay bahçeleri, büfeler komple bir
yer olarak düşünülüyor. Daha önce Seyhan
Kaymakamlığı’nın depo olarak kullandığı fabrika
boşaltılıyor. Tescilli binalar restore edilecek.
Bakanımız tarafından gönderilen 1 milyon 351 bin
lira ile Etnografya Müzesi onarılıyor. Etnografya
seksiyonu da Milli Mensucat’taki müzede
sergilenecek. Bu nedenle mevcut binayı kültür–sanat
galerisi gibi bir amaçla değerlendirme durumu söz
konusu.”
MÜZEDE 49 BİN ESERİN AZ BİR KISMI SERGİLENİYOR
2012 sayımlarına göre müzede 49 bin 277 adet kayıtlı
eserden 1000 adet sikke, 900 civarında arkeolojik
olmak üzere yaklaşık 2 bininin sergilendiğinin
altını çizen Tosun, “Dünyanın hiçbir müzesinde
tüm eserleri sergileme şansı yok. Mutlaka müzenin
deposu olacak. Yeni müzemizde daha öncekinin 10- 15
misli eser sergileyeceğiz. Çünkü planlama öyle. Biz
sergilenmesini istediğimiz 3 bin 641 adet sikke, 665
adet arkeolojik, 600 adet etnografik eserin eserle
ilgili CD’yi firmaya sunduk. Buna göre planlama
yapılacak. Ayrıca mozaikler konusunda da iddialıyız.
Yumurtalık’ta çıkarılan iki adet Eroslu mozaiğimiz
var. 1960’ta inşa edilen müze binamız artık
ihtiyacımı karşılamıyor. Yeni müze binasıyla bu
sorunu çözmüş olacağız.” şeklinde konuştu.
Bugün, 09.08.2013
|
İBNİ SİNA 1000 YIL ÖNCE YAZMIŞ

İbni Sina’nın Küçük Tıp Kanunu adlı eseri
Bahçeşehir Üniversitesi tarafından Türkçe’ye
çevrildi. Prof.Dr. Kadircan Keskinbora tarafından
yayına hazırlanan kitapta
İbni Sina’nın 1000 yıl önce hazırladığı
reçeteler yer alıyor.
Batılı kaynakların “Hakim-i Tıb”, diğer bir
deyişle “Hekimlerin Piri ve Hükümdarı” olarak
nitelendirdikleri
İbni Sina’nın bin yıl önce kaleme aldığı Küçük
Tıp Kanunu (El Kanun El-Sağir fi’t Tıbb) Bahçeşehir
Üniversitesi Yayınları tarafından Türkçe’ye
kazandırıldı. Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi
Öğretim Üyesi, aynı zamanda Tıp Tarihi ve Etiği
uzmanı Prof.Dr. Kadircan Keskinbora tarafından
yayına hazırlanan kitap, 10 makale ve 110 sayfadan
oluşuyor. Yazdığı kitaplar asırlarca Batı dünyasında
da temel tıp kitapları olarak okutulan
İbni Sina’nın Arapça yazdığı Küçük Tıp
Kanunu’nda hastalıklar ve tedavileriyle ilgili
birbirinden çarpıcı yorumlar yer alıyor; hangi
otların hangi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı
anlatılıyor. Prof.Dr. Keskinbora, Küçük Tıp
Kanunu’nun kendisinin aralarında bulunduğu 4 kişilik
bir ekip tarafından tercüme edildiğini söyledi: “İbni
Sina’nın yazdığı kitapların sayısı 200’ü
geçiyor. Küçük Tıp Kanunu ise ‘İlimler Alimi’
İbni Sina’nın 1013 yılında yazdığı ‘El Kanun
fi’t Tıbb’ adlı 5 ciltlik tıp ansiklopedisinin bir
özeti. Bu özeti hem öğrencileri için bir el kitabı
olsun, hem de daha yaygın okunabilsin diye yazmış.’’
İBNİ SİNA KİMDİR?
İbni Sina 16 yaşında tıp ilmini öğrenmek için
kitaplar okumaya başlar. Kısa zamanda tıbbi
bilgileri öğrenmek bir yana, yeni tedavi yöntemleri
de geliştirir. 19 yaşına geldiğinde ise artık o bir
tıp doktorudur. Küçük ve büyük kan dolaşımını
birbirinden ayıran alim olarak bilinen
İbni Sina, yasak olmasına rağmen kadavralar
üzerinde de çalıştı.
İbni Sina’nın Kanun adlı eserlerinin ölümünden
100 yıl sonra Latince’ye çevrildiğini ifade eden
Prof. Keskinbora “Bu çeviriler Batı dünyasında adeta
patlama etkisi yarattı. Eserleri başta Fransa’nın en
meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Louvain
Üniversiteleri olmak üzere Avrupa’daki tıp
fakültelerinde temel kitap olarak okutuldu. Bir
bakıma
İbni Sina 700 yıl Avrupa’nın da tıp hocası oldu”
dedi. Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Türker Kılıç ise “İbni
Sina bin yıl önce Hidrosefali adı verilen
hastalığın beyin ve omurilik sıvısının bir dolaşım
bozukluğu olduğunu düşünmüş ve beyin sıvısının
boşaltılmasının gerekli olduğunu kanunda
bildirmiştir.
İbni Sina’nın bin yıl önce gördüğü bu gerçek bu
alandaki güncel tedavinin esasını oluşturan temel
ilkedir’’ diye konuştu. 980-1037 yılları arasında
yaşayan
İbni Sina kulunç hastalığı nedeniyle öldü.
BAŞ AĞRISINA HACAMAT
“Ateşli baş ağrısı kandan olur. Alameti ise yüz
kızarması, damarların barizleşmesi, nabız atılının
büyümesidir. İlacı kan vermek ve hacamat (vücuttaki
pis kanın atılması) yaptırmaktır. Alınması gereken
gıda yumurta sarısı, hindiba ve sirkedir.’’
ACI ÇEKENİ HAMAMA GÖTÜRÜN
“Aşktan hüzün, uykusuzluk, sayıklama meydana gelirse
akli dengesini kaybetmesinden korkulur. Bu durumda
çorba türü sıvı yiyeceklerle beden
nemlendirilmelidir. Her gün hamama götürülür.
Menekşe yağı koklatılır. Bu bedenin ilacıdır. Ruhun
aşkına gelince bu bir psikolojik hastalık türüdür.
Bu kişiye nasihat edilmelidir. Ta ki duyguları
olabildiğince hafiflesin. Ya da daha başka işlerle
düşüncesinin meşgul edilmesi gerekir.’’
ASTIMA BAL-BADEM
‘Hekimlerin Piri’ astım hakkında da şu şifalı
bitkileri öneriyor: “Bir kimse yürürken
hareketlerinde nefes darlığı ile birlikte sert
sallantı ve göğsünde ağırlık varsa pişirilmiş kuru
zufa otu yedirilir, ada soğanı sıyrığı (yalamtık),
geven, sarı incir, kabuksuz badem ve bal ile
birlikte yedirilerek içirilir. Ceviz yağı ile
birlikte nohut suyu, dereotu, yedirilir ve sıcak su
içirilir.’’
BÖBREK TAŞI FORMÜLÜ
“Böbreklerde şiddetli ağrı meydana gelir ve hastanın
idrar kabında kum kalırsa böbreklerde oluşmuş
taşlardan dolayıdır. Hastaya şu ilaçlardan biri
verilir: Kabuksuz karpuz çekirdeği veya çekilmiş
üzüm çekirdeği veya kereviz ve anason çekirdeği
verilir. Diken çekirdiği, gül çekirdeği, gül, hatmi
tohumu, molehiya tohumu birer dirhem ağırlığında
öğütülür, taze, mayhoş meşrubatla ezilerek içilir.
Ağır yemekler ve süt ürünlerinden men edilir, acı
badem yağı ile siyah nohut yedirilir.’’
UÇUK VE MANTARA SİRKE
“Uçuk ve mantar tedavisine bölgeye uygulanacak olan
ilaç, sarı terminalia tohum özü, meyan kökü yaprağı
karışımının ezilmesi bölgeye sirke yağ ve petekle
sürülmesidir. Gıda hafifletilir.’’
CİNSEL İSTEKSİZLİKTE YAPILACAKLAR
“Hastaya yağlı acı yayık, şekerli süt ve zencefil
içirilir. Beline menekşe yağı sürmüşse tatlı
içeceklerden alıkonulur, balık eti yedirilir. Şayet
soğuk tabiatlı bir kimse ise terbiyelenmiş zencefil,
rafadan yumurta ve uzun biber yedirilir. Keza bal
ile soğangiller, şişman piliç, kuş eti yedirilip
bayat içecekler içirilir. Beli yoğurt ve yasemin
yağı ile yağlanır.’’
‘Sportif hareketlerin
en dengelisi yavaş yürümektir’
* Özel olarak yüksek sesle okumak, başı ve baştaki
organların hareketini sağlar. Onları ısıtır,
temizler ve yeniden güçlendirir.
* Hızlı yürüyüş kalçaları, uylukları, bacakları ve
ayakları hareket ettirir; bunları ısıtır ve
güçlendirir. Sportif hareketlerin en dengelisi yavaş
yürümektir.
‘YEMEKTEN ÖNCE BİR MİKTAR SPOR YAPIN’
* Hareket doğal ısıyı harekete geçiri, geliştirir.
Hareketsizlik doğal sıcaklığı dondurur ve söndürür.
* Yemekten önce bir miktar spor yapın. Öncesinde ve
sonrasında dinlenin. Yemekten sonra hareket etmeyin.
* Tek cins yemek ile yetinilmemeli, farklı yemekler
yenmeli. Çünkü bu tedbir bakımından önemlidir.
* Yemeklerin farklı renklerde olması da önemlidir.
Ancak her zaman olması gerekmez.
* Yemek yağlı ise bunun yanında tuzlu veya acı
yerse; yine tuzlu ve acı yerken yağlı bir şey yemesi
iyidir. Yemek ekşi ise yanında tatlı yemesi
zorunludur. Tatlının yanında ekşi de böyledir.
İbni Sina, tatlılar hakkında bin yıl önce şu
çarpıcı değerlendirmeyi yapmış: “Tatlılar iki
türlüdür. Ballı ve hamurlu. Ballı olanlar ağızda
eriyip mideye giderse sindirime yardımcı olur.
Hamurlu olanlara gelince, bunlar katıdır, sindirimi
ağırdır. Damar ve eklem tıkanıklarına sebep olur.
Tatlılar kan yapıcıdır, cinsel iktidara yardımcıdır.
“Cinsel iktidarın varlığının göstergesi yaş ne kadar
ilerlerse ilerlesin cinsel ilişkiye şehvet
duymaktır. Çocuk denecek kadar küçük yaştaki arzuya
cinsel iktidar denilemez. Bu haldeki bir cinsel
arzunun terk edilmesi kişiyi bunaltır, yemeğe olan
isteği iptal eder. Bu konuda aşırı gitmek bedeni
bitkin düşürür, görmeyi zayıflatır ve akıl dengesini
bozar.’’
“Yemekte hoş olmayan çeşide gelince; kızartma ile
haşlama, kırmızı et ile balık, kurutma ile taze, et
ile süt, yumurta ile et, baklagiller ile balık bir
arada yemek doğru olmayan karışımlardır. Su içmek
yemek üzerine susuzluğu giderir. Bunun yemekten çok
olmaması gerekir ki söndürücü olsun. Yemek ile
midenin kütlesi arasına girsin. Soğukluk derecesi
ise insana çok açık biçimde kendisini göstermeyecek
kadar olmalı. Ilık suda bir hayır yoktur.’’
“Çocuk yedi yaşına girmeden önce yorucu ve rahatsız
edici işlerin altına itilmemeli, bu şekilde bir
eğitim ve terbiye etme yoluna gidilmemelidir. Çünkü
bu çocuğun dinamizmini kırar, güzel yetişmesine
engel olur.’’
“Uyku organları dinlendirir ve yemekleri sindirir.
Kişiyi ve nefsi korur. Bedendeki doğal hareketler
uyku ile olgunlaşır. Aşırı uyku bedeni soğutur,
kişiyi aptallaştırır, yüzü kurutur. Uykusuzluk ise
cesedi kurutur, nemini temizler, güçleri çözer,
iradeyi engeller, mizacı bozar. Aşırı uykusuzluk
hali akli dengesizliğe sebep olur.’’
“Anne bebeğini sütten kestiği zaman yemeğe
dönmelidir. Yemeklerin en hafif ve yumuşağı ile
başlanmalı, ağırlarına doğru yavaş yavaş
ilerlemelidir. Yedi yaşından sonra, 14 yaşına
erişinceye kadar çocuğa meyve suyu içirilmemelidir.
Çünkü bu beyin ve sinir sistemini zayıflatır.’
Habertürk, 09.08.2013
|
AKIL HASTALARI YERALTINDAN ÇIKTI
Londra'da
yapılacak yeni tren hattının kazıları sırasında,
Bethlem Akıl Hastanesi'ndeki hastaların kemiklerini
de içeren 500 yıllık mezarlık bulundu.
Her gün binlerce Londralının geçtiği Liverpool
Street istasyonunun gizemli tarihi bugün ortaya
çıktı. Londra'ya yapılacak yeni tren hattının
kazıları sırasında, 16. yüzyıla ait olan Bedlam
mezarlığı bulundu.


Mezarlık, zamanında Bethlem Akıl Hastanesi'nin
arazisi üzerine inşa edilmişti. Söz konusu hastane,
daha sonra taşınmış ve zihinsel kaos kavramına adını
vermişti.
Tren hattının kazıları sırasında ortaya
çıkarılan kemiklerin 20.000 kişiye ait olduğu
düşünülüyor. Bu kemiklerin birçoğunun, öldükten
sonra aileleri tarafından hiç arayıp sorulmayan
Bethlem hastalarına ait olduğu düşünülüyor.
Ancak kemik kalıntılarının tam olarak kime ait
olduğunu bulmak son derece zor. Zira mezarlık 1714
yılında kapatılırken, kemik kalıntıları iki metre
derine gömülmüştü.
Kazılar sırasında sadece kemikler değil
mücevherler, Roma döneminden sikkeler ve iki bin
yıllık at nalları da bulundu.


Londra'ya yapılan bu yeni tren hattının 2018'de
tamamlanması bekleniyor. Yaklaşık 21 kilometre
uzunluğunda olacak tünellerin kazı çalışmaları
sırasında 100 kişilik bir arkeolog ekibi de görev
alıyor. Böylelikle arkeologlar, Londra'nın yer
altındaki tarihine ışık tutmaya çalışıyor.
Hürriyet, 08.08.2013
|
HZ. MUHAMMED'İN SÜT KARDEŞİ İSTANBUL'DA YATIYOR

"İstanbullu Sahabeler" kitabının yazarı,
araştırmacı
Necdet Yılmaz, Hazreti Muhammed'in
süt kardeşi olduğu rivayet edilen
Ebu Şeybe el-Hudri'nin, tıpkı Halid bin Zeyd Ebu
Eyyüb el-Ensari (Eyüp Sultan) gibi İstanbul'da vefat
ettiği ve kabrinin burada bulunduğu kesin olarak
bilinen sahabe olduğunu, ancak yeterince
tanınmadığını bildirdi.
İstanbul'da 29 sahabe kabri ve türbesi bulunurken,
bunlardan yalnızca Halid bin Zeyd Ebu Eyyüb
el-Ensari ve
Ebu Şeybe el-Hudri'nin İstanbul'da vefat ettiği
ve burada gömüldüğü biliniyor. Diğer 27 türbe ve
kabrin ise daha sonradan, ölen bu kişileri anmak
adına yapılan "makamlar" olduğuna inanılıyor.
Ramazan ayı nedeniyle, ziyaretçiler, en çok,
restorasyon çalışmaları olmasına ve ziyarete
yalnızca 09.00-12.30 saatleri arasında izin
verilmesine karşın Eyüp Sultan'a ilgi gösterirken,
İstanbul'da kesin olarak vefat edip burada
gömüldüğünü inanılan bir diğer sahabe
Ebu Şeybe el-Hudri'nin Ayvansaray'da, Tokludede
Sokağı bitiminde surlar arasındakı bulunan Toklu
Dede Haziresi'ndeki türbesi yeterince tanınmıyor.
Ebu Şeybe el-Hudri'nin, Hazreti Muhammed'in, süt
annesi Halime'den
süt kardeşi olduğu rivayet edilirken, türbe
yeterli ilgiyi görmüyor.
"İstanbullu Sahabeler" kitabını Dr. Coşkun Yılmaz
ile hazırlayan Dr.
Necdet Yılmaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
el-Hudri'nin İslam ordusunun İstanbul'u kuşattığı
sefere, 85-90 yaşlarında olmasına rağmen katıldığını
ve burada surların önünde vefat ettiğini ve de
buraya defnedildiğini belirtti.
İstanbul'daki sahabe makam ve kabirlerinden, Ebu
Eyyüb el-Ensari (Eyüp Sultan) dışında yalnızca
Ebu Şeybe el-Hudri'nin mezarının kesin olarak
bilindiğini ifade eden Yılmaz, şöyle devam etti:
"Şeybe el-Hudri, İstanbul'da şehadet makamına erdiği
kesin olan sahabedendir. Kaynaklarda, 'Yunus bin
El-Haris es-Sakafi şöyle anlattı: Müsris'in
babasından bahsederken şunları anlattığını duydum:
Resullulah'ın ashabından olan
Ebu Şeybe el-Hudri (Radıyallahu anh),
Konstantiniyye surlarında beraber bulunduğumuz bir
zaman vefat etti. Biz de kendisini oraya
defnediverdik' şeklinde yer almıştır. Bu ifadelerden
Ebu Şeybe el-Hudri hazretlerinin İstanbul
surları yanında şehit olduğu, beraberinde bulunan
Müsris adlı oğlunun diğer askerlerle beraber cenaze
namazını kılarak, onu vefat ettiği yere defnettiği
anlaşılmaktadır. Ebu Şeybe hazretleri, Osmanlı
döneminin tanınmış tarihçilerinden Hüseyin
Ayvansarayi'ye göre de İstanbul'da şehadet makamına
erdiği kesin olan sahabedendir.
Ebu Şeybe el-Hudri hazretleri, sura yakın bir
yerde vefat edeceği zaman şu hadis-i şerifi rivayet
etmiştir: 'Peygamberimizin şöyle buyurduğunu
işittim: 'Her kim La ilahe illallah' derse cennete
gider.' Kaynakların verdiği bilgiye göre bu hadisi
söyleyip vefat etmiş ve bulunduğu yere
defnedilmiştir."
TÜRBE FATİH SULTAN MEHMET TARAFINDAN
YAPTIRILMIŞ
Yılmaz, Ebu Şeybe el-Hudri'nin türbesinin,
geçmişte Eyüp Sultan gibi yoğun kalabalıklar
tarafından ziyaret edildiğini, ancak bu ilginin
zamanla kaybolduğunu aktarırken, şu bilgileri verdi:
"Ebu Şeybe el-Hudri Türbesi, Fatih Sultan Mehmed
tarafından yaptırılan sınırlı sayıdaki sahabe
türbesindendir. Türbedarlığa fethin övülmüş
askerlerinden ve devrin velilerinden Şeyh Toklu
İbrahim Dede getirilmiştir. Toklu İbrahim Dede,
burada daha önce inşa edilen kiliseyi mescide
çevirmiştir. Tokludede Mescidi olarak adlandırılan
bu mescit günümüze ulaşmamıştır. Ebu Şeybe el-Hudri
Türbesi'nin ihtiyaçları için 2. Beyazıt, vakfından
tahsisat ayrılmıştır. Bu uygulamalar mekana
Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren verilen
önemi göstermektedir. Bugünkü mevcut yapı ise Sultan
2. Mahmut tarafından 1835 yılında inşa
ettirilmiştir. Türbe giriş kapısı üzerinde bulunan
manzum kitabe, Sultan 2. Mahmud tarafından ihya
edildiğini göstermektedir."
Habertürk, 08.08.2013
|
LAODİKYA'DA BİN 900 YILLIK SÜTUNLAR BULUNDU

Denizli'de bulunan Laodikya
antik kentinde kazı
ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Laodikya
Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal
Şimşek, çalışmaların tüm hızıyla devam ettiği antik
kentte her geçen gün yeni eserlere ulaştıklarını
söyledi. Geçen yıldan bu yana büyük önem verdikleri
Kuzey Agora diye adlandırılan bölgedeki çalışmaların
devam ettiğini belirten Şimşek, ''Burası Anadolu'nun
en büyük Agoralarının başında yer alıyor. Burada
yaklaşık olarak 35 bin metrekarelik alan. 265 çarpı
130 metre ebatlara sahip dikdörtgen şeklinde. Biz
buradaki çalışmalarımızda Doğu portik diye
adlandırdığımız sütunlu galerileri ayağa
kaldırmıştık. Bu yılki çalışmalarımızda Batı
portiğin güney devamında sondaj çalışmaları yaptık.
Çünkü daha önce burayı tepe olarak düşünüyorduk''
dedi.
Tepe diye adlandırdıkları bölgede sondaj
çalışmaları yaptıklarını ifade eden Şimşek,
''Buradaki yaptığımız 5 metreye 5 metrelik sondaj
çalışmalarında 7 metre derinlikte sütunlu
galerilerin devamını tespit ettik. MS 494 yılı
depreminde yıkıldığı şekilde sütunlu galerileri
bulduk. Özellikle alanı hesap ettiğimizde 11 metreye
yakın yüksekliği olan bu sütunlu galerilerde en
azından 25 adet sütun sırasını burada açığa
çıkarabileceğiz. Laodikya'da öğleden sonra batıdan
doğuya doğru imbat denilen rüzgar esintileri yaygın
olarak etkili olmaktadır. MS 494 yılı depreminde
bu sütunlu galeri yıkıldıktan sonra rüzgarın
etkisiyle oluşan toz erozyonu tortuları burada bir 7
metre yüksekliğinde dağ oluşturmuş. Bu sayede de
buradaki sütunlu galeriler korunabilmiş. Adeta doğa
burada da kendi kendini korumaya almış diyebiliriz''
dedi. Laodikya Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı
Prof.Dr. Celal Şimşek,gelecek yılın başından itibaren
sütunları ayağa kaldırmaya başlayacaklarını ifade
ederek, sütunların ayağa kaldırılmasının ardından
bölgenin büyük sütunların yer aldığı bir gezinti
alanına sahip olacağını kaydetti.
Laodikya'nın erken Hristiyanlık döneminde bir
dinsel merkez olduğunu da belirten Şimşek,
''Laodikya İmparator Kostantin zamanında, 313
yılında Hıristiyanlığın serbest bırakılmasıyla
birlikte erken dönemde Hıristiyanlığı kabul eden bir
kent olmuş.Çünkü biz MS 1. yüzyıldan itibaren bu
kentte Hıristiyanlığın geliştiğini ve
yaygınlaştığını biliyoruz. Özellikle de 4. yüzyıldan
itibaren hac merkezi olmuş. İncil'de adı geçen
laodikya için yazılan ayeti olan bir kent burası. O
yüzden hemen hemen bin 600 yıldan beri Hıristiyan
alemi tarafından hac merkezi olarak gezilmektedir''
diye konuştu.
Zaman, 08.08.2013
|
İSTANBUL: TARİHİNİ YİYEN ŞEHİR
İstanbul’un dünyada
eşi benzeri bulunmayan zenginliklerinden biri de
en büyük sur varlığına sahip şehir olması.
Dünyanın hiçbir şehrinde bu uzunlukta, bu büyüklükte
ve bu çeşitlilikte bir sur varlığı yok. 5. yüzyılın
başında son halini alan 22 kilometre uzunluğundaki şehir surları (Theodosius Surları)
aynı zamanda şehrin eşsiz tarihine de işaret ediyor:
Londra, Paris, Brüksel gibi şehirler henüz küçük
yerleşim alanları iken İstanbul Avrupa ve Akdeniz
havzasının en büyük şehriydi. Bu şehirler hem
İstanbul ölçeğinde bir sur varlığına sahip
değillerdi, hem de 19. yüzyılda kapitalizmin
gelişmesi ile birlikte çok hızlı imar hareketlerine
sahne oldular ve tıpkı Galata’da olduğu gibi
surlarını yok ettiler. Bugün bu şehirlerde yalnızca
İstanbul’un Galata Kulesi ve kıyıda köşede
kalmış bir parça sur parçası gibi kalıntılar kaldı.
İstanbul’da ise modernleşme sürecinde mucize
kabilinden bir gelişme yaşandı. Tarihi Yarımada
adı verilen şehir merkezi denizle çevrili olduğu
için modern şehir kuzeye doğru gelişti. Hendekleri
doldurup bulvarlar açmak gerekmedi ve İstanbul’un
dünyada eşi benzeri olmayan bu önemli tarihsel
mirası bugüne kadar geldi. Özetle İstanbul eşsiz
zenginliğini korumayı başardı.
Ama sonra ne oldu? İstanbul yaratıcı enerjiyi
harekete geçirerek yönetmeyi, şehirliler için bir
zenginliğe dönüştürmeyi başarabildi mi? Hayır.
Paris, Londra, Brüksel İstanbul’un Galata semtindeki
kıyıda köşede kalmış sur parçalarını bir şehir
tarihi belgesi gibi gözetirken, bir araştırma
laboratuarına dönüştürürken (ve araştırmalar için
uluslararası işbirliği programları geliştirirken)
İstanbul bir mirasyedi gibi tarihini yemeye başladı.
İstanbul’un başına bir şehrin başına gelebilecek en
büyük felaketlerden biri geldi. Popülist iktidarlar
döneminde kültürel miras alanı geçmişin ideolojik
bir inşa alanı haline dönüştü. Şehrin birçok
zenginliği gibi İstanbul’un surları da yaratıcı
zekadan nasibini almayan pespaye inşaat çalışmaları
ile tahrip edildi. Üstelik İstanbulluların
kaynakları kullanılarak!
Sistemli tahribat
“Restorasyon” adı altında yapılan berbat
inşaat çalışmaları ile surların tarihsel bir belge
olma özelliği yok edilmeye çalışılırken, şehrin
topografyası içindeki bağlamları, görkemli
görünüşleri, hendek, sur hattı gibi bölümleri
otoyollar, hemen bitişiğine yapılan ahtapot gibi
kavşaklar (Topkapı), bizzat kamu kuruluşları
eliyle yapılan villalar (Sulukule), her biri
birer kazulet gibi tasarlanan kavşaklar, otoyollar,
resmi lojmanlar, spor ve dinlenme tesisleri ile
tahrip edildi. Son olarak Yedikule’de
görüldüğü gibi karasurları peyzajının geçmişten beri
ayrılmaz bir parçası olan bostanların da imha
edilmesine girişildi.
İstanbul’da yapılan bu tür sistemli tahribatların
arkasında “gizli bir örgüt” olduğu
düşünülebilir: Bu örgüt sanki İstanbul’un
zenginliklerini yakın çevresine çıkar sağlamak için,
üstelik İstanbulluların kaynaklarını kullanarak
yağmalıyor. Şehrin tarihte yaşadığı depremlerin,
savaşların böylesine bir tahribat yapmadığı, hatta
şehri 1204 yılında işgal eden ve zenginliklerini
yağmalayan Haçlıların bile İstanbul’a bu ölçekte
zarar vermediği düşünülürse, bu tahribatın arkasında
örgütlü bir yapının olduğu varsayılabilir.
İstanbul’un zenginliklerini yağmalayarak gelişen
bu örgütü “deşifre” etmeye çalışalım.
Önce bu örgüt nasıl çalışıyor, ona bakalım: Örgüt
“parçala ve yönet” prensibi ile çalışan bir
yapıya sahip. Örneğin ulaşımı yönetirken bunu
bütünden ayrı bir konu olarak ele alıyor ve
karasurlarının hemen önündeki Edirnekapı-
Yedikule arasındaki tarihi E-5 otoyol bağlantısı
haline getirip, (bir kaç yüz metre öteden geçirmek
mümkün iken) acımasız bir şekilde karasurlarının
dibine dayıyor. Bununla da kalmıyor. Surları sanki
yalnızca bir duvardan ibaret gibi algılıyor ve
çevresinde akıl almaz inşaatlara girişiyor.
Yedikule’de gördüğümüz gibi surlarla birlikte
yüzlerce yıldır yaşamayı başarmış bostanları park
yaparken şehrin bu gelişmiş ilişkisini
gözetmiyor, İstanbul’un bir başka köşesinde dahi
yapılsa “bu kadar da olmaz” dedirtecek bir
inşaat işine girişiyor. Oysa dünyanın birçok
üniversitesinden gelen öğrencilerin bu alandaki
projelerine, çalışmalarına bile bakılsa, çok daha
yaratıcı, değerbilir ve ilişkisel bir yaklaşımın
olabileceği görülebilir.
Sonra bu örgüt şehrin aklını nasıl dumura
uğratıyor, yaratıcı düşünceyi nasıl felç ediyor, bir
de ona bakalım: Bu örgüt araştırma, planlama,
projelendirme gibi işleri piyasa aktörlerine
yaptırarak imkansız bir işi başarıyor. Örneğin
İstanbul surlarının araştırma ve bilgi üretimi
işlerini “yükseklik, uzunluk” olarak
kendince ölçülebilir hale getiriyor ve müteahhitlere
ihale ediyor. Oysa değil proje hizmetleri, taş,
kereste, çimento, demir gibi materyaller bile satın
alınsa, evsafı bilinmeden ihale yapılamaz. Bu
nedenle dünyanın her yerinde bu tür çalışmalar
uluslararası bağımsız örgütler aracılığıyla yapılır.
Çünkü araştırma, bilgi üretimi süreçleri açık
uçludur. Bilgi yönelimli süreçlerin sonunda kapalı
uçlu süreçlere geçilir, o da rekabet koşulları
oluştuktan sonra.
Son olarak bu imkansız işin nasıl
meşrulaştırıldığına bakalım: İstanbul’un dünyanın en
büyük sur varlığına sahip olmasının önemli nedeni
onun 330 yılında Roma’nın başkenti olması hiç
kuşkusuz. İstanbul Roma İmparatorluğu’nun başkenti
ilan edildiğinde (330) aynı zamanda Hıristiyanlığın
da başkenti oldu. Büyük Konstantin ve ondan sonra
gelen imparatorlar İstanbul’u sarayları, limanları,
forumları, kiliseleri ile Akdeniz’in en büyük ve en
görkemli şehri haline getirdiler. Şehrin coğrafi
konumu da hiç şüphesiz önemliydi gelişmesinde.
İstanbul’un Osmanlı dönemi boyunca zenginliklerine
zenginlikler katıldı ve şehir muhteşem camiler,
suyolları, anıtlar ile donatıldı.
Niyetim bunları
uzun uzun anlatarak size tarih dersi vermek değil.
Şehrin tarihi, doğal zenginlikleri, insani gelişimi,
çeşitliliği unutturuluyor ve Alzheimer hastalığına
benzer belirtiler taşıyan bir yönetim ideolojisi ile
yeniden biçimlendirilmeye çalışılıyor. Kendi
geçmişini olduğu kadar bugününü, geleceğini de
tahakküm altına alan bir merkeziyetçi ideolojilerin
oyun alanı olarak görülüyor. Sorun da tam burada
düğümleniyor. Örneğin İstanbul’un fethi her yıl
törenlerle kutlanıyor. Ama objektif olarak
bakıldığında onun kadar önemi olan başka bir tarihi
olay, İstanbul’un Roma İmparatorluğu’nun (yani
Avrupa da dahil bütün klasik dünyanın) başkenti
oluşu değil okullarda öğretilmek, hatırlanmıyor
bile. Bunu yapmaya kalkanın da herhalde “şehrin
geçmişindeki Hıristiyanlığı hortlatmak” ya da “Bizans
sempatizanı olmak” gibi bir şekilde
düşmanlaştırılacağı kesin. Bu şiddetin arkasındaki
asıl mesele ise şehrin enerjisinin otoriter bir
rejim içinde felç edilmesi. Bu yüzden dünyanın en
büyük ve önemli kültür miraslarından biri, üstelik
UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne kabul edilmiş
(*) eşsiz bir varlığı yalnızca fethin bir
canlandırma alanı olarak algılanıyor. Bu yüzden
yalnızca dünyanın en önemli sur varlığı değil,
şehrin bütün Roma, Osmanlı, Cumhuriyet dönemi kültür
mirası çıkar amaçlı uygulamalarla yok ediliyor,
yaratıcı düşünceye açılamıyor.
Sonuç: İstanbul’u zenginliklerini yok eden
şiddetin pençesinden kurtarmak dış baskıyla falan
olmaz. İstanbul’un kendisinin elindeki eşi benzeri
olmayan zenginliğini keşfetmesi ve sınıfsal
çelişkilerini merkeze taşıyan, onun gölgesinde yakın
çevresine imkan sağlayan otoriter siyaset
anlayışından kurtulması gerekiyor.
(*) İstanbul’un karasurları 1985 yılından
beri Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür Örgütü
UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor. 80’li
ve 90’lı yıllarda yapılan inşaat çalışmaları
nedeniyle sürekli eleştirilere maruz kaldı. 2004
yılında Miras Komitesi yöneticisi Minja Yang ilk
uyarıyı yaptı, “böyle giderse İstanbul listeden
çıkarılır” dedi. 2006 yılında UNESCO Dünya Miras
Komitesi (Vilnius toplantısında) surlardaki inşaat
işlerinin durdurulmasını istedi. Sözleşme
koşullarına uyması için bir eylem planı kabul
edildi. Bu eylem planında yer alan yönetim planına
göre karasurları için bir uygulama yapılması
gerekiyor. 2008 yılında World Monuments Fund (N.Y.)
İstanbul’un surlarını tehdit altındaki 100 eser
listesine aldı.
Taraf, Yazı: Korhan Gümüş, 07.08.2013
|
119 YILLIK HÜKÜMET KONAĞI RESTORE EDİLDİ
Kastamonu'nun Taşköprü
İlçesi'nde 1894
yılında yapılan tarihi hükümet konağı,
restore edilerek yeniden hizmet vermeye
başladı.
Geçen yıl restorasyonuna başlanan
tarihi hükümet konağındaki çalışmaların
ardından kaymakamlık, yazı işleri müdürlüğü,
mal müdürlüğü,
sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı
gibi birimler tarihi binaya taşındı.
Taşköprü Kaymakamı Ali Yılmaz, gazetecilere
yaptığı açıklamada,
Ramazan Bayramı öncesi restorasyonu tamamlanan
tarihi hükümet konağına taşınmaktan dolayı mutlu
olduklarını söyledi.
Yapılan restorasyonla hükümet konağının ilçeye
daha da yakışan bir hale geldiğini vurgulayan
Yılmaz, "19. yüzyılın sonunda yapılan ve bölgede
sayılı konumdaki tarihi bina, teknik olanakları
kısıtlı durumdaydı. Binamızın tarihi değerini
korumak ve tarihi dokusunu ön plana çıkartmak
suretiyle yapılan restorasyon çalışmasıyla
vatandaşlarımız artık daha da iyi şartlarda
birimlerimizden faydalanabilecekler. Tüm
hemşehrilerimize
hayırlı olsun" diye konuştu.
- Tarihi Hükümet Konağı-
Taşköprü'nün 1868 yılında ilçe olmasıyla yapılan
Hükümet Konağı, 1890 senesinde meydana gelen büyük
yangında tamamen yandı. Aynı yıl yapımına başlanılan
konaktaki çalışmalar 1894 yılında tamamlandı.
Taş ve harçtan tam kargir ve üç katlı olarak
yapılan bina, 1985 yılında geniş çaplı bir onarımdan
geçti.
Ulu Önder
Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ağustos 1929 tarihinde
Taşköprü'ye gerçekleştirdiği gezide tarihi Hükümet
Konağı'nı da ziyaret etmişti.
Milliyet, 07.08.2013
|
TARİHİ MESCİTLER RESTORE EDİLİYOR
Kayseri Vakıflar Bölge Müdürlüğü, kentteki tarihi mescitlerin restore edilmesi çalışma başlattı. Bu arada Selçuklu eserleri Vezirhan ile Pamukhan da restore edildikten sonra işletilmesi için kiraya verilecek. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce, Güllük ve Sahabiye mahallelerinde, evlere bitişik haldeki tarihi mescitlerin gün yüzüne çıkarılması için ihale yapıldı. Çalışma kapsamında, Güllük Mahallesi’nde bulunan Kubaroğlu ve Tasmakırani ile Sahabiye Mahallesi’ndeki Helvacıdede Mescidi’nin restore edilmesine karar verildi. Bunun yanı sıra, Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Çifteönü, Bozatlıpaşa, Narlıönü, Seyitgazi, Hacıveled, Deliklitaş, Karaimam, Hacısaki ve Pınarbaşı’nda bulunan Melikgazi Camii ile yine Pınarbaşı’ndaki Güllabi, Melikgazi ve Sancaktar türbesinin restorasyon ihalelerinin yapıldığını belirtti. Şeyh İbrahim Tennuri, Emir Sultan, Battalgazi, Güllük, Hasinli Camileri ve Babik Bey ile Emirşah Tübeleri’nin de ihalelerinin yapılacağı bildirildi.
Taraf, 07.08.2013
|
 |
SELÇUK SU KEMERLERİNDEKİ ÇATLAKLAR

Selçuk'ta bulunan tarihi su kemerlerindeki
çatlakların ve kırılmaların sebebinin uzmanlar
tarafından bölgedeki yıkımlar ve yoğun trafik
akışının olduğu açıklandı.
2009 yılı içerisinde 124 ayaktan oluşan su
kemerlerinin ayakta kalan bölümünde başlatılan
restorasyon ve onarım çalışmaları Selçuk Belediyesi
tarafından kentsel dönüşüm ve yenileme proje
kapsamında gerçekleşmişti. Çalışmalar kapsamında,
ilçe merkezindeki İstasyon Meydanı'ndan Ayasuluk
Tepesi'ne kadar uzanan su kemerlerinden 14 ayağın
derz onarımı, yüzey temizlemesi ile kemerlerin tuğla
onarımları yapılmış, 77-78 ile 80-82 nolu ayaklar
arasındaki su kemerlerinde bağlantılar
tamamlanmıştı. Ancak zamanla restorasyon
çalışmalarına rağmen çatlaklar ve kırılmalar meydana
geldi. Arkeologlar ve restoratörler doğal sebepler
dışında su kemerlerine en güçlü zararı bölgede
gerçekleşen yıkımların ve araç trafiğinin vermiş
olabileceğini iddia ettiler. Uzmanlar ayrıca
restorasyon kadar korumanın da önemli olduğuna
dikkat çektiler.
SU KEMERLERİNİN TARİHÇESİ
St. Jean (Aziz Yuhanna) Takip Kapı¬sı'nın
doğusundan başlayıp ilçe içinde ve özellikle
istasyon çevresinde sağ¬lam olarak kalmış olan
Bizans sukemerleri, Şirince Boğazı'nda devam
etmekte ve kuzeye doğru yönelmek¬tedir. Bunlar,
Belevi ile Selçuk arasın¬daki Pranga mevkii
doğusundaki su kaynaklarından sağlanan içme suyunu,
Selçuk Ayasuluk Tepesi'ndeki Bizans dönemi
yerleşimine ve Ortaçağ'ın
Hac merkezi olan St. Jean Kilisesi'ne
ulaştırıyordu. İstasyon çevresinde 15 m. yükseklikte
sağlam kalabilen sukemerlerinin ayaklarında,
Efes ve Arte-mision'dan getirilen devşirme
mermer bloklar, düzeltilerek kullanılmıştır. Bunlar
arasındaki Arkaik döneme ait İon sütun başlıkları
önemlidir (Selçuk
Efes Müzesi, Büyük Avlu). Üstteki kemerlerde ise
tuğla kullanılmıştır. Sukemerlerinin Ayasuluk
Tepesi'ne ulaştığı yerde (Takip Kapısı'nın doğu
kısmında), büyük boyutlu bir su depo¬su veya samıcı
son yıllarda kazılarak ortaya çıkarılmış ve restore
edilmiştir. Kemerli ve tonozlu bir üstyapıya sahip
olan su deposunda da
Efes'ten getiril¬miş yivli sütunlar ve is 2.
yüzyıl ortasına ait Kompozit düzenli sütun başlıktan
kullanılmıştır.
haberler.com, 07.08.2013
|
ABD'Lİ TURİST 600 YILLIK HEYKELİ KIRDI

İtalya'nın Floransa kentindeki bir müzede bulunan
Bakire Meryem heykeli, ABD'li bir turist
dikkatsizliği yüzünden serçe parmağını kaybetti.
Talihsiz olayın, turistin anlamsız bir şekilde
mermer heykelin serçe parmağını ölçmek isterken
yaşandığı bildirildi. Museo dell'Opera del Duomo'da
(Duomo Katedrali Eserleri Müzesi) sergilenen
heykelin, 600 yıl önce yaşamış İtalyan heykeltıraş
Giovanni d'Ambrogio'nun elinden çıktığı öğrenildi.
Güvenlik görevlilerinin kaza yaşanmadan önce
Amerikalı turisti defalarca uyardığı, fakat kimliği
açıklanmayan turistin dikkatsiz tavırlarını ısrarla
sürdürdüğü öğrenildi. İş işten geçtikten sonra
pişman olan Amerikalı turistin, özür dileyerek üzgün
olduğunu belirttiği öğrenildi. Floransa'daki bir
diğer antik eser müzesi olan Kutsal Sanatlar ve
Kilise Kültürel Mirası Müdürü, Amerikalı Timothy
Verdon, Bakire Meryem heykelinin serçe parmağını
kıran vatandaşını sert bir dille eleştirdi. "Müze
ziyaretlerinin en basit kurallarından olan 'Sanat
eserlerine dokunulmaması' gibi bir kurala bile
uyamıyoruz" diyen Verdon kırılan serçe parmağının
orijinal olmadığını fakat son derece değerli bir
restorasyon parçası olduğunu da sözlerine ekledi.
Heykelin tamiratının ne kadara mal olacağı ve ne
kadar süreceği yapılacak incelemelerin ardından
bildirilecek.
Sabah, 07.08.2013
|
AHIR ENKAZINDAN GÖMÜ ÇIKTI

Batman'ın Kozluk İlçesi'ne bağlı Koçaklar Köyü'nde
hayvancılık yapan Mahfuz Nazar, büyütmek için
yıktığı ahır enkazında, taş kaplamalı sandık
içerisinden 50 parçalık altın bileklik, sikke,
gümüş, bronz ve cam yüzük ile küpe buldu.
Kozluk İlçesi'ne bağlı Koçaklar Köyü'nde, bir
ahırda küçük bir define bulundu. Taş kaplamalı
sandıkta Roma Dönemi'ne ait 50 parça altın bileklik,
sikke, gümüş, bronz-cam yüzük ve küpe bulan Mahfuz
Nazar, küçük defineyi Batman Müze Müdürlüğü'ne
teslim etti. Önceki gün besi çiftliğini genişletme
için kazı çalışmaları sırasında yarım metre
derinlikte, taş sandığa rastlayan Nazar, kilitli taş
sandığı açtığında Roma dönemine ait bir gömü
bulduğunu söyledi. Tesadüfen bulduğu defineyi,
dolandırıcı şebekelerinden uzak tutmak için Batman
Kültür ve Turizm Müdürlüğü'ne bağlı Müze
Müdürlüğü'ne tutanakla teslim eden Mahfuz Nazar,
müzenin altınlara değer biçmesini bekliyor.
Batman Müze Müdirü Tenzile Uysal, önemli
höyüklerin bulunduğu Batman il sınırlarında
toprağında tesadüf sonucu önemli eserleri bulan bazı
vatandaşlara her türlü kolaylığı sağladıklarını
söyledi. Koçaklar Köyü'nde ahır enkazında bulunan
50'ye yakın eserin komisyon tarafından incelemeye
alındığını belirten Uysal, şöyle dedi:
"Komisyonumuz Roma dönemine ait eserlerin etüd ve
envanter işlemlerini yürütüyor. Yakın bir tarihte
komisyon eserlere değer biçecek. Vatandaşların
bulduğu eserleri müzemize getirmesi sevindiricidir."
Zaman, 07.08.2013
|
"USTA MEKTEBİ PROJESİ İPTAL EDİLSİN"

Tophane’deki İmalat-ı Harbiye Usta Mektebi’nin
yeniden ihyası projesinde arkeolojik kazı
çalışmaları sırasında ortaya çıkan buluntuların
ardından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Rektörü Yalçın Karayağız bir açıklama yaptı.
Karayağız açıklamasında, “2010’da Koruma Kurulu
tarafından onaylanmış bir proje ve ihale var. Ama
biz bunu uygulamak zorunda değiliz. Koruma Kurulu
projenin uygun olduğuna dair karar verse bile biz
istersek o işten çekilip binayı yapmayız. Kazıdan
çıkan sonuca ve üniversitenin bilim kurulunun
raporuna göre iş yaparız” dedi. MSGSÜ öğretim
üyeleri, rektörün bu sözleri üzerine kentin
ortasında böyle önemli kalıntıların ortaya çıktığı
bir alanda bir yapının doğru olmayacağını ve
projeden vazgeçilmesi gerektiğini söylediler.
» MSGSÜ öğretim görevlisi Aykut Köksal:
MSGSÜ Rektörü Yalçın Karayağız’ın, kararı
üniversite öğretim üyelerinin akademik duyarlılığına
bırakan açıklamasını son derece olumlu ve sağduyulu
buluyorum. Hiç kuşkusuz kentin merkezinde bu denli
önemli kalıntıların çıktığı bir arkeolojik alanda
yapılaşma düşünülemez, üniversite öğretim
üyelerinden oluşan bilim kurulunun da bu görüşte
olacağı açıktır. Ayrıca inşa edilmek istenen
projenin de sahte bir rekonstrüksiyon projesi
olduğunu unutmamak gerekir.
» MSGSÜ Restorasyon Röleve Bölümü Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Hale Tokay:
Kazı çalışmaları devam ediyor, arkeolojik kazı
çalışmalarının sonuçlarına göre çok önemli
kalıntılar ortaya çıkarsa biz de yapılmaması
taraftarıyız.
» MSGSÜ Mim. Fak. Şehir
ve Bölge Planlama
Bölümü Başkanı Gülşen Özaydın:
Konuya olmazsa olmaz birbiriyle ilişkili üç temel
alandan yaklaşmak gerekir: Kentsel bağlam, koruma ve
hukuk. Söz konusu alan kentsel bağlam açısından;
eğimli dar bir yamaçta bulunması, üzerinde
arkeolojik bir katman barındırması nedeniyle
kesinlikle yapı yapılmasının mümkün olmadığı bir yer
özelliğini göstermektedir. Koruma ilkeleri açısından
ise, varlığı bilinen ancak günümüzde olmayan bir
yapının aynı mimari özelliklerde yeniden
yapılabilmesi için, kentsel bellek açısından çok
önemli bir toplumsal nedeni, teknik açıdan da bütün
belgelerinin (plan, kesit, cephe, vb.) eksiksiz
olması gerekmektedir. Tophane Kışlası’nın günümüzde
bir kışla mimarisi olarak yapılmasını gerektiren ne
bir toplumsal neden, ne de yapının orijinali gibi
yapılabilmesi için gerekli belgeler bulunmaktadır.
Daha da önemlisi sürdürülmekte olan arkeolojik
kazılarda, yapının yapılmasının düşünüldüğü yerde
Erken Bizans Dönemi’ne ait çok önemli buluntular
ortaya çıkmıştır. Koruma ilkeleri açısından buraya
yeni bir yapının yapılması söz konusu bile olamaz.
Hukuk ilkeleri açısından ise söz konusu alan;
yürürlükteki koruma amaçlı imar planına göre
arkeolojik park ve sergi alanı fonksiyonunda
kalmaktadır. Uyulması zorunlu bir yasal belge olan
bu planlara göre de buraya kesinlikle yapı
yapılamaz.
» MSGSÜ Arkeoloji Bölüm
Başkanı Prof.Dr.
Christine Özgan:
Ortaya çıkan buluntuların korunması gerekiyor. Bu
önemli kalıntıları yok etmek çok yanlıştır.
Fındıklı’daki tarihi Süheyl Bey Camii gibi üzerine
camekanlı bir şey yapılması yanlış olur. Bundan
dolayı projeye sıcak bakmıyorum yeniden oturulup
görüşülmesi gerekiyor.
Taraf, Haber: Bülent Onur Şahin, 07.08.2013
|
TARİHİ YARIMADA'NIN TRENDİ AYAKTA DURMAK

EMBARQ
Türkiye – Sürdürülebilir Ulaşım Derneği’nin
'İstanbul'un Ortak Yaşam Alanları ve Toplumsal
Yaşamı – Herkes İçin Erişilebilir Bir Kent'
araştırması: Hafta içi yaklaşık 413 bin kişinin
tespit edildiği Tarihi Yarımada’da en popüler
faaliyet ayakta durmak. Bu eylemin en yoğun
gözlendiği yer ise Galata Köprüsü ve civarı.
EMBARQ Türkiye – Sürdürülebilir Ulaşım
Derneği’nin Gehl Architects
ile birlikte İstanbul'un Tarihi Yarımada’sı
için gerçekleştirdiği
'İstanbul'un Ortak
Yaşam Alanları ve Toplumsal Yaşamı – Herkes İçin
Erişilebilir Bir Kent' araştırmasına göre
İstanbul’un yüzde 3’ü her gün Tarihi Yarımada’yı
keşfetmekle meşgul. Hafta içi yaklaşık 413 bin
kişinin tespit edildiği Tarihi Yarımada’da en
popüler faaliyet ayakta durmak. 12:00 – 16:00
saatleri arasında gerçekleştirilen tespitlere göre,
Tarihi Yarımada’da bulunanların yüzde 26’i sadece
ayakta duruyor. O an orada bulunanların yüzde 21’si
ise bir kenarda öylece oturuyor. Araştırmaya göre
her iki eylemin de en yoğun yapıldığı yer Galata
Köprüsü ve civarı. Cumartesi günleri ise hem insan
sayısında hem de ayakta duran kişi sayısında önemli
bir artış olduğu gözleniyor.
55 bin nüfusu olan Tarihi Yarımada, gün içerisinde
2,5 milyon insanı ağırlıyor. İstanbul ve aralarında
New York, Londra, Melbourne ve Kopenhag’ın da yer
aldığı dünyanın en işlek yaya trafiğine sahip
kentler karşılaştırıldığında, Tarihi Yarımada
içindeki Ragıp Gümüşpala Caddesi’nin çok daha fazla
yaya tarafından kullanıldığı görülüyor.
Erkek yayaların sayısı kadınların iki
katından fazla
Araştırma sonuçlarını değerlendiren EMBARQ Türkiye –
Sürdürülebilir Ulaşım Derneği Direktörü Arzu Tekir,
Tarihi Yarımada’da seçilen bazı sokak ve caddelerde
yaya sayımı yapıldığını belirterek; şöyle söyledi:
“Araştırma toplu taşıma merkezleri, deniz
kenarlarındaki yürüyüş alanları ve merkezi caddeler
ile yan sokakları içeren bir rotayı kapsıyor.
Araştırmada ortak yaşam alanlarındaki farklı
kullanıcıları belirlemek amacıyla seçilmiş bazı
bölgelerde Yaş ve Cinsiyet araştırması da yaptık.
Yoldan geçen yayaların yüzde 90’ı 15 – 65 yaş
arasındaki genç ve orta yaşlı yetişkinler.
Araştırma, erkek yaya sayısının kadınlardan iki kat
daha fazla olduğunu gösteriyor”.
Arzu Tekir, diğer kentlerle kıyaslandığında
İstanbul’da daha çok çocuk kaydedilmesine rağmen,
çocukların ortak yaşam alanlarında onları davet
edici pek fazla şey olmadığına dikkat çekerek, “Buna
rağmen Tarihi Yarımada’da çocuklar akşama kadar
kalıyorlar” dedi.
Ya ayakta duruyoruz, ya da uzanıyoruz
Yapılan araştırmada farklı ortak yaşam alanlarını
temsil eden 14 lokasyon belirlediklerini ifade eden
Arzu Tekir, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Araştırma, seçilmiş bölgelerde yayaların ne
yaptıklarına dair de veriler içeriyor. Hafta içi
12.00 - 14.00 saatleri arasında yapılan en yaygın
pasif faaliyet yüzde 24 ile ayakta durma, yüzde 21
ile bir kenarda oturma şeklinde iken Cumartesi
günleri ise aynı faaliyetler sırasıyla yüzde 31 ve
yüzde 22 olarak artış gösteriyor.
Banklar dinlenme olanağı sağlayacak
şekilde yerleştirilmemiş
Araştırma neticesinde Tarihi Yarımada’nın yoğun
nüfusu karşısında yeteri kadar bank ve oturma yeri
bulunmadığının da tespit edildiğini belirten Arzu
Tekir, “Seçilmiş cadde, meydan ve parklardaki
banklarda yaklaşık 4 bin 315 oturma yeri belirlendi.
Ancak sorun mevcut bankların, yayalara dinlenme
olanağı sağlayacak şekilde yerleştirilmemiş olması”
diye konuştu.
Yapı, 07.08.2013
|
YEDİKULE BOSTANLARI ÜZERİNE TALEPLERİMİZ

Sevgili Okurlar,
Yedikule bostanlarının varlığından, belki son bir
ayda gerçekleşen yıkımlar dolayısıyla geçtiğimiz
günlerde haberdar oldunuz. Ya da İstanbul'da bin
beşyüz yıl önce işlenip örülmüş karasurlarının
eteğinde yine yüzyıllardır bostan olarak ekilip
biçilen toprakların domatesini, marulunu, rokasını
senelerdir tatmaktasınız. Sur içinde yer alan
yaklaşık 60 dönüm ekilebilir bostan arazisinden 5-17
Temmuz tarihleri arasında 27 dönüm bostan arazisi
kaybedildi. Geçtiğimiz hafta bir bostancı evini
kaybetti. Kurulumları nasıl bir teknoloji, iş ve
düşünce gücü gerektirdiyse, yıkımları da bir o kadar
üzerine düşünülmesi gereken bu alanlar, kuşbakışı
mimari bir planla yeniden düzenleniyor. Bir tarafta
boş beyaz kağıtlar üzerine not edilmiş parsel
numaraları, diğer yanda lüks konutların bahçe
planını taklit eden bir mimari proje planı. Bu
kuşbakışı düzenlemeler, alan araştırmasını,
mahalleliyle konuşmayı, tarafsız uzmanlara danışmayı
es geçen bir ivedilikle gerçekleştiriliyor.
Belediye'nin anlaşma yaptığı inşaat (Efor Yapı A.Ş.
ve Yimtaş A.Ş.) ve mimarlık (Kutup Planlama)
firmaları ihaleyi 2007 senesinde almış olmalarına
rağmen, bu "park" projesinden 2013 Temmuz ayının
başında Belgradkapı ve Yedikulekapı civarına dikilen
iki levha aracılığıyla mahallelinin haberi oluyor.
Alternatif yollardan, belediyede eşi dostu olan ya
da bir kahvehane dedikodusunda bu konu kulağına
çalınmış olan bir mahalleli belki vardır.
YARIMADADA YAP BOZ OYUNU
Belediye planları üzerine söylenceler dolaşırken,
insanlar bu plan bizim evi de kapsar mı diye
sorarken, belediyenin bilgilendirme ve katılımcılık
kanallarında ciddi sorunlar olduğu aşikar. Büyüteçle
baktığımızda bu "park" projesi, halihazırda
Yedikulekapı dibine inşa edilmiş TOKİ "Yedikule
Konakları"nın bahçesi gibi görünüyor. Fakat basında
yer alan mega projelerle birlikte düşünüldüğünde, bu
masum "park" projesinin, Fatih Belediye'sinin tarihi
yarımada üzerinde planladığı büyük yap boz oyununun
bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Bunlardan biri Olimpiyatlar için tasarlanan kentsel
dönüşüm projesi, diğeri Marmaray hattındaki tren
yolu ve istasyonlarında planlanan devre dışı bırakma
süreci ve bir diğeri de Yenikapı Projesi. Kente dair
karar alma süreçlerinin kentlilere kapatıldığı bir
durumla karşı karşıyayız. Yedikule Bostanları
girişimi olarak hiçbir çıkar gözetmeksizin, ısrarla
kentin geleceğine dair kararlarda söz söyleme
talebinde bulunuyoruz.
BOSTANIN TARİHİ
Yaklaşık bir aydır devam eden bilgi edinme arayışı,
bostanı yıkılan bir bostancının açtığı dava ve
yapılan tescil başvuruları ertesinde 1 Ağustos'ta
Yedikule Bostan Okulu kuruldu. Atalık yöntemlerle
tohum ekmeyi, tava yapmayı, "lale" kullanarak incir
toplamayı öğrenmek üzere toprakla uğraşmayı seven,
bahçesini işler hale getirmek isteyen çocuk ve
yetişkinlere eğitim verecek olan, öncülüğünü
bostancıların ve mahalleli gençlerin yaptığı herkese
açık bir okul. Bostanlarda meyve olarak her yıl
tonlarca incir, dut ve nar yetişiyor. Tüketicisine
ulaşmak için kilometrelerce yol kat eden, bozulmadan
uzun süre bekleyebilmesi için buzhanelerde depolanan
ve ilaçlanan gıdalar yerine yerel üretim ve tüketim
hem sağlık hem ekonomi açısıdan tercih edilmeli.
Yedikule'deki bostanlarda her yıl yetişen tonlarca
semizotu, marul, dereotu, maydanoz, pazı, lahana,
domates, biber, tere, karnıbahar, patlıcan, mısır,
ve karalahana semt pazarlarında ve sur çevresinde
satılıyor, fazla mahsul ise hal'e gönderiliyor.
Bu semtler arası meyve sebze trafiği Osmanlı
döneminden beri devam etmekte. Osmanlı yadigarı taş
örme kuyuları, havuzları, ve set duvarlarıyla
yerleşik bir sulama sistemi sayesinde üretim yapan
bostanlar kentsel tarım teknolojisinin tarihi bir
örneğini oluşturuyor. Aramızdaki tarih
araştırmacıları belediyenin müdahale ettiği bölgede
iki tane sadrazam bahçesi tespit etti. Aslında bugün
bu bostanlarda yapılan ne permakültür ne de
çokuluslu şirketlerin denetimindeki büyük
işletmelerin tarımı. Burada söz konusu olan kentin
dokusuna ve altyapısına uyum sağlamış köklü bir
üretim sistemi. Bu üretim sistemi sadece mekansal
tarihin bir parçası değil, bostancı nesilleri
arasında usta-çırak ilişkisiyle oluşmuş organik
bağlar sebebiyle kültürel tarihin de bir parçası.
Çoğunluğu çocuk yaşlarda Kastamonu'dan göç etmiş
bugünkü Yedikule bostancıları, taş örme kuyu açmayı,
havuz sistemini kullanmayı, tava yapmayı, sıkça
yadettikleri Yane, Hristo gibi ustalarından
öğrenmişler.
TALEP EDİYORUZ
İstanbul genelinde ve çeşitli semtlerde tepeden inme
mega projelere karşı kent hareketleri hali hazırda
devam etmektedir. Şirketlere iştirakçı belediyelerin
yeni bir iş edinip katılımcı yerel yönetim
kanallarını açmak yolunda somut çözümler üretmesini
bu açık mektupla talep ediyoruz. Yedikule
Bostanlarını Koruma Girişimi olarak yapılan
yanlıştan bir an önce dönülmesini, proje kapsamında
yok edilen ekili bostanların aslına rücu
ettirilmesini, UNESCO Dünya Miras Listesi'ndeki
İstanbul Karasurları'nın koruma alanı içinde kalan
bostanların surların ayrılmaz bir parçası olarak
bostan niteliğini koruduğu ve sürdürebildiği; kalan
alanların ise güvenli, sağlıklı ve kamu kullanımına
açık hale getirildiği bir düzenleme yapılmasını
talep ediyoruz.
Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi,
Fotoğraf: Birgün, 06.08.2013
|
ANTİK YOL, ASFALTIN ALTINDAN ÇIKACAK

Beyaz cennet Pamukkale'deki Hierapolis
antik kentinin 2 bin yıllık tarihi yolunun üzerine 30 yıl
önce dökülen asfalt zemin kaldırıldı. Restore
çalışmalarının tamamlanmasının ardından turistler
asfalt zemin yerine antik yoldan yürüyecek.
Araçlar kullanıyordu
Hierapolis antik kentinin 56 yıldır kazı
çalışmalarını sürdüren İtalyan Kazı Heyeti ile
Denizli Valiliği bu yıl ilk kez işbirliğine
gitmişti. Kazılara Türk arkeologların da
katılmasıyla birlikte antik kentin birçok yerinde
kazı çalışmaları başlatıldı. Türk arkeologların
katıldığı ilk kazı sezonunda, 30 yıl önce antik taş
yolda yapılan asfalt zeminin kaldırılması
kararlaştırıldı. Aydın Kültür ve Tabiat Varlıkları
Koruma Kurulu'nun da onayladığı çalışma için
Pamukkale kuzey kapısından başlayıp nekropolün
içinden geçerek antik kente ulaşan yoldaki asfalt
söküldü. Pamukkale'ye kuzey kapısından gelen
turistlerin toz veya çamurdan etkilenmemesi ve
araçların girişi için 1983 yılında yapılan asfalt
yolun altındaki tarihi taş yol ortaya çıkarıldı.
Yolun antik dönemdeki halini alması için zeminde
restore çalışması yapılacağı dile getirildi. Restore
çalışmasının ardından turistlerin asfalt zemin
yerine antik yoldan yürüyeceği belirtildi.
Muhteşem olacak
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, tarihi yolun
yıllardır asfalt altında kaldığını belirterek,
"Asfalt ve üzerindeki toprak kaldırılınca dönemin
şehre girişi olarak kullanılan tarihi taş yol ortaya
çıktı. Bu muhteşem" diye konuştu. Antik yolun
yıllarca asfaltın altında kalmasının üzücü olduğunu
dile getiren Vali Demir, "Yol tamamen temizlenip,
restore edildikten sonra çok harikulade bir görüntü
ortaya çıkacak. Kuzey kapısından girdikten sonra
antik taş yoldan, Kuzey Nekropolü'nün içinden
geçerek antik şehre girilecek. Bu yerli ve yabancı
turistlere muhteşem bir haz yaşatacak" dedi.
Yeni Asır, Haber: Ufuk Soyhan, 06.08.2013
|
15 MİLYON YILLIK BALİNA KAFASI BULUNDU

Amerika Birleşik Devletleri ’nin Virginia
eyaletindeki Potomac Nehri’nin kıyısı, Miyosen
dönemine (Günümüzden 23,03-5,33 milyon yıl öncesi)
ışık tutabilecek önemli bir keşfe ev sahipliği
yaptı.
Calvert Deniz Müzesi’nden yapılan açıklamada 15
milyon yaşında olduğu tahmin edilen “dişsiz balina”
türünden bir balina kafatası bulunduğu belirtildi.
Paleantolog John Nance, yaklaşık 7,5 metre
uzunluğunda olduğu tahmin edilen balinanın şimdilik
sadece kafatasına ulaşabildiklerini, balinanın
geride kalan bölümlerinin ise Stratford Uçurumu’nda
gömülü olduğunu ifade etti.
Paleantolog ekibinin başındaki isim olan John Nance,
balina kafatasını “rüya keşif” olarak nitelendirdi.
Miyosen döneminde iklimin bugüne nazaran daha ılıman
olduğunu ve okyanusun bugün kapladığı alandan daha
fazlasına yayıldığını aktaran Nance, uçurumun
Miyosen dönemine ait başka hayvan fosillerini de
bünyesinde saklıyor olabileceğini ileri sürdü.
Radikal, 06.08.2013
|
TARSUS'TA TAŞIN ÜZERİNDE BALIK FOSİLİ

Mersin’in Tarsus
İlçesi'nde, deniz seviyesinden
800 metre yüksekteki bir dağ köyünde yaşayan Mahmut
Petek isimli vatandaş balık fosili buldu.
Alınan bilgiye göre, Belen Köyü'nde oturan Mahmut
Petek, 2 ay önce iş yerinden çıkışta motosikleti ile
evine giderken yol kenarında durup, dinlenmek
istedi. Bu sırada motosikleti kaymasın diye
şarampolden bir taş alıp, motosikletin lastiğinin
önüne koyduğu sırada, taşın üzerindeki balığa benzer
şekil dikkatini çekti. Taşı inceleyen Mahmut Petek,
taşın üzerindeki balık fosilini gördü. Taşı evine
götüren Mahmut Petek, gazeteciler ile irtibata
geçerek, bulduğu fosilin araştırılmasını istedi.
Köylerinin deniz seviyesinden 800 metre yüksekte
olduğunu ve bir dağ köyü olduğunu dile getiren
Mahmut Petek, şaşkınlığını gizleyemedi.
İnternetten fosillerin tarihini araştırdığını da
anlatan üç çocuk babası Mahmut Petek, fosillerinin
tarihinin milyonlarca yıl ötesine dayandığını dile
getirdi.
Bu yüzden bulduğu fosilinin araştırılmasını isteyen
Mahmut Petek, "Bu işle ilgilenen jeoloji
mühendislerine, Üniversitelere sesleniyorum. Bu
fosilin 50-100 bin lira değeri olduğu söyleniyor. Bu
fırsatı bende değerlendirmek istiyorum. Üç çocuğum
var üçü de okuyor. Bu işten kazandığım parayı
onlarında eğitimlerine harcamak istiyorum" dedi.
Sabah, 06.08.2013
|
ÇAMLICA CAMİİ'NİN TEMELLERİ ATILDI
Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Başbakan Erdoğan
tarafından açıklanan Çamlıca Camii ile ilgili temel
atma çalışmalarına başlandı. Konuyla ilgili
değerlendirmede bulunan ve caminin temeli için ilk
harcı atan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar, 268 rakımlı Çamlıca Tepesi’nde, 57 bin
500 metrekare arsa üzerinde kurulacak külliyenin
mimari tarzının, bulunduğu tepenin topografik
eğrisel süeti ile bütünlük arz etmesi bakımından
hassasiyetle projelendirildiğini belirtti.
Temel atma töreninde konuşan Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar; “Bu gün temellerini
attığımız bu büyük eser sıradan bir külliye değil,
geçmişten günümüze bir sentez niteliği taşıyan büyük
bir proje. Kültür ve eğitim alanı olacak Çamlıca
Camii İstanbul’un ve ülkemizin marka değerini
yükselterek İslam alemine değer katacak” dedi.

Tüm tv vericileri kaldırılacak
Erdoğan Bayraktar eserin çevreci bir anlayış ile
dizayn edileceğini belirterek “Dünyanın sayılı
eserlerinden biri haline gelecek proje alanındaki
tüm tv vericilerini kaldıracağız. Bu benzersiz
eserin tüm zemin etüdleri tamamlandı ve ÇED raporu
alındı” şeklinde konuştu.
131 Milyon TL’lik yatırım
Bayraktar eserin 81 proje arasından yarışma ile
seçildiğini açıklayarak “yarışma sonrasında
Başbakanımızın talimatı ile akademisyenlerin de
değerlendirmeleri ile birlikte düzenlediğimiz
Çamlıca Camii’yi 131 Milyon TL’lik bir yatırım ile
hayata geçiriyoruz. Selçuklu ve Osmanlı motifleri
taşıyan bu büyük eser geçmişten geleceğe sentez
niteliği taşıyor.
250 bin metrekarelik yeşil alan
Geleneksel Türk İslam mimarisi tarzı ile günümüz
mekansal mimari anlayışını birleştiren dönemin
sembol eserlerinden olacağının altını çizen Bakan
Bayraktar “Çamlıca Tepesi’nin yaklaşık 250 bin
metrekare rekreasyon alanı içerisinde, bölgenin
yeşil dokusu ile bütünleştirilerek hazırlanmakta
olan kentsel tasarım projesi alanında kalan bu
eserin, gelecek nesillere miras kalacağına
inanıyoruz” dedi.

37 bin kişilik kapasite
121 bin metrekare arsa alnından oluşan Çamlıca
Camii, 15 bin 45 metrekare oturma alnına sahip.
Caminin cemaat kapasitesi ise 37 bin 500 kişi. 70.45
metre kubbe yüksekliği ve 34 metre kubbe çapı olan
cami, 6 adet minareye sahip. Minarelerin yüksekliği
ise 278 metrekare.
Kültür ve eğitim alanları bir arada
Çamlıca Camii içerisinde Türk İslam Eserleri
Müzesi, galeri, kütüphane konferans salonu ve bir de
fuaye alanı yer alacak. Çamlıca Camii; 1000 kişilik
konferans salonu, 2 bin 750 metrekare kütüphane, 3
bin 435 metrekare sanat galerisi, 10 bin 950
metrekarelik müze ve farklı alanlardan oluşan 8 adet
atölyenin yanı sıra, 3 bin 40 araçlık kapalı
otoparkı bünyesinde barındırıyor.
Yapı, 06.08.2013
|
ATATÜRK'ÜN SELANİK'TEKİ EVİ YENİLENDİ

Mustafa Kemal
Atatürk'ün doğduğu ve babası Ali Rıza Efendi'nin
vefatına kadar yaşadığı Selanik Atatürk Evi'nin
yenileme çalışmaları tamamlandı.
Atatürk'ün Selanik'te dünyaya geldiği ev,
yenilenen yüzüyle Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik'in 16 Ağustos'ta gerçekleştireceği açılışın
ardından ziyaretçilerini kabul etmeye başlayacak.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün 1881 yılında
hayata gözlerini açtığı ve babası Ali Rıza
Efendi'nin vefatına kadar yaşadığı "Selanik Atatük
Evi"nin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
yürütülen yenileme çalışmaları tamamlandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan edinilen bilgiye
göre, Atatürk'ün Selanik'te dünyaya geldiği ev,
yenilenen yüzüyle Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik'in 16 Ağustos'ta gerçekleştireceği açılışın
ardından ziyaretçilerini kabul etmeye başlayacak.
2010 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
Dışişleri Bakanlığı'nın onayıyla başlatılan ve Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün
koordinasyonunda yürütülen evin tarihi ve milli
önemi çerçevesinde, çağdaş müzecilik anlayışına
uygun olarak yeniden düzenlenmesi ve binanın ihtiyaç
gösterdiği onarımlarının yapılmasına yönelik
çalışmalarda sona gelindi.
Akşam, 06.08.2013
|
APOLLON TAPINAĞI'NDA KAZILAR BAŞLADI

Aydın'ın Didim İlçesi'ndeki tarihi
Apollon Tapınağı çevresi ve Kutsal Yol üzerinde
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü'nün onayı ile, geçen yıl ara
verilen kazı çalışmaları yeniden başladı. Alman
Halle Üniversitesi, İzmir Üniversitesi, Alman
Arkeoloji Enstitüsü'nün Milet Müze Müdürlüğü
koordinesinde başlatılan kazı çalışmalarının 4 hafta
süreceği öğrenildi.
Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Dr. Ulf Weber kazı
çalışmalarında 15 arkeolog, 10 mimar ve 18 kazı
işçisinin yer aldığını belirterek, "Bu yıl kazı izni
çıktığı için çok mutluyuz. Didim Hisar Mahallesi
Abalı Kavşağı'nda, Apollon Tapınağı'nın alt
kısmındaki alanda, Kutsal Yol'da ve eskiden kilise
olan Hisar
Mahallesi Camisi avlusunda kazı çalışmalarımızı
yürütüyoruz. Cami avlusunda bundan 20 yıl önce
düzenleme sırasında arkeolojik bulgulara
rastlanmıştı, güzel bulgulara ulaşmayı umut
ediyoruz" dedi. Weber, Didim'de 4 hafta sürecek kazı
çalışmasının ardından ekibin çalışmalarını Tavşan
Adası'nda sürdüreceğini dile getirdi.
Sabah, 05.08.2013
|
SUNA VE İNAN KIRAÇ VAKFI'NDAN ONLINE SERGİ

Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları
Enstitüsü, Google Cultural Institute platformunda
Türkiye’den katılan ilk araştırma enstitüsü olarak
online sergisini açıyor.
una ve İnan Kıraç Vakfı koleksiyonundaki Sadrazam
Kıbrıslı Kamil Paşa'nın fotoğraf albümünden
kurgulanan “Üç Kitaplı Kentler: 19. Yüzyıl
Fotoğraflarında Kudüs ve Kutsal Topraklar” sergisi,
en uzun süreli barışı Osmanlı İmparatorluğu
yönetiminde yaşayan, Kudus, Gazze, Yafa gibi
kentlerdeki inanç çeşitliliğini ve bu zenginliğin
mimari yansımalarını konu alırken, mimarlık ve
fotoğraf tarihçilerine farklı bir okuma ve yorumlama
olanağı da veriyor.
“Üç Kitaplı Kentler” online sergi için
http://bit.ly/16e2Tin
Küratörlüğünü Ekrem Işın’ın, danışmanlığını M.
Baha Tanman’ın üstlendiği, “Üç Kitaplı Kentler: 19.
Yüzyıl Fotoğraflarında Kudüs ve Kutsal Topraklar”
adlı sergide 19. Yüzyıl sonlarında Kudüs ve Gazze
sancaklarında bulunan belli başlı yerleşim
birimlerindeki yapıların fotoğrafları yer alıyor.
Fotoğraflar, hem Kudüs ve çevresinin ortaçağdan
kalma tarihsel yapılarını, hem de 19. yüzyıl
modernleşmesinin bölge mimarisindeki etkilerini
yansıtmakta. Bir kısmı Garabed Kirikoryan tarafından
çekilen bu görüntülerde “Kutsal Topraklar”ın zaman
içinde geçirdiği dönüşümü izlemek mümkün. Ayrıca
sergide yer alan fotoğraflar aracılığıyla, bölgede
yeni bir meslek kolu olarak gelişen yerel
fotoğrafçılığın tarihine de bir kapı aralanıyor.
Osmanlı döneminin sonlarında inanç ve tutku
coğrafyası “Kutsal Topraklar”daki yerleşim yerleri,
hıristiyan, yahudi ve islami dini yapıları ile
Osmanlı resmi yapıları, gayrimüslim hastaneleri,
mektepleri, su mimarisi, konaklama tesisleri, askeri
tesisleri ve köprüleri yansıtan fotoğraflarının
bulunduğu albüm Suna ve İnan Kıraç Vakfı
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ne ait.
Bu sergi 10 Eylül - 19 Ekim 2008 tarihleri
arasında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sergi
salonunda sergilenmişti.
Google Cultural Institute
Google, dünyanın kültür hazinelerini
İnternet'te barındırmak için yüzlerce müze, kültür
kurumu ve arşivle iş ortaklığı yapıyor. Kültür
sektörünün, çeşitlilik arz eden mirasının daha fazla
bölümünü İnternet'te sergilemesine ve böylece bu
mirası herkesin erişimine sunmasına olanak tanıyan
araçlar oluşturuyor. Google Cultural Institute’ta,
sanat eserleri, tarihteki önemli dönüm noktaları ve
dünya mirası koruma alanlarının yanı sıra, tüm
dünyadaki kültür kurumlarının arşivlerinin
arkasındaki öyküleri anlatan dijital sergileri
bulabilirsiniz.
Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul
Araştırmaları Enstitüsü
Türkiye’den Google Cultural Institute
platformuna Temmuz 2013’te katılan ilk araştırma
enstitüsü olan İstanbul Araştırmaları Enstitüsü,
2007 yılından beri ürettiği projeleri destekleyecek
sergiler için düzenlenmiş "Galeri"si, "Atatürk ve
Cumhuriyet Araştırmaları", "Osmanlı Araştırmaları"
ve "Bizans Araştırmaları" bölümlerinin yanı sıra her
kesimden okuyucuya açık kütüphanesi ve Bilgi-Belge
Merkezi'yle İstanbul'u uluslararası düzeyde temsil
etmeyi amaçlayan ve çağdaş bilimsel ölçütlere
titizlikle sahip çıkan bir araştırma kurumudur.
Hürriyet, 05.08.2013
|
MİDAS'IN TÜMÜLÜSÜ KRALDAN ESKİ ÇIKTI

Gordion antik
kentinde bulunan Midas
Tümülüsü’nün Kral’dan 100 yıl önce inşa edildiği
ortaya çıktı. Kazı Direktör Yardımcısı Dr. Ayşe
Gürsan Salzmann, “Midas’ın tümülüsü’ diye bildiği
için öyle devam ettiriyoruz” dedi.
Gordion Antik Kenti Kazısı Direktör Yardımcısı
Dr. Ayşe Gürsan Salzmann, Polatlı’da bulunan Midas
tümülüsünün, MÖ 740’lı yıllarda
yapıldığını belirterek, “Tümülüsün, Midas’ın
devrinden 100 yıl evvel yapılmış olduğunu
tarihlemeyle öğrendik ama herkes ‘Midas’ın tümülüsü’
diye bildiği için öyle devam ettiriyoruz” dedi.
Salzmann, tümülüste tarihleme çalışması yapıldığını
belirterek, “Yapımı MÖ 740’lı yıllara
rastlıyor. Tümülüsün Midas’ın mezarı olmadığı ortaya
çıktı. Çünkü Midas’ın devrinden 100 yıl evvel
yapılmış olduğunu tarihlemeyle öğrendik ama herkes
‘Midas’ın tümülüsü’ diye bildiği için öyle devam
ettiriyoruz. Başka bir kralın tümülüsü. Buradaki
mezar, Midas’ın Babası Gordios’a veya başka bir
krala ait olabilir” dedi.
TARLALAR TARİHİ YOK ETTİ
Antik kentin bulunduğu bölgede yüzün üzerinde
tümülüsün bulunduğunu dile getiren Salzmann,
tümülüslerin, kralın mahiyetine ait elit personelin
mezarları olduğunu kaydetti. Salzmann,
gerçekleştirdikleri kazılarda Gordion antik kentinde ikinci giriş kapısını bulmayı umduklarını
anlatarak, Polatlı’da yüzün üzerinde bulunan
tümülüslerin tarla olarak kullanılmasıyla tarihin
yok edildiğini söyledi.
DEMİRÇAĞI’NIN EN GÜZEL KAPISI
Antik Kent’te bulmaya çalıştıkları kapının, Orta
Anadolu’da Demirçağı’ndan kalan en güzel kapı
olduğunu ifade eden Salzmann, “Kapı erken Frig
döneminde yapılmış sitadel kapısı olacak. Büyük bir
ihtimalle önümüzdeki yıllarda gerçekleştireceğimiz
kazılarda bu kapıyı ortaya çıkartacağız. Bu
sitadelin 2’nci kapısını ortaya çıkartacağız” diye
konuştu. Salzmann, buradaki tümülüslerin korunması
için çok yoğun çaba gösterdiklerini belirterek,
“Tümülüslerin bir kısmı tarlaların içinde ve
sahiplerinin bir kısmı tümülüsleri sürüyorlar.
Böylece binlerce yıllık tarih kaybolmuş oluyor”
ifadesini kullandı.
Hürriyet, 05.08.2013
|
JANDARMA 2500 YILLIK TARİHİ ESER ELE GEÇİRDİ

Edirne'de jandarma ekipleri tarafından
durdurulan ve Almanya'ya gittiği öğrenilen bir
TIR'da, çok sayıda tarihi eser ele geçirildi.
Olayla ilgili TIR sürücüsü A.H. gözaltına
alınırken, eserlerin bilirkişi raporunu
hazırlayan Prof.Dr. Engin Beksaç, üzerinde
'Pers Okçusu' kabartması bulunan 2500 yıllık
sikkenin nadir rastlanan bir eser olduğunu ifade
etti.
Jandarma Komutanlığı ekipleri Türkiye'nin
çeşitli yerlerinden toplanan çok sayıda tarihi
eserin Almanya'ya götürüleceği ihbarı üzerine
harekete geçti. Plakası önceden belirlenen TIR,
Edirne otoban gişelerinde jandarma ekiplerince
durduruldu. Sürücü A.H. gözaltına alınırken, TIR
da Kapıkule Gümrük Kapısı'ndaki x-ray cihazından
geçirildi. Dorsenin yan kısmında kalan küçük
depo içerisinde yoğunluk tespit edilmesi üzerine
yapılan aramada Roma Dönemi'ne ait tanrıça başı,
Hristiyan ayinlerinde kullanılan 2 haç, üzerinde
Pers Okçusu kabartması bulunan altın sikke,
Klasik Yunan Dönemi'ne ait altın inkuzum sikke,
gümüş Hellenistik Dönem sikkesi ve tören kabı
olarak bilinen seramik kap ele geçirildi.
2500 YILLIK ALTIN SİKKE
Tarihi eserleri bilirkişi olarak inceleyen
Trakya Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü ve
Görsel Kültür Programı Başkanı Prof.Dr. Engin
Beksaç, 'Pers Okçusu' sikkesinin nadir rastlanan
bir eser olduğunu ifade ederek şunları söyledi:
"Yaptığımız bilirkişi incelemesinde çok ilginç
parçalara rastladık. Bunların içindeki en ilginç
olanı ise altın ahamenid sikkesi. Bu sikke
üzerinde bir Pers Okçusu resmedilmiş durumda.
Günümüzden yaklaşık olarak 2500 yıl öncesine
giden bir parça olarak teşhis ediliyor. Trakya
müzelerinde bu sikkeden yok, çok nadir rastlanan
bir sikke bu. Bir de altın inkuzum var,
üzerindeki buluntulardan Klasik Dönem'i
hatırlatıyor. Gümüş sikkeler üzerinde
Hellenistik
ve Klasik dönemlere ait. Roma İmparatorluğu'na
ait sikkeler var. Bir tanesinin üzerinde net
olarak imparatorun adı yazıyor. Mermer büst var.
Muhtemelen bir binaya bitişik olarak
kullanılmış, bir tanrıça başı. Üzerindeki
kalıntılara bakarsak Seleni başı olma ihtimali
yüksek. Diğer objeler birbirleriyle bağlantılı
haç. Orta Çağ'da kullanılan Hristiyan objesi.
Her ikisinin de kilise törenlerinde kullanılmış
olduğu net olarak ortaya çıkıyor. Seramik bir
kap var; Milattan Sonra 9'uncu yüzyılda
kullanılan bir obje."
Ele geçirilen tarihi eserler Edirne Müze
Müdürlüğü'ne teslim edilirken, olayla ilgili
soruşturma başlatıldı.
Star, 05.08.2013
|
"OSMANLI SANATININ ZİRVESİNİ YIKTINIZ"

İsrail merkezli liberal Haaretz gazetesi, saldırılar
ve ülkenin Antik Kurulu kararları yüzünden
Kudüs'teki Hazreti Davut'un mezarında İslam'ın
hiçbir izi kalmadığını bildirdi. Geçen yıl iki kişi
mezardaki Osmanlı döneminden kalma çinileri kırarken
yakalanmıştı. Saldırıdan iki hafta sonra mezara
gelen yetkililer, kalan tüm çinilerin sistematik bir
şekilde makineyle yok edildiğini gördü. Polis
yetkilileri, çiniler kırılırken kimsenin olanları
duymadığını söyledi. Antik Kurulu'nun çinileri
restore etmeme kararı ise ülkedeki uzmanların
tepkisine neden oldu ve mezardaki tüm Müslüman
izlerinin silinmesinin genel politika olduğu
düşüncesine yol açtı. Kurul, 17'nci yüzyıldan kalan
çinilerin arkasındaki duvarların daha eski olması
yüzünden bu kararı aldığını söylemesi, uzmanlarca
inandırıcı bulunmadı. Kararı eleştiren İsrailli
uzmanlardan Doktor Şalev Halifa, "Çiniler dekorasyon
amaçlı değildi. Onlar Osmanlı İmparatorluğu'nda
sanatın zirvesini temsil ediyordu" dedi. Hazreti
Davut'un mezarı Yahudiler ve Müslümanlarca kutsal
kabul ediliyor. Hıristiyanlar ise Hazreti İsa'nın
son yemeğini mezarın ikinci katında yediğine
inanıyor. Haaretz, mezarın artık bir sinagogdan
farkı kalmadığını belirtti.
Sabah, 05.08.2013
|
DEMİRCİHÖYÜK'Ü KAZAN ALMAN ARKEOLOG 'OSMAN HOCA'
SAYGIYLA ANILIYOR

Çanakkale’deki Truva
antik kentinin 18 yıllık
kazı heyeti başkanı Prof.Dr. Manfred Osman
Korfmann, ölümünün sekizinci yıldönümü yaklaşırken
bilim çevreleri tarafından saygıyla anılıyor. 11
Ağustos 2005 tarihinde 63 yaşında Almanya’da ölen
Alman arkeolog, 2003 yılında Türk vatandaşı olmuştu.
Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Eskişehir’de
“Demircihöyük” adlı Erken Tunç Çağı yerleşmesini
kazan ve bu alandaki ilk çalışmayı yayınlayan
Prof.Dr. Manfred Osman Korfmann 26 Nisan 1942 tarihinde,
Almanya’nın Köln şehrinde doğdu.
Afrika ve Yakındoğuda sürdürdüğü arkeoloji
çalışmalarına 1970′li yıllardan itibaren Türkiye’de
devam etti. Türkiye’de uzun yıllar boyunca yürüttüğü
kazılarda ona eşlik eden kazı işçilerinin taktığı
lakapla “Osman Hoca” olarak anılan Prof. Korfmann,
2003 yılında Türk vatandaşı oldu.
Prof. Korfmann, Demircihöyük kazısından sonra
Çanakkale’deki Beşiktepe kazılarını başlatmış,
1986′da ise Truva kazılarını yönetmişti. Alman
arkeolog 1992-1995 yılları arasında ise yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya olan Kumtepe adlı
Kalkolitik-Tunç Çağı yerleşiminde kurtarma
kazılarını gerçekleştirdi.
TRUVA HAZİNELERİNİN TÜRKİYE’YE İADESİ
İÇİN ÇALIŞTI
Korfmann, Truva’nın antik Anadolu uygarlığı
olduğunu savunarak, dünyanın Truva’ya bakışını
değiştirmişti. Antik kentin UNESCO’nun Dünya Mirası
Listesine alınması için çaba göstermişti.
Truva antik kentinde çalıştığı sürede Truva’nın
milli park alanı ilan edilmesi ve çıkarılan
eserlerin sergilenmesi için müze kurulması yönünde
gayret gösteren Korfmann, başka şehirler ve
ülkelerdeki Truva hazinelerinin Türkiye’ye iadesi
için de kampanya başlatılmasını istedi.
Manfred Korfmann’a 2002 yılında meslektaşları ve
öğrencileri tarafından “Mauerschau – Festschrift für
Manfred Korfmann” adıyla bir anı kitabı sunulmuştur.
Ayrıca adına ithafen Sinan Meydan tarafından 2006
yılında “Son Truvalılar” adlı bir kitap da
yayınlandı.
Zaman, 05.08.2013
|
ÇATI KATINDA MUMYA ÇIKTI

Almanya'nın Diephoz kentinde babaannesini ziyarete
giden 10 yaşında bir çocuk, çatı katında oynarken
bir mumya buldu. Yıllardır girilmeyen tavan
arasında, eski bir sandukanın içinde gerçek bir
mumya bulan 10 yaşındaki Alexander Kettler telaşla
babasının yanına koştu. Oğlunun uyarısı üzerine çatı
katına çıkan baba Lutz Wolfgang Kettler, dışı
hiyerogliflerle süslenmiş eski ahşap bir sandukanın
içinde yatan mumyayla karşılaştı. Wolfgang Kettler
olayı Alman basınına haber verdi. Bild gazetesinin
haberine göre, Alexander Kettler'in bulduğu mumya,
sanduka ve sandukanın içinden çıkan "ölüm maskesi"
ile antik çömlek incelenmek üzere Berlin'e
gönderilecek. Wolfgang Kettler, merhum babasının
1950'li yıllarda Mısır'a gittiğini, yolculuğunun
hemen ardından da Almanya'daki evine gizemli bir
kargo geldiğini söyledi. Mısır'dan gelen bu kargo
hakkında babasından bir şey öğrenemediğini bildiren
Kettler, babasının o dönemki bir yerel gazeteye
Mısır'da hala firavun döneminden kalma tarihi
eserlerin satın alınabildiğini anlattığını da
söyledi.
UZMANLAR SANDUKAYI İNCELİYOR
Kettler, insanın öldükten hemen sonraki yüz
ifadesinin alçı kalıbı alınarak yapılan 'ölüm
maskesi'nin, Mısır'da mumyalanan insanların iç
organlarını saklamaya yarayan antik çömleğin ve
hiyeroglif süslü sandukanın pek de orijinal
durmadığını, fakat ürkütücü mumyanın gerçek gibi
durduğunu söyledi. Sandukanın gizeminin çözülmesi
için Berlin'deki uzmanların çalışmalarının
sonlandırılması bekleniyor.
Sabah, 05.08.2013
|
SÜLEYMANİYE YAZMA ESERLER KÜTÜPHANESİ'NE YANGIN VE
DEPREM İŞLEMEYECEK

80 bin
elyazması eserin yer aldığı Süleymaniye Yazma
Eserler Kütüphanesi'nin yeni arşiv sistemi önceki
gün basına tanıtıldı. Türk mühendislerinin
geliştirdiği ‘Yeni Nesil Depo Sistemi'nin en önemli
özelliği, yangın ya da deprem anında elyazmalarının
korunduğu paneller 10 saniye içinde otomatik olarak
kapanarak çelik bir kafese dönüşüyor.
İbni Sina'nın elinden çıkan tıp kitapları, Piri
Reis'in Kitab-ı Bahriye'si, meşhur hattat Şekerzade
ve Mehmet Yusuf El Arif'in yazdığı mushaf-ı
şerifler, ceylan derisine yazılmış mushaflar,
çeşitli minyatürlü eserler, padişah mühürlü
kitaplar, eşsiz ciltler, hatlar, tezhipler, ebrular…
Vakıf kütüphaneleri bir araya getirilerek 1918
yılında açılan ve Türk-İslam tarihine ait eşsiz
eserleri barındıran Süleymaniye Yazma Eser
Kütüphanesi, dünyanın sayılı kütüphaneleri arasında.
80 bin elyazması, 70 bin matbu nadir eser ve 140
koleksiyon olmak üzere toplamda 150 bin esere sahip.
Fakat tarihten günümüze emanet gelen bu nadide
koleksiyon, zaman içinde uygun koşullarda
saklanamadığı için yok olma riski ile karşı karşıya
kalmıştı. Eserleri korumak ve tahrip olmasının önüne
geçilmesini önlemek amacıyla kurum başkanlığı
tarafından 9 ay önce bir proje başlatıldı. Türk
mühendislerinin geliştirdiği ‘Yeni Nesil Depo
Sistemi', dokuz aylık hazırlığın ardından üç ay gibi
kısa bir sürede tamamlandı ve oldukça gelişmiş,
modern arşiv sisteminin basına tanıtımı önceki gün
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in katılımıyla
kurumun İstanbul Süleymaniye'deki merkezinde
yapıldı.
Proje kapsamında kütüphanedeki yaklaşık 80
bin cilt yazma eser ile 70 bin eski harfli matbu
eser yeni depo alanlarına taşındı. Taşıma sırasında
canlı böcek ve larvaları bulunan yaklaşık 40 bin
eser, soğuk hava kabininden geçirilerek -40 derecede
1 gün bekletildi, kalanlar ise tek tek elden
geçirilerek kuru temizlikleri yapılıp yeni depo
alanlarına yerleştirildi.
Eserler proje öncesinde 32 ayrı odada,
kontrolsüz iklim koşullarında ve açık raflarda
depolanıyordu. Üstelik elektrik ve kalorifer
tesisatı odaların içinde bulunuyordu ve herhangi bir
yangın söndürme sistemi de yoktu. Ayrıca depo
alanlarının meşhur Süleymaniye kuru fasulyecilerinin
üzerinde olması da büyük riskti.
Şimdi ise depo alanlarının altyapı ve yalıtım
izolasyonu yapıldı, toplamda yanmaya dayanıklı 15
bin metre kablo döşendi. 9 odada 15 hassas klima ile
belirlenen sıcaklık ve nem değerlerinde kontrollü
olarak iklimlendirme yapılıyor, 78 sensörle bağıl
nem sürekli izleniyor ve odalardaki iklim
koşullarında olağan dışı bir durum olursa sistem
otomatik olarak yetkilileri bilgilendiriyor. Tüm
depolar için argon gazlı yangın söndürme sistemi
kuruldu. Bu sistem, herhangi bir yangın çıktığında
10 saniye içinde ortamdaki oksijen seviyesini yüzde
18'in altına düşürüyor. Yangın söndürme sistemi ile
uyumlu çalışan elektromekanik depolama panelleri
yangın anında 10 saniyede kapanarak çelik bir kafese
dönüşüyor. Bu paneller, 1000 derecede 120 dakika
yanmaya dayanıklı. Yani iki saat yansa hiçbir
şekilde eserler zarar görmüyor. Raf kenarlarına ise
16 kata kadar genişleyen yanmazlık contaları
konuldu. Yangın ve sel anında contalar anında
şişiyor ve içeriye havanın girmesini engelliyor.
Önceden 4 bin 300 metre raf uzunluğunda
saklanan eserler, yeni sistemde 2 büyük, 8 küçük
odada 5 bin 500 metre raf uzunluğunda depolanıyor.
Yüz tanıma ve kartlı geçiş sistemiyle depolara giriş
çıkışlar takip ediliyor.
Koleksiyon yönetim sistemi: RFID UHF
Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde her
sene gerçekleştirilen eser sayma işlemi önceden tek
tek yapılıyordu ve bu işlem neredeyse bir yıl
sürüyordu. RFID Tabanlı Koleksiyon Yönetim
Sistemi'yle kitaplara tek tek kimlik kartı verildiği
için bu süre 2 güne indi. Arşivdeki her kitabın
içine RFID UHF yongalı etiket yani bir çeşit çip
yerleştirildi. Buna göre herhangi bir elyazması
arandığında ana sensöre kitabın adı yazılıyor ve o
eserin hangi ünitede, kaçıncı rafta olduğu otomatik
olarak tespit ediliyor. Eserlere doğru ve hızlı
erişim kısa zamanda sağlandığı için sayımı da bu
kadar kısa sürüyor.
Bu projenin hayata geçirilmesinde Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanı Prof.Dr. Muhittin
Macit ve ekibi ile 50 kişilik mühendis grubuyla
sistemi geliştiren Ankaref Bilişim Teknolojileri'nin
genel müdür yardımcısı Mustafa Eder'in emeği büyük.
Zaman, 05.08.2013
|
ERMENİ CEMAATİNİ ÜZEN 'OCAKBAŞI' TARTIŞMASI

Tekirdağ Malkara'da "Meşatlık" adı verilen ilçeye
1.5 kilometre uzaklıktaki tarihi Ermeni mezarlığının
bulunduğu arazi, 2010'da belediyenin meclis kararı
ile hizmet ve tesis alanı olarak kullanıma uygun
görüldü. Tekirdağ Müze Müdürlüğü de projede sakınca
görmeyip herhangi bir tarihi eser bulunduğunda haber
verilmesi gerektiğini belirtti. Mezarlıkta yeni bir
bina yapılması için meclisten ret kararı çıksa da ek
bina, encümen kararıyla onaylandı. Ek bina ve çevre
düzenlemesi belediye tarafından yapıldı. Tesisin
işletmesi için de ihale açıldı. Belediyenin bir yıl
süreyle işletmeye kiraladığı tesis için "içki
ruhsatı" vermeyeceğini söylemesine rağmen ihaleyi
alan Demirali Pala, "30 yıldır içkili yer
işletiyorum. Burası da içkili bir ocakbaşı olacak.
Ruhsat olmazsa insanlar kendi içeceklerini getirir,
masalarını kurarlar. Belediyeden kiralamışım. Bir
hesap sorulacaksa bunun yeri belediyedir" şeklinde
konuştu. Yıllarca yağlı güreşler için çim saha
yapılan mezarlıkta son olarak ta "ocakbaşı" için
kullanılacak binanın yapılması Ermeni cemaatinin
yanı sıra bazı sivil toplum örgütlerini de harekete
geçirdi. Bölgeye giden Mazlum-Der heyetinin
hazırladığı raporda "Alanda kemik parçaları var. İş
makineleriyle çıkarılarak çöpe atılıyor. Bu
kemiklerden örnekler aldık, inceletme yaptıracağız"
açıklaması yapıldı. Gazeteci - yazar Ümit Bayazoğlu
da Malkara Ermeni toplumundan günümüze sadece Surp
Toros Kilisesi'nin yıkıntısı ile talan edilmiş bir
mezarlık kaldığını söyledi ve ekledi: "Yıkımı
hızlandırmak için kilisenin çatısını yıktılar.
Kiliseden geriye sadece dört duvar kaldı. Bunlar da
yıkılınca, Anıtlar Kurulu'nun koruması ortadan
kalkacak ve hırsızlar nihayet gayelerine ulaşmış
olacaklar."
Sabah, Haber: Erhan
Öztürk, 05.08.2013
|
KÜÇÜKSU MİHRİŞAH VALİDE SULTAN CAMİİ YENİDEN HAYAT
BULUYOR
Beykoz'un tarih ve kültür mirasını ihyaya
yönelik başlatılan çalışmalar kapsamında 263
yıllık Tarihi Küçüksu Mihrişah Valide Sultan
Camii aslına uygun olarak yeniden hayat buluyor.
İstanbul Büyükşehri Belediyesi ve
Beykoz Belediyesi tarafından yürütülen
çalışmayla tarihi cami arşiv fotoğrafları ve
belgelerden yola çıkarak aslına uygun olarak
projelendirildi.
Geçmişte olduğu gibi küfeki taşı ve horosan
harcı kullanılarak inşa edilen caminin
Kurban Bayramı'nda tamamlanarak ibadete
açılması hedefleniyor.
Tarihi Mihrişah Valide Sultan Camii'ne ait
alanı gezen
Beykoz Belediye Başkanı
Yücel Çelikbilek, ilçenin köklü tarih ve
kültür mirasını koruyarak gelecek nesillere
aktarmayı hedeflediklerin ve bu sorumlulukla
ilçedeki vakıf eserlerini canlandırdıklarını
belirterek Mihrişah Sultan Camisi'nin inşasıyla
bir kültür mirasının daha ihya edileceğini
söyledi.
haberler.com, 04.08.2013
|
ÇATALHÖYÜK KAZISINDAN 'SINIFSIZ TOPLUM' ÇIKTI

Anadolu ’da Neolitik
Çağ'ın (Cilalı Taş
Devri) ilk ve en önemli arkeolojik
buluntularından biri kabul edilen Çatalhöyük’ü,
1993’ten beri kazı başkanlığı yapan İngiliz
arkeolog Ian Hodder’dan; Kaman-Kalehöyük
buluntularını da 1985’ten beri kazıları yürüten
Dr. Sachihiro Omura’dan dinledik. Her iki
kazının da ana sponsoru Boeing’in
Türkiye ve Kuzey Afrika Başkanı Bernard. J.
Dunn ile birlikte
Haber Müdürümüz Ömer Erbil’i ziyaret eden
kazı başkanları yeni sezon çalışmalarını
anlattı.
Hodder: Çatalhöyük’te sınıf ve cinsiyet ayrımı
yoktu
“Çatalhöyük kazılarından öğrendiklerimiz bize
modern toplumla ilginç karşılaştırmalar yapma
olanağı sunuyor. Neolitik dönemde yerleşkeler
genelde 20-30 haneden oluşurken Çatalhöyük’te 8
bin kişinin yaşadığını biliyoruz. Buna rağmen
Çatalhöyük’te merkezi güç olmadan; idari
yetkililer ve çeşitli otoriteler kurmadan bir
yaşam sürüldüğünü görüyoruz. Eşitlikçi ve
lidersiz bir toplum, herkes aynı sosyal statüde,
kadın-erkek, genç-yaşlı ayrımı yapılmıyor.”
“Toplum burada bildiğimizden farklı şekillerde
birbirine bağlanmış. Örneğin Çatalhöyük’te 9 bin
yıl önce doğmuş olsaydınız, biyolojik ailenizle
yaşamıyor olabilirdiniz. Yeni doğan bebeklerin
yerleşimdeki diğer evlere, ailelere verildiğini
görüyoruz. Dolayısıyla bu topluluğun karmaşık
biyolojik bağlar kurarak büyük bir aile gibi
yaşadığını söylemek mümkün. Onları bir arada
tutan, belki de garipseyeceğiniz başka
gelenekleri de var. Cenazeler kafa, kol, hatta
diş gibi parçalara ayrılarak farklı evlere
dağıtılıyor ve evlerin altına gömülüyor. Doğumda
da ölümde de bu gelenekler sayesinde 8 bin kişi
kuvvetli sosyal bağlar kurmuş.”
“Öğrendiklerimizden biri de kadın ve erkeklerin
aynı şekilde beslendiği oldu. Kadın ve erkek
arasında neredeyse hiçbir sosyal ayrım
yapılmıyor. İşbölümü ve toplumsal roller
konusunda bir ayrım olmadığını söyleyebiliriz.
Biliyorsunuz Çatalhöyük kazılarında sanat ve
sembolizm konusunda öğrendiklerimiz çok öne
çıktı. Kazıların ilk zamanlarında bazı
buluntuların ‘ana tanrıça’yı temsil ettiği
düşünülüyordu. Artık bu şekilde düşünmüyoruz.
Çıkan sanat eserlerinde kadın ‘anne’ olarak yer
almıyor. Daha önce de belirttiğim gibi
Çatalhöyük’te kadın ve erkek arasında böyle bir
ayrım yok, dolayısıyla bir ‘ana tanrıça’ figürü
de yok.”
“Bu yıl bizi çok heyecanlandıran bir bulgu da
geniş bir kumaş parçası oldu. 9 bin yıl önce
insanlar ne giyer pek bir fikrimiz yok, çünkü
organik malzemeler çoğunlukla günümüze
ulaşamıyor biliyorsunuz. Fakat bu kumaş kilden
bir kütlenin içindeymiş ve evde yangın çıkınca
bu kil pişerek içindeki kumaşı korumuş.
Ketenden, ince dokunmuş çok güzel bir kumaş bu
ve Levant-
Suriye ’den gelmiş. Demek ki o zamanlarda bu
geniş coğrafyada ticaret yapılıyordu.”
Omura: 26 yılda kaçak kazıyı bitirdik
1985’ten beri Kırşehir’in Kaman
İlçesi'ndeki
Kalehöyük kazılarını yürüten Japon Anadolu
Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Dr. Sachihiro Omura,
bilimsel çalışmaları anlattı:
“Yerelle bağlantı kurmak çok önemli. Arkeoloğun
iki işi vardır, biri kazı yapmak ve araştırmak.
İkincisi ise o buluntular, çıkarılan sonuçları
halka anlatmak... Bunu anlatmanın en iyi şekli
müzedir, ayrıca kazı alanında da anlatmak
önemlidir. Ben her cumartesi-pazar saat 4-5
arasında Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Müzesi’nde
civardan gelen 40-50 kişilik çocuk gruplarına
ders veriyorum. Ama buraya gelen çoğu yabancı
arkeolog yalnızca araştırma yapmak istiyor,
müzeye gelmiyor, öğrendiklerini anlatmıyor. Sana
bu kazıyı yapman için en büyük yardımı sunan
kimdir düşünmen lazım, bunlar bölgeden
vatandaşlar, çocuklar. Kaman’da bu sayede artık
kaçak kazı kalmadı. Bu, kanun çıkarmaktan 10 bin
kat daha etkili bir yöntem. Kaman’da 26 yılda 4
bin yıllık tarih bulduk. Fakat burada en az en
az 10 bin senelik tarih olduğunu biliyoruz. Daha
yeni yeni Neolitik dönemin izleri çıkmaya
başladı. Bunların çıkması için en az 60-70 sene
daha kazılması gerekiyor.’’
Radikal, Haber: Elif İnce, 04.08.2013
******
"DÜNYA TARİHİNİ ÖĞRENMEYE GELDİK"

Çatalhöyük Kazı Başkanı İngiliz arkeolog Ian
Hodder, Kaman-Kalehöyük Kazı Başkanı Japon
Sachihiro Omura ve Boeing
Türkiye ve Kuzey
Afrika Başkanı Bernard. J. Dunn önceki gün
ziyaretimize geldi. Türkiye’nin en önemli iki
kazı başkanı ile keyifli bir sohbet geçirdik.
Türkiye’de pek çok sosyal konuya sponsor
olduklarını ancak kendilerine en ilginç gelenin
bu iki kazı sponsorluğu olduğunu belirten Dunn,
‘uçmak kadar yeni buluntuların ortaya çıkmasının
da heyecan verici olduğunu’ söyledi.
Kaman Kazı Başkanı Omura’nın neden Türkiye’de
kazı yaptıklarının kendilerine ilk soru olarak
yöneltildiğini ifade edip sormadığımız halde bu
durumu açıklamak istemesi toplantı masasını
neşelendirdi. Japonların
dünya tarihini bilmediği için İkinci Dünya
Savaşı hezimeti yaşadıklarını, Türkiye’ye dünya
tarihini öğrenmek için geldiklerini anlattı. 28
yıldır inanılmaz bilgilere ulaştıklarını ancak
en az 60 yıl daha kazıların süreceğini söyledi.
“Ömrünüz yetecek mi” soruma ‘Japon Prens
Mikasa’ya söz verdiği için kazıdan hiç
ayrılmadığını, bu şekilde çalışacak bir yardımcı
bulamadığını, ölene kadar kazılara devam
edeceğini’ ifade etti.
Çatalhöyük Kazı Başkanı Ian Hodder ise
Çatalhöyük hakkında şu ana kadar bildiklerimizin
dışında çok önemli verileri bizimle paylaştı. 8
bin kişilik koca bir köyün nasıl olup da bir
arada yaşadıklarının biyolojik alt yapısına
değindi. Eğer 9 bin yıl önce Çatalhöyük‘te
doğmuş olsaydınız biyolojik anne ve babanız sizi
yetiştirmeyecekti” diyen Hodder, yeni doğan
çocukların başka aileye verildiğini, bir başka
ailenin çocuğunun da size evlat olarak geldiğini
anlatıyor. Bu ilginç sosyal bağ ile 8 bin
kişilik köy birbiriyle polis, jandarma olmadan
yaşıyor. Bir başka örneği dünyada olmayan bu
kültür Çatalhöyük’le birlikte bitiyor. Başkan
Hodder’e
Yenikapı neolitik kazılarını da sordum.
Neolitik buluntuları ve kazı alanını gezmemiş-ki
bence büyük kayıp - ancak yorumları bilimsel
makaleleri yakından takip ettiğini söyledi.
Vakit bu sohbet için yeterli değildi. Lakin 1,5
saatte dünya tarihi adına çok şey öğrendik.
Ancak Çatalhöyük ve Kaman-höyük ile ilgili
öğrenmemiz gereken daha çok bilgi var.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 04.08.2013
|
FOÇA'NIN SURLARI YENİDEN YÜKSELİYOR

İzmir'in
Foça İlçesi'ndeki tarihi 5 bin yıl öncesine kadar
dayanan surların restorasyonu, aşırı sıcak havaya
rağmen tüm hızıyla sürüyor.
Foça Birinci Arkeolojik Park Projesi kapsamında
yapılan ve Küçükdeniz ile Büyükdeniz arasında uzanan
surların restorasyonu ile yarımadanın
kuzeydoğusundaki kayalık yükseltide yer alan Athena
Tapınağı'nın ayağa kaldırılmasının hedeflendiği
çalışmalar şimdiden ilçenin görünümünü değiştirmeye
başladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi ve Foça Kazı Kurulu
Başkanı Prof.Dr. Ömer Özyiğit'in başkanlığında
yürütülen çalışmalara Kültür ve Turizm Bakanlığı,
İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Foça Belediyesi
destek veriyor. Ord. Prof.Dr. Ekrem Akurgal,
tarafından 1952-1970 yıllara arasında yapılan
çalışmalar, 1998 yılından itibaren Prof.Dr. Ömer
Özyiğit tarafından devam ettirilerek, surların
önemli bir bölümünün restorasyonu tamamlandı. Surlar
üzerinde yer alan 3 Osmanlı kulesinden 2'si ile 2
Ceneviz kulesinden 1'i tamamen bitirildi. Sunak
alanı üzerindeki duvarlar onarıldı. Üçgen olarak
inşa edilecek ikinci Ceneviz kulesi bölgesinde
temizlik ve rastlanılan yeni bulgu çalışmaları ise
devam ediyor. Kuleler ve surların yılsonunda
bitirileceğinin tahmin edildiği proje, Kordon Yolu
yapımı ve Athena Tapınağı'nın ayağa kaldırılması
aşamalarıyla sürecek.
ELLİ KİŞİ
ÇALIŞIYOR
Halen aralarında beş arkeolog, stajyer arkeoloji
öğrencileri ve yurdun değişik bölgelerinden gelmiş
taş ustalarının da bulunduğu 50'den fazla kişi kırk
dereceyi bulan kavurucu sıcaklara ve bölgede zaman
zaman esen sert rüzgara rağmen çalışmalara devam
ediyor.
Daha önce restorasyonu yapılan Beşkapılar
Kalesi'nin tarihi bir yapıdan ziyade yeni bir yapıyı
andırdığı yönünde şikayetler aldıklarını belirten
restoratör, arkeolog Esin Aksoy, iki yıldır süren
sur restorasyonunun bu tür şikayetlere izin
vermeyecek özellikte, özenle yapıldığını belirtip,
öncelikle sur ve kuleleri bitirmeye çalıştıklarını
söyledi. Aksoy, çalışmalar hakkında şu bilgileri
verdi:
"İki Osmanlı ve bir Ceneviz kulesi tamamlandı.
Onların eskitme, yıpratma ve boyama yöntemleriyle
makyajı aşamasındayız. Sur ve kulelerin üst
kısımlarını tamamlamadan bırakacağız. Çünkü elimizde
tam veri yok ve tam bilgi olmadan tamamlamak
restorasyon ilkelerine uymuyor. Bir terslik çıkmazsa
projenin bu aşaması yıl sonuna doğru tamamlanacak.
Ancak restorasyon çok dikkatli çalışılması gereken
ve çok yavaş ilerleyen bir olay. Elimizden gelen her
şeyi yapıyoruz. Çünkü Foça'lılarda, ziyaretçilerde
denizin ana kayalıklara kadar geldiği, köprülerle
geçişin sağlandığı, Athena tapınağının yükseldiği
projeyi bir an evvel görmek istiyor."
Eserlerin konumu gereği, güneşin altında çalışmak
zorunda olduklarını, sıcaklığın zaman zaman çok
arttığını belirten Aksoy, "Hava şartları bizleri
birkaç gündür çok zorluyor. Çok fazla sıcak var.
Neme bile razıyız ama nem de yok. Hem yanıyoruz, hem
çalışıyoruz" dedi.
Surların restorasyonunun yıl sonuna kadar
tamamlanmasını hedeflendiği bildirildi.
Zaman, 04.08.2013
|
ROMA'NIN MERKEZİ TRAFİĞE KAPATILDI

İtalya'nın başkenti Roma'nın her yıl milyonlarca
turistin ziyaret ettiği kent merkezindeki Via dei
Imperiali Bulvarı, trafiğe kapatıldı. Trafik
yüzünden oluşan kirliliğin dünyaca ünlü tarihi eser
Kolezyum'a zarar verdiği gerekçesiyle bu kararı
veren Belediye Başkanı Ignazio Marino, yasanın
geçmesi için büyük çaba harcadı. Bulvara sadece
yayalar, bisikletliler ve turist otobüsleri
girebilecek.
Sabah, 04.08.2013
******
YASAK KUTLAMASI

İtalya’nın başkenti Roma’da tarihi Colosseum’u
korumak için çevre yollar trafiğe kapatılınca
sokaklarda sabaha kadar kutlama yapıldı.
İtalya’nın başkenti Roma’nın yeni belediye
başkanı Ignazio Marino, tarihteki en büyük eski
Roma amfitiyatrosu olma özelliği taşıyan, yılda
yaklaşık 6 milyon kişinin ziyaret ettiği
Colosseum’a çıkan Via dei Fori Imperiali
Caddesi’ni özel araç trafiğine kapatma kararı
aldı. Önceki gece saat 03.00’ten itibaren
uygulanmaya başlanan karara göre, artık trafik
bitişik yola aktarılacak ve sadece toplu taşıma
araçlarının, taksilerin, bisikletlerin eski yolu
kullanmasına izin verilecek.
BİR RÜYANIN BAŞLANGICI
Via dei Fori Imperiali Caddesi’nin trafiğe
kapatılmasıyla önceki gece sokakta kutlamalar
yapıldı. Roma Belediye Başkanı Marino, “Bir
rüyanın, şehrimiz için büyük bir devrimin
başlangıcı. Colosseum, trafik karmaşasından
kurtulacak ve kirlilik azalacak” dedi. Çökmeye
başladığı uyarısı yapılan tarihi Colosseum
böylece araçların yarattığı kirlilikten
korunacak.
Hürriyet, 05.08.2013
|
DEVELİ'DE ROMA KRALININ KIZI İÇİN YAPTIRDIĞI HAVUZ
HALEN AYAKTA

Kayseri Develili emekli müzeci ve arkeolog Mehmet
Kadri Sayılgan tarafından yapılan araştırmada
ilçenin simgesi haline gelen Elbiz Parkı ve Elbiz
Havuzu ile ilgili ilginç detaylar ortaya çıktı.
Elbiz isminin Romalılar döneminden itibaren geldiği
ve Elbiz su kaynağının şifa kaynağı olarak kabul
edildiği belirtiliyor.
Kadri Sayılgan’ın araştırmasına göre, Develi’nin
tarihi simgesi olan Elbiz ve Köşkpınar mesire
yerleri asırlardır ilgi odağı olmuş. Hicri 1325
tarihli Ankara Vilayet-i Salnamesi’nde, antik
havuzların Hükümdaran-i Sabıka-i Rum'dan birinin
kızının ismi ile inşa ve yad olunduğu, kızı için
kaynak suyuna bir kulübe yaptırdığı hususunda
kayıtlara rastlanır. 1922 tarihinde bu havuzda
toplanan suyun, bir buçuk saat mesafedeki Çomaklı
Köyü'nden çıkarak, üzeri örtülü bir halde gelerek
künklerle çeşmelere taksim edildiği belirlendi.
Suyu, yapılan taksimle içme suyu olarak da
insanların kullandığına işaret ediliyor.
Kayseri'ye 19’uncu yüzyıl sonlarında gelen seyyah
Henry Fanshawe Tozer, yazdığı mufassal eserinde bu
havuzlarla ilgili geniş bilgi verir. Her iki havuzun
Roma döneminde inşa edildiğini öne süren seyyah,
Erciyes Dağı eteklerinden çıkan sularla beslendiğini
ve halkın içme suyu olarak Elbiz ve Köşkpınar'da
toplanan suları kullandığını ifade eder. Batı yönde
ve merkeze 1 kilometre mesafede olan Antik Elbiz
Havuz ve mesire bahçesine Erciyes Dağı'ndan gelen
kar sularının bir kolu bu havuzda kaynak su olarak
ortaya çıktığı belirtiliyor. Kış-yaz çok soğuk olan
kaynak suyunun bünyesinde kireç yok denecek kadar
az. Daha bol akan Erciyes'in diğer bir kolu da
Sultan Sazlığı'nı besleyen ve kayalar arasından
sürekli akan su olduğu anlatılıyor.
Roma ve sonrasında Bizans Dönemine (1050) ait olan
Elbiz antik havuzunu, Bizans krallarından birinin,
tek kızı için kuşatarak imar ettiği ifade ediliyor.
Kralın Elbiz isimli kızı sık sık hastalanmaktadır.
Buraya yapılan havuz ve kulübede dinlenen kralın
kızının şifa bulduğu yönünde bilgiler yer alıyor.
Bugün, 04.08.2013
|
VAN DOĞUYA KAYDI
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi
Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr.
Erkan Konyar başkanlığında Van Kalesi'nde 2010'dan
bu yana yürütülen kazı çalışmaları, bir taraftan
tarihe ışık diğer taraftan farklı bir gerçeği de
ortaya çıkardı. Arkeologların, kazı alanında
jeodezik GPS cihazı ile 2010 ve 2013'te yaptığı
ölçümlerde zeminde 27 ile 30 santimetre arasında
doğu yönünde kayma olduğu belirlendi. Konyar, zemin
kaymasını deprem bilimcileriyle paylaştıklarını
bildirerek, "Onlar da kentte 2011'de yaşanan
depremler sonrasında doğal olarak yer kaymalarının
yaşandığını, bizim yaptığımız ölçümlerin ise bu
kaymanın bir tespit niteliğinde olduğunu
söyledi"dedi.
Sabah, 04.08.2013
|
|
15.-18. YÜZYILLARDA YEDİKULE BOSTANLARI

Fransız Devrimi yıllarında, imparatorluktaki
bitki çeşitliliği, iklimi gibi konuları araştırmak
için İstanbul’u ziyaret eden Fransız hekim Olivier,
Kadırga Limanı bostanlarını görünce oldukça şaşırır.
Kendisini şaşırtan ne bostanların güzelliği ne de
bostanlarda üretilen sebzelerin çeşitliliği ve
lezzetidir. Ona yabancı gelen ve onun anlam
veremediği olgu; kara taşımacılığı oldukça
sınırlıyken, devletin Kadırga bölgesini denizden
tahıl ve emtia taşımacılığının merkezi haline
getirmemiş olmasıdır.[1]
Olivier’in gözlemleri 18.yy sonu İstanbul’u hakkında
çok önemli bilgiler vermekle birlikte İstanbul
kent-içi tarımsal arazileri üzerinde kapsamlı bir
anlatı olduğunu düşünmüyoruz. 1796 İstanbul’u
Olivier’in ideal kent anlayışının dışındadır. Ayrıca
20.yy Osmanlı tarihçiliğinin Olivier’in kent
anlayışı ile ortak bir tutuma sahip olduğunu
söyleyebiliriz. İstanbul sur-içi tarımsal arazileri
üzerine kapsamlı ve detaylı bir çalışma
yapılmamıştır. Elde olan çok değerli birkaç eser ise
daha çok İstanbul’un iaşe sorunları ve tüketim
alışkanlıkları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu
çalışmalar İstanbul’u tüketen bir canavar olarak ele
almıştır.[2]
Bu tarihsel anlatı sadece Osmanlı şehirlerinin
değil aynı zamanda yakın döneme kadar antik-Roma
kentlerinin de anlatısıdır.[3]
İstanbul kentinin büyümesi hakkında ise 15.yy’dan
sonraki dönemler üzerinde yapılan çalışmalar yine
kentin kendisini bir tüketim canavarı olarak
görmüştür ve kent tarihini yapı inşa sürecine
eşitlemiştir. İstanbul sur içindeki önemsenmeyen,
göz ardı edilen tarımsal araziler hiçbir zaman kent
tarihinin yapı inşa süreçleri ile uylaşmadı ve
hiçbir zaman tarihselleştirilmedi. Bu tip bilimsel
faaliyet sur içindeki bostanların araştırma konusu
olmaktan çıkmasına neden olmuştur.
Bu kısa makalemizde sur içi Yedikule bostanları
örneğinden yola çıkarak İstanbul kent içi tarımsal
arazilerinin genişlemesi ve buna eşlik eden yapı
inşa süreçlerini anlatmayı deneyeceğiz. Kent içi
tarım arazilerindeki vakıf mülklerinin izini sürmek
suretiyle tarım arazilerinin kent içindeki
dağılımını ve genişlemesinden bahsedeceğiz. Bu ise
nihayetinde sur içi tarım arazilerinin veya tarım
arazileri etrafındaki parsellerinin rantı yüksek
arzu edilir yerler olduğunu gösterecek. Ve bu
tarımsal üretim alanları hakkındaki bilgi
eksikliğinden dolayı İstanbul kent içi ekonomisi ve
şehirleşmenin tarihsel sürecini anlatmak mümkün
olamamaktadır.[4]
Sur içindeki tarımsal arazilerin bu dağılımı ve
genişlemesi örneğine en iyi Ayasofya Vakfı muhasebe
defterlerindeki veriler yoluyla ulaşabiliyoruz. 1491
tarihli Vakıf Muhasebesi’nde Ayasofya Vakfı’nın sur
içinde sahip olduğu tarım arazilerine dair herhangi
bir atıf yokken 1765 tarihli III. Mustafa
Vakfiyesi’nde Ayasofya Vakfı’nın sur içindeki Langa
Bostanı’nda büyük bir tarım arazisine sahip olduğu
belirtilmiştir.[5]
Bahçıvan odaları, samanlık, ahır, su dolabı ve su
kuyusunu inşa etmek için nitelikli sermayenin
gerektiği bu tarım arazilerinin İstanbul sur içine
ne ölçüde yayıldığını, ne büyüklükte bir alanı
kapladığını belirlemek bir hayli zordur. Bununla
birlikte 1735 tarihli bir kefil defteri İstanbul
intra murosu’nda 344 bostanda 1381 bostancının
çalıştığını belirtir ve bu rakamlar İstanbul kent
içi tarımsal faaliyetlerin yoğunluğu hakkında bir
fikir vermektedir.[6]
Yedikule sur içindeki tarımsal araziler hem bu
Kefil Defteri’nde hem de Bizans kaynaklarında
verimli ziraat alanları olarak kayıt edilmesine
rağmen ilk İstanbul tahrirlerinde bu mekanların
kaydına rastlanmamaktadır. İstanbul kent içindeki
binaların tahririnin derc edildiği 1455 tarihli
Tahrir Defteri, Yedikule sur içi arazisinin
yakınındaki İpsomethya’da (Samatya) bostancı
haneleri ve bu bölgede bir bey bahçesinden bahseder.[7]
Fetihten 30 yıl öncesi İstanbul’unu betimleyen
Christoforo Boundelmonte’in 1422 tarihli haritası
Samatya’daki Studyos Manastırı ve sur duvarları
arasında batıya doğru uzanan araziyi ağaçlarla
gösterir.[8]
1546 tarihli Vakıflar Tahrir Defterinde de
Yedikule sur içi arazisinden bahsedilmemektedir. Bu
bölgeye dair, defterin nadir referanslarından birisi
Hızır Kethüda bin Abdullah’ın 1497 tarihli
vakfiyesinde Silivri Kapı’da surlar içindeki
bölgenin bir kısmı boş arazi olarak tarif
edilmiştir.[9]
16.yy’ın ilk yarısında sadrazam ve yüksek
bürokratların vakıfları daha çok Galata bölgesindeki
tarım arazilerinde faaliyet göstermekteydi.
Yedikule sur içi bölgesinde belirgin bir
yapılaşma ve insan faaliyetine 54 sene sonrasına ait
bir tahrirde (1600) rastlıyoruz. Defter kaydında
vakf-ı devlet han bin Hacı Bali’nin 1563 tarihinde
Belgrad Mahallesi’nde sahip olduğu bir hadikanın
(bahçe) aylık gelirinden 15 akçe Emir-i Ahur
Zaviyesi’nde yaşayan dervişlere verileceği
belirtilmiştir.[10]
Yine aynı defterde Belgrad Kapı yakınlarında Samatya
bölgesinde Bahçe-i Büzürg isimli bir bahçenin kaydı
vardır. Bu bahçenin yıllık hasılatı (2830 akçe),
Aksaray yakınlarındaki 17 adet dükkanın senelik
gelirine eşittir (2928 akçe).[11]
Şehir içindeki tarımsal alanların ne kadar
değerli olduğunu ise Langa Bostanların’da
Süleymaniye Vakfı’na ait 18 adet bostana müdahale
edilmemesi hakkındaki 1585 tarihli bir hükümden
çıkartabiliyoruz.[12]
Şehir merkezindeki pazarlara yakınlık Langa
Bostanları’nın değerini arttırmıştır ancak bu
yakınlık bu bostanlarda yapılaşma tehlikesini de
ortaya çıkarmıştır. Yüzyılın sonlarına doğru nüfus
artışıyla birlikte tarımsal üretim alanları Yedikule
surlarına doğru genişlemiş ve bu araziler zirai
üretim siteleri haline dönüşmüştür. Belgrad
Mahallesi’nde 1563’te yeni ilk defa yeni kaydına
rastlanan ve 22 yıl sonra Langa Bostanları’ndaki
düzenleme İstanbul sur içindeki tarımsal arazilerin
gelişimi hakkında bazı tespitler yapmamızı mümkün
kılmaktadır. Bu dönemde kent içi tarımsal arazileri
Yedikule surlarına doğru genişlemiş ve buna paralel
olarak, Silivri Kapı’nın önünde 1551’de ve Yedikule
Kapısı civarında 1575 tarihinde kent yapılaşmasının
birer örnekleri olarak Hadım İbrahimpaşa Camii ve
Hacı Evhad Camii’leri yine aynı dönemde inşa
edilmişlerdir.
1634/1635 tarihli Bayrampaşa Vakfiyesi’nden bu
tespitimizi doğrulayabiliyoruz. Bu vakfiyeye göre
sur içindeki tarımsal alan sur duvarına kadar
ulaşmıştır. Vakfiye, bir meyve bahçesini ve onu
çevrelemiş yapılarla şöyle anlatıyor: "…Mamhiye-i
İstanbul'da el-Hac Piri Mahallesi'nde mescid cidarı
ve bazen Ebubekir Paşa vakfeylediği odalar ve bazen
Mehmed Efendi ibn-i İbrahim'in mülkü ve bir
taraftan mahmiye-i mahkiyye hısn-ı cidarı ve bir
tarafı tarik-i hass ve bir tarafı tarik-i amm ile
mahdud ... "[13]
Burada sözü geçen bahçe hısn-ı cidar (sur duvarı) ve
bugünki Hacı Piri mescidi duvarının arasındadır.
Aynı meyve bahçesi 1709 tarihli Hazinedarbaşı
Süleyman Ağa’nın Vakfiyesi’nde de
rastlanılır:“mahmiyye-i mezburede Yedikule kurbunde
Haci Piri mahallesinde kain bir tarafından Bayram
Paşa Vakfı bostanı ve bir tarafından Belgrad
Kilisesi ve bir tarafından Şeytanoğlu menzili ve bir
tarafından tarik-i amm ile mahdud bir kebir bostan
kuyusu ve dolab ve bahçıvan odası ve kenef ve
samanlık ve ahuru müştemil mültefit el-´eşcar bostan
tabir olunur mülk bahçeyi…”[14]
Demek ki bu iki meyve bahçeleri bugünki Belgrad
Kapu, Panagia Rum Kilisesi (Belgrad Kilisesi) ve
Hacı Piri Camii arasında kalan üçgen içindedir ve
surlara yapışıktır.[15]
Hali hazırda Fatih Belediyesi’nin yıkılan bostanlar
ve kapatmaya niyetlendiği su kuyuları ve havuzlar bu
vakfiyede zikr edilen yapılardır. 17.yy ortalarında
İstanbul tarım arazilerinin kent içinde
genişlemesini ve üretimdeki artışı, 500 nefer ağaç
aşıcısı olduğundan bahseden Evliya Çelebi de
doğrulamaktadır.[16]
Bu rakamlar ne kadar yüksek olsa da Evliya
Çelebi’nin anlatımı şehir içinde çok aktif bir
tarımsal faaliyete ve ürün çeşitliliğine işaret
etmektedir. Örneğin bahçelerde üretilen meyvelerden
armut, nar, kayısı, incirin yanı sıra şeftalinin
çeşitliliği kayda değerdir: dilberan şeftalisi,
papa, sultani, cani, baba, derraki, çelebi, cüce
şeftalileri.[17]
Evliya Çelebi birçok mahalledeki meyve çeşitliliği
hakkında bilgiler verirken Yedikule’de yetişen
ürünler hakkında bilgi vermemektedir.
Yedikule Bostanları, bostancıların kim oldukları
ve İstanbul’a nerelerden geldiklerine dair en
detaylı ve kapsamlı bilgilere 1735 tarihli bir Kefil
Defteri’nde ulaşıyoruz. Defter İstanbul sur içindeki
bostanların bir tahriri olup, bostancılar, kiracılar
ve memleketleri hakkında bilgiler vermektedir.
Defterde İstanbul sur için deki 344 adet bostandan
Yedikule Kapısı’ndan Silivri Kapı’ya kadar uzanan
surdibi bölgesi ve çevresinde 9 tane bostan ve sur
içinde çalışan toplam 1381 bostancının 52 neferinin
bu bölgede çalıştığını kayıt edilmiştir.[18]
Söz konusu bölgede çalışan bostancıların büyük
çoğunluğu Hıristiyan olup Makedonya bölgesinden-
Sarıgöl, Ostrovo, Vodina, Selanik, Manastır, Ohri,
Pirlepe, Eğridere, Nikita- gelmişlerdir ve ayrıca
isimlerinden Slavca konuştuklarını tahmin
etmekteyiz.[19]
Bu bostanlar Hacı Evhad ve Hacı Piri
mahallelerinde ve ayrıca Horoslu Çeşme mahalinde
olup ve bazılarını 1786 tarihli J. B. Le
Chevalier’in haritasından doğrulayabiliyoruz.[20]
Bu haritada Yedikule’de sur içinde gösterilen
İsmailpaşa bahçesi bu defterde İsmailpaşa saray
bostanı adıyla geçmektedir. Kefil defterinde,
yukarda bahsedilen vakfiyelerde isimlerine
rastladığımız Bayrampaşa bostanı (2 adet) ve
Hazinedarbaşı Süleyman Bostanı’nı tespit ediyoruz.
İsmailpaşa, Bayrampaşa, Hazinedarbaşı Süleyman Ağa
17. yy’ın devlet adamları arasındadır: Bayram Paşa
IV. Murat’ın sadrazamı, İsmail Paşa 1688’de
sadrazam, Hazinedarbaşı Süleyman Ağa ise
II.Mustafa’nın saray hazinedarıdır. 16.yy’ın ikinci
yarısından itibaren bölgede hızlanan tarımsal
faaliyetler 17.yy’da yoğunluğu artmıştır ve
yukarıdaki devlet yöneticileri elimizdeki
kaynaklardan edindiğimiz izlenimlere göre bu bölgeye
yoğun bir yatırım yapmışlardır. Ve muhtemelen 1734
yılına gelinceye değin bölgede boş arazi kalmamıştı.
Bu deftere göre Yedikule bölgesinde (Hacı Evhad,
Hacı Piri ve Horoslu Çeşme) 29 tane bostanda 140
nefer bostancının çalıştığı tespit edildi. Bu
bostanlardan kaç tanesinin vakıflara temlik
edildiğini tespit edemesek de bu süreçte daha çok
yönetici sınıfın vakıflarının bölgeyi paylaştığını
söyleyebiliriz. Evliya Çelebi’nin döneminde ise
Yedikule bölgesinde yoğun bir tarımsal faaliyet
olmamasından dolayı, Seyahatname daha çok Langa,
Narlıkapı, Çukurbostan ve Yenibahçe bağlarından
bahsediyor. Zaten Evliya’nın çağdaşı olan Bayram
Paşa’nın vakfı bu dönemde henüz bölgeye adımını
atmıştı. O sıralarda gelişme halinde olan bu
bölgenin meyvesi Evliya’nın dikkatini çekmemiş olsa
gerek.
17.yy sonunda kent içinde yeni tarımsal alanların
açılmasını ve kentsel yapılaşmanın izini sürmek için
bölgenin topografyasını anlamamız gerekmektedir.
16.yy’ın meşhur tarımsal alanları olarak bilinen
Langa Bostanları’nın topografyası sonraki yüzyılda
yeni yeni ortaya çıkan bostanların topografyasından
farklıdır. Bayrampaşa Deresi’nin denize döküldüğü
ağızda yer alan Langa Bostanları denize yakınken ve
yükseltisi daha azken, Belgrad ve Silivri kapısı
civarında tespit ettiğimiz ve 17.yy’da vakflara
temlik edilen yeni bostanlar dere yatağından uzakta
ve yüksek irtifatta konumlandığı gözlemlenmiştir.
Yeni bir topografyada açılan yeni bostanlara sarf
edilen emek ve sermayeyi tamamen tespit etmek mümkün
değildir. Ancak bir önceki dönemde açılan tarım
alanlarına nazaran daha yoğun emek ve sermayenin
sarf edildiğini söyleyebiliriz. Yoğun tarımsal
üretimin icra edildiği bu işletmeler su kaynaklarına
uzak olmasından dolayı dere yatağında olan
bostanlara nazaran suya erişimi muhtemelen daha
zordu.
Yedikule Silivri Kapı hattındaki tarım arazisi
kanal sulamacılığından yoksundur ve Yedikule
Bostanları sur dışındaki derenin oluşturduğu vadinin
doğu eteklerinde yer alıp, bölgedeki yeraltı suları
sur civarındaki tarım alanlarını su kuyuları
vasıtasıyla besliyordu. Yedikule’den Silivri
Kapı’sına doğru iç ve daha yüksek bölgelere doğru
ilerledikçe ve dere yatağından uzaklaştıkça açılan
kuyuların derinliği muhtemelen artmaktadır.
Ayrıca sur içinde denize yakın olan topraklarda
taban suyuna ulaşmak için kazılacak kuyuların
derinliğine nispeten, Kocamustafapaşa yamacına
tırmandıkça taban suyuna ulaşmak daha da
zorlaşmaktadır olabilir. Zaten bahsini ettiğimiz
Bayrampaşa ve Hazinedar Süleyman’ın bostanları bunun
tipik bir örneğidir. 17.yy’ın ilk yarısında kurulan
Bayrampaşa meyve bahçesi ve yarım asır sonra kurulan
Hazinedar Süleyman’ın meyve bahçesi suya erişimin
çok daha kolay olduğu araziler üzerinde yer
almıştır. Süleyman Hazinedar’ın meyve bahçesi
Belgrad Kilise’ye daha yakındır ve Bayrampaşa’daki
bostanlardan daha yüksek irtifadadır. Yedikule sur
içindeki deniz kenarı ve sur dışında dere yatağında
olan araziler zaman içinde vakıflar tarafından
parsellendikçe, bu bölge çevresinde bostan arazisine
sahip olmak isteyen herhangi bir talipli için daha
yüksek irtifadaki alanlar-örneğin Kocamustafapaşa
yamaçları- kalmıştı. 16.yy İstanbul’unun en önemli
tarımsal alanı ve büyük bir parçası Süleymaniye
Vakfına ait olan Langa Bostanları ise Bayrampaşa
Vadisi’nin denizle buluştuğu noktada bulunmaktadır.
Yedikule-Silivri Kapı hattında uzanan bölgede
tarımsal ürünlere yapılan yatırımın yükselmesi,
pazarda tarım ürünlerine olan talebin yükselmesi
nedenine bağlı olabilir. Buna ek olarak, üretime
yapılan masrafların düşmesine neden olabilecek iş
gücü fazlasını bir diğer değişken olarak alabiliriz.
Örneğin daha önce bahsettiğimiz 1735 tarihli defter
51 nefer kefilsiz bostancıyı belirtmiştir ve bu
işgücü fazlası şehir dışına gönderilmiştir. Bunun
yanı sıra bu yeni topografik düzende tarımsal
alanların açılmasını kolaylaştıran yeni bir
teknolojik değişimin olup olmadığı araştırılmayı
beklemektedir.
İstanbul’un kent-içi tarımsal üretiminin kent
içindeki dağılımını anlamak için İstanbul
topografyası üzerinde düşünmek gerekiyor. Yeraltı
sularını daha iyi anlayabilmek için bugün mevcut
olan Yedikule civarındaki kuyuların daha ayrıntılı
bir incelemesi zorunludur. Maalesef Fatih
Belediyesi’nin rekreasyon projesi bölgenin
topografyasını değiştirmektedir ve bölgedeki
bostanlar, kuyular gibi yapılar tehdit altındadır.
Tarihsel metinlerde anlatılıp, günümüz şartlarında
karşılığını zor bulduğumuz bu türden yapıların yok
edilmesi aynı zamanda bilimsel çalışmaların
niteliğini de etkileyecektir-mümkün olmayacak diye
okuyunuz.
1453’ten sonra İstanbul’un büyümesini anlamak,
kent içindeki tarım alanlarıyla birlikte gerçekleşen
değişikliği göz önünde bulundurmakla mümkün olur.
Vakfiyelerden gözlemlediğimiz kadarıyla kentleşme ve
kentin büyümesi, kent içinde belirli bölgelerde
zirai faaliyetlerin yoğunlaşması ile ilerlemiştir.
17.yy’da Yedikule-Silivri Kapı bölgesinin yoğun
tarımsal faaliyetlerin gerçekleştiği bir alan olarak
ortaya çıkması, devlet yöneticilerinin bölgeye olan
yatırımlarının bir sonucu idi. Bu tarımsal arazinin
en belirleyici özelliği daha yüksek bir irtifada
olmasıdır ve Bayrampaşa Deresi gibi su kaynağına
uzakta konumlanmıştır. Muhtemelen bu yeni kent içi
tarım alanında yeraltı sularından faydalanmak için
daha yoğun emek gerekmekteydi. Konu üzerinde daha
kapsamlı topografya araştırmaları şart olmakla
birlikte belediyenin bu bölgeye müdahalesi nedeniyle
bu fırsatı kaçırmak üzereyiz. Varlığını 17’yy’la
kadar takip edebildiğimiz bu alanda mevcut su
kuyuları, su havuzları ve diğer yapılar bizlere
Osmanlı tarım teknolojisi hakkında daha kapsamlı ve
gözlemlenebilir bilgiler sunmaktadır. Bu
çalışmamızda Bizans döneminde bölgedeki tarımsal
faaliyetleri göz ardı etme niyetinde olmadık. Daha
ziyade Osmanlı dönemi metinleri ve haritaları
üzerinden 15-18. yüzyıl Yedikule bölgesi hakkında
tespitler yapmanın imkanını aradık.
[1] Olivier, Rolin,
Türkiye
Seyahatnamesi (1790 Yıllarında Türkiye ve
İstanbul) (Çev. Oğuz Gökmen), Ayyıldız
Matbaası. Ankara 1977. ss.49-50.
[2] Eldem, Edhem, Daniel Goffman, and
Bruce Masters.,
The Ottoman City Between
East and West: Aleppo, İzmir, and Istanbul.
Cambridge University Press,1999.
[3] Whittaker, C. R. (1990) 'The
consumer city revisited: The Vicus and the
City”, Journal of Roman Archaeology
3. s. 110–18.
[4] Ayrıca şehrin çevresinde uzanan
arazilerin tarımsal üretime açılması ve
şehrin kendisinin tarihsel süreç içinde bu
tarım arazilerine doğru yayılması İstanbul
kent tarihinin önemli bir unsurudur.
[5] “Langa Yeni Kapusu kurbünde
müceddedn küşad olunan kapu haricinde vaki’
cedar-ı hısn canibinde olan terbi’en on bir
bin dört yüz altmış sekiz zira’ arsasının
Ayasofya-ı Kebir Camii Şerifi Vakfı’na
senevi üçyüz akçe mukata’alı ve ma’ada
terbi’en altmış sekiz bin yedi yüz yiğirmi
dört zira’ arsası müceddeden sedd ü bend ile
deryadan doldurma emlak-ı humayündan olub…
terbi’en seksen bin yüz doksan iki zira’
bostan…” EV.VKF 24/11 vr.no 1/5-6
(29.Z.1178/ 19 Haziran 1765)
[6] Bu defterde Hassa Bahçelerine
değinilmemiştir. Hassa Bahçeleri ile
birlikte söz konusu 344 adet bostan,
İstanbul kent içindeki tarım alanlarının
büyüklüğünü ve tarımsal üretimin niteliğini
anlatmaya yeterlidir. D.BŞM 1841 s.62
(15.Za.1147/ 8 Nisan 1735)
[7] İnalcik, Halil.
The Survey of
Istanbul 1455: the text, English
translation, analysis of the text, documents,
İşbankası Kültür Yayınları, 2012..s. 359.
[8] Müler-Wiener, Wolfgang ,
İstanbul Limanı (İstanbul; Tarih Vakfı
Yurt Yayınları) ,1998. s.4.
[9] Barkan, Ömer Lutfi.
Istanbul
Vakıfları Tahrir Defteri: 953 (1546) Tarihli.
Istanbul: Baha Matbaasi, 1970.s. 78.
[10] Canatar, Mehmet. İstanbul
Vakıflari Tahrir Defteri: 1009 (1600)
Tarihli. Istanbul: Istanbul Fetih
Cemiyeti, 2004. s. 617.
[12] A.DVNS.MHM.d 32 s.10 (8.R.993/ 9
Nisan 1585)
[13] Ayrıca Kadırga içerisinde meyve
ağaçlarının olduğu bir bostan da Bayrampaşa
Vakfın’a temlik edilmiştir.
TT.d 759 s. 42 (104/
1634-1635)
[14] TS.MA.d. 6946 s.14 (29.Z.1120/ 11
Mart 1709)
[15] Özet olarak bu alıntıda bahsedilen
bahçe Hacı Piri Mahallesi’nde olup, mescid
duvarı, Ebubekirpaşa’nın vakfettiği odalar,
Mehmet Efendi’nin mülkü, sur duvarı, ve
yollarla sınırlanmıştır. Bu vakıf bahçesinde
olan yapılar ise: bir havuz, iki dolab
kuyusu, mutfak ve ahır vardır. Ayrıca bu
meyve bahçesi Yedikule surlarından Hacı Piri
Mescidine kadar uzanmaktadır. Hazinedar
Süleyman Ağa vakfiyesinde olan bahçenin
sınırları Hacı Piri Mahallesi’ndeki vakıf
mülkünün sınırları ve konumunun Belgrad
Kilise ve Bayram Paşa Bahçesi ile sınırlı
olduğunu biliyorduk. Belgrad Kilise Belgrad
Kapısı’ndan 200 metre uzaklıkta surlar
içinde bir kilisedir. Bugün mevcut olan Hacı
Piri mescidi kiliseye çok yakın olup, tarihi
surlara paralel olarak uzanmaktadır. Ayrıca
hem kilise hem de mescit Kocamustafapaşa
Tepesinin eteklerindedir ve ikisi de aynı
irtifadadır. Aynı zamanda tarihi surlarla
uzaklığı aynıdır. Belgrad Kilisesi ve Hacı
Piri Cami arasında kalan bölgenin
Hazinedarbaşı Süleyman Ağa Vakfı ve
Bayrampaşa Vakfı tarafından mülk edinildiği
anlaşılmaktadır.
[16] Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed
Zilli (2006).
Evliya Çelebi
Seyahatnamesi,Topkapı Sarayı
Kütüphanesi Bağdat 304 Numaralı Yazmanın
Transkripsiyonu-Dizini, Cilt I,ed by Robert
Dankoff, Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı
(İstanbul: Yapı Kredi Yayınları).p.263.
[18] Bostan-ı Ramazan Çavuş karib-i
Yedikule, Bostan-ı Çolak Mehmet Ağa karib-i
Yedikule, Bostan-ı Hüseyin Ağa Liman ..
karib-i Yedikule Kolluğu, Bostan-ı vakf-i
Bayrampaşa (2 adet), Bostan-ı Hazinedarbaşı
ittisalinde, Bostan-ı İsmailpaşa saray
bostanı dimekle ma’ruf, Bostan-ı sandık
emini Mehmet Efendi karib-i İsmailpaşa,
Bostan-ı Hamamcı Hacı Abdi, karibi Saray-ı
İsmail. D.BŞM 1841 s.18-41 (15.Za.1147/ 8
Nisan 1735)
[19] Domenica Sestini’nin Sclavonians
diye tarif ettiği insanlar, muhtemelen bu
günümüz Makadıonya şehirlerinden İstanbul’a
çalışmak için gelen insanlardır. Ayrıca:
Faroqhi, Suraiya. “Supplying Seventeenth –
and Eighteenth Century Istanbul with Fresh
Produce”, Nourrir les Cités de
Méditerranée: Antiquité- Temps Modernes,
(eds.) Brigitte Marin and Catherine
Virlouvet, Paris: NJ: Princeton University
Press, 2003, s.285.
[20] Kubilay, Ayşe Yetişkin,
İstanbul Haritaları 1422-1922, Denizler
Kitabevi, 2009, s.118.
Kaynaklar
Barkan, Ömer
Lutfi.
Istanbul Vakıfları
Tahrir Defteri: 953 (1546) Tarihli.
Istanbul: Baha Matbaasi, 1970.
Canatar,
Mehmet.
Istanbul Vakiflari
Tahrir Defteri: 1009 (1600) Tarihli.
Istanbul: Istanbul Fetih Cemiyeti, 2004.
Eldem, Edhem,
Daniel Goffman, and Bruce Masters.The
Ottoman City Between East and West: Aleppo,
İzmir, and Istanbul. Cambridge University
Press,1999.
Evliya Çelebi
b. Derviş Mehemmed Zilli (2006).
Evliya Çelebi Seyahatnamesi,Topkapı
Sarayı Kütüphanesi Bağdat 304 Numaralı
Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, Cilt.I,ed
by Robert Dankoff, Seyit Ali Kahraman ve
Yücel Dağlı (İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları).
İnalcik, Halil.
The Survey of Istanbul 1455: the text,
English translation, analysis of the text,
documents, İşbankası Kültür Yayınları,
2012.
Faroqhi,
Suraiya. “Supplying Seventeenth –
and Eighteenth Century Istanbul with Fresh
Produce”, Nourrir les Cités de
Méditerranée: Antiquité- Temps Modernes,
(eds.) Brigitte Marin and Catherine
Virlouvet, Paris: NJ: Princeton University
Press, 2003, s.273-301.
Kubilay, Ayşe
Yetişkin,
İstanbul Haritaları
1422-1922, Denizler Kitabevi, 2009.
Müler-Wiener,
Wolfgang,
İstanbul Limanı
(İstanbul; Tarih Vakfı Yurt Yayınları),
1998.
Olivier, Rolin,
Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında
Türkiye ve İstanbul) (Çev. Oğuz
Gökmen), Ayyıldız Matb. Ankara 1977.
Whittaker, C.
R. (1990) 'The consumer city
revisited: The Vicus and the City”,
Journal of Roman Archaeology 3. s.
110–18.
Osmanlı Arşivi
A.DVNS.MHM.d 32; D.BŞM
1841; EV.VKF 24/11; TS.MA.d. 6946; TT.d 759
Bianet, Yazı:
Aleksandar
Shopov, Harvard Üniversitesi - Ayhan Han, MA
Bilgi Üniversitesi, 03.08.2013
** Bu yazı Toplumsal Tarih
Dergisi'nin Ağustos sayısında yayınlandı.
|
HİYEROGLİF YAZITLI STEL BİLİM DÜNYASINI
HEYECANLANDIRDI

Adana
Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmeye başlanan 'Anadolu
hiyeroglif yazıtlı stel' MÖ 8.yüzyıl Geç Hitit
dönemine ışık tutuyor.
Stel üzerindeki yeni bulgular bilim dünyasında
ilgiyle karşılandı. Müze Müdürü Kazım Tosun,
eserin tarihsel ve maddi olarak çok büyük
değerinin bulunduğu söyledi.
Gaziantep
Karkamış İlçesi menşeli kalker stelin
koleksiyoner Hakan Ağca tarafından bulunup
müzeye hibe edildiğini belirten Tosun, taş
eserin
Adana'nın çalışmaları devam eden yeni
müzesinde görkemli bir şekilde teşhir
edileceğini kaydetti.
Stelin üzerindeki
yazıların çözümü için
Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Arkeoloji
Bölümü'nden Hititolog Yrd. Doç.Dr. Rukiye
Akdoğan ile dünyaca ünlü İngiliz araştırmacı
Prof.Dr. J.David Hawkins'ten destek aldıklarını
açıklayan Kazım Tosun, hiyeroglif yazıtlarının
tamamen okunduğunu ve önümüzdeki günlerde kendi
isimlerine yayının yapılacağını vurguladı.
Bilim hırsızlarına karşı eseri özenle
koruduklarına işaret eden Tosun, "Biz bu önemli
eseri yeni müzemiz taş seksiyonundaki diğer
heykellerle güzel bir şekilde ziyaretçilerin
ilgisine sunacağız. Stel,
Kadirli Karatepe'daki tarihi şehir ve
müzemizdeki Arabalı Tanrı Tarhunda ile çağdaş.
Eserin üzerindeki yazıların okunması için uzun
uğraşlar verdik. Bu sürede bahçede bilim
hırsızlarına karşı kapalı tuttuk. Maalesef bu
alanda çalışan bazı kişiler gelip fotoğrafını
çekip yurt dışındaki dergilere satıyor. Buna
izin vermeyeceğiz." dedi.
Yrd.Doç.Dr. Rukiye Akdoğan ise
Adana Müzesi'ne 28 Mayıs 2012'de luwi
hiyeroglif yazıtlı bir stel kazandırıldığını
bildirdi. Stelde Fırtına Tanrısı'nın
'Masahunalı' olarak belgelenen ilahi bir vasfına
ilk kez rastladıklarına dikkat çeken Akdoğan,
şunları söyledi: "Stel,
Gaziantep Karkamışlı Kamani'nin oğlu, yine
adına ilk kez burada rastlanan Atika tarafından
ön yüzünde bulunan Masahunalı ilahi vasıflı
Fırtına Tanrısı'na koruyucu lanet ile
adanmıştır. Stel, Kazım Tosun, Prof. J.David
Hawkins ve benim adıma Türk Tarih Kurumu'nun
yayınladığı Belleten Dergisi'nde 'Adana
Müzesi'ndeki Yeni Hiyeroglif Yazıtlı Stel' adlı
makalede ilim dünyasına tanıtılacaktır.
ANADOLU HİYEROGLİF YAZITLI STELİN
ÖZELLİKLERİ
Ön yüzünde Fırtına Tanrısı'nın (Tarhunza)
tasvirinin bulunduğu stelde, eğimli arka yüzünde
sağdan başlayarak sola doğru devam edep, alt
satıra dönen boustrophedon (öküzün tarlayı
sürmesi şeklinde) tarzında 4 satırlık
Anadolu hiyeroglifli yazıt yer almakta.
Yazıt soldan başlayan 4. satır ile sona
eriyor. Stelin her iki yüzü özellikle sağ arka
yüzü önemli derecede yıpranmış. Üzerindeki
satırların baş ve son kısımları tahrip olmuş.
Fakat orta kısım iyi derece korunmuş. 122
santimetre yüksekliği, ön yüzü 70 santimetre,
yazıt bulunan yüzü 123 santimetre. MÖ
Geç 8. yüzyıl
Karkamış Kamani sonrası Astiru 2
hükümdarlığı zamanı stel üzerindeki Fırtına
Tanrısı Tarhunza'nın kabartması sağa dönük, sağ
elinde bir asma fidanı ve sol elinde bir başka
demeti tutmakta. Tarhunza'nın kısa kollu ayak
bileklerine kadar inen uzun püsküllü eteği ve
belinde kemeri var. Korunan sağ ayağında sivri
uçlu bir ayakkabı giymekte. Sol ayağı
korunmamış.
Tanrının baş ve ayakları profilden, gövdesi
ise cepheden işlenmiş. Uzun sakallı ve
omuzlarına inen örgülü saçları ile tasvir
edilmiş. Tanrısal simge olan bir adet boynuzla
bezenmiş konik başlığı ve uzun sarkaçlı küpesi
var.
haberler.com, 03.08.2013
|
'PRUSİAS AD HYPİUM' ANTİK KENTİ KAZI ÇALIŞMALARI

Düzce Üniversitesi (DÜ) Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Nurperi
Ayengin, "Prusias ad Hypium' antik kenti kazı
çalışmalarına ilişkin, "Çalışmalarımız çok
tittizlikle sürüyor ve buranın bir an önce kazısını,
restorasyonuu yapıp ortaya çıkartmak istiyoruz"
dedi.
Konuralp beldesinde bulunan "Prusias ad Hypium'
antik kentindeki kazı çalışmalarını ekibi ile
sürüdüren Ayengin, alanda çalışmalara başlayalı 17
gün olduğunu ve yüzeysel temizlik çalışmalarında
sona yaklaştıklarını belirtti.
Kazı çalışmasının sadece kazmayla toprağı
kaldırarak derine inmenin akla gelmemesi gerektiğini
vurgulayan Ayengin, şu anda alanda 3 boyutlu
görüntülü çalışmka yapıldığını kaydetti.
Ayengin, tarama çalışmalarının da bunlara paralel
olarak devam ettiğini dile getirerek, "Bu çalışma
sayesinde tiyatrodaki kalıntıların ve taşlarının ne
kadar tahribat gördüklerini, ne kadarının günümüze
ulaştığınının tespitini yapacağız. Bu çalışima
bittikten sonra ise Jeoradar çalışması yapmayı
planlıyoruz" diye konuştu.
Alanda çok titiz bir çalışma
yapılacağını vurgulayan Ayengin, şunları söyledi:
"Arkeolojik çalışmalarda yanlış birşey
yapıldığında geriye dönüşü yoktur. Bu yüzden burada
çok titiz bir çalışma yürütüyoruz. Tabi burada
yapılan her çalışma para ile oluyor. Çalışmalara
ciddi paralar harcanıyor ama tabi titiz bir çalışma
yürütülüyor. Çevredeki ve alan içeirisindeki bölgeyi
önce otlardan arındırmamız gerekiyor. Bunun için
çalışmalarımız devam ediyor. Çalışmalarımız çok
tittizlikle sürüyor ve buranın bir an önce kazısını,
restorasyonuu yapıp ortaya çıkartmak istiyoruz."
Alanın daha önce sit alanı olarak tescilli
olduğunu ifade eden Ayengin, "Burada insanlar daha
önce ev yapmışlar ve ciddi manada alana tahribat
vermişler" dedi.
'Prusias ad Hypium'
Konuralp bölgesinde, 1. yüzyılda yapıldığı tahmin
edilen at figürlü kapı, surlar, su kemerleri ve Roma
Köprüsü'nün yer aldığı antik kentte, halk arasında
'40 Basamaklar' adıyla bilinen, 100 metre
uzunluğunda ve 74 metre genişliğindeki antik tiyatro
dikkati çekiyor.
Yeni Şafak, 03.08.2013
|
DEVLET DAİRESİYDİ, HALK KÜTÜPHANESİ OLUYOR

Yunan askerlerinin İzmir’e çıkışını protesto
edenlere aralarında Halide Edip’in de bulunduğu
aydınlar ateşli konuşmalar yapmıştı. İşte o
konuşmanın yapıldığı bina bugün kütüphane oluyor.

Kadıköy Belediyesi, iskelesinin karşısındaki uzun
yıllar belediye binası olarak kullanılan tarihi
Şehremaneti binasını restore ederek, halk
kütüphanesine dönüştürüyor. ‘Kadıköy Tarih, Edebiyat
ve Sanat Kütüphanesi’ olarak hizmete girecek olan
100 yıllık Şehremaneti binasında başta Kadıköylü
aydınlar olmak üzere çok sayıda sanatçıya dair bilgi
ve belgelerle tarih, edebiyat ve sanat
koleksiyonları yer alacak, söyleşi ve etkinlikler
düzenlenecek.
Şehremaneti binası, İstanbul’un işgal altında
olduğu günlerde Milli Mücadele taraftarı aydınların
düzenlediği mitingler gibi birçok toplumsal ve
siyasi olaya tanıklık etmiş tarihi bir yapı. 1913
yılında inşa edilen bina, uzun yıllardır belediye
meclis ve sergi salonu olarak hizmet veriyordu.
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, yazar,
edebiyatçı, bilim insanı ve hocalardan
kütüphanelerini bağışlamaları talebinde bulunuyor.
Öztürk, birçok insanla bu konuda temas halinde
olduklarını söylüyor. Burayı kent kütüphanesi yapma
kararı 2010’da alınmış, 2011’de iç düzenlemeye
yönelik hazırlıklar yapılmış, proje çizilmiş ve
Anıtlar Kurulu süreci ilerlemiş. Yaklaşık bir ay
önce restorasyon başlamış. Ocak 2014 itibarıyla da
bina adım adım faaliyete girecek. Öztürk, “Buranın
açılması demek, tüm koleksiyonların burada olduğu
anlamına gelmiyor. Kitaplar, evraklar, belgeler
toplanmaya devam edilecek. Bu, hiç bitmeyen bir
süreç, dünyadaki tüm kütüphanelerin işleyişi bu
şekilde.” diyor.
Kadıköy’de yaşamış ve yaşayan yazar, sanatçı,
edebiyatçı, şairlerin belgeleri, mektupları,
fotoğrafları, yazışmaları, varsa elyazmalarının da
toplanacağını anlatan Öztürk, “Burası yaşayan bir
mekan haline gelecek. Bilimsel toplantılar,
tarih-sanatla ilgili özel seminerler, tematik
toplantılar, konferans dizileri, akşamüstü
sohbetleri olacak. Senede birkaç efemera (elyazma,
mektup, kartpostal) sergisi düzenlenecek. Projenin
başında Prof.Dr. İlber Ortaylı ve Murat Katoğlu
var.” diyor.
100 yıllık tarihi
bina
Kadıköy Şehremaneti, Y.Terziyan isimli bir Ermeni
mimar tarafından 1912-1914 yılları arasında inşa
edilmiş. I. Ulusal Mimarlık Dönemi’nin önemli
eserlerinden olan bina, mimari kimliği kadar birçok
tarihi olaya tanıklık etmesiyle de öne çıkıyor.
Örneğin; 22 Mayıs 1919’da, Yunan ordusunun İzmir’e
çıkışını protesto etmek amacıyla Şehremaneti önünde
kalabalık bir halk toplanmış, binanın balkonuna
Hüseyin Suat, Ahmet Kemal, Fahrettin Hayri, Münevver
Saime, Halide Edip gibi önemli isimler çıkarak
heyecanlı konuşmalar yapmış. Kadıköy Şehremaneti
binasında ilk belediye seçimlerinin yapılacağı gün
de binanın önündeki Kumluk’ta Halk Fırkası ve
Serbest Fırka taraftarları büyük bir kavgaya
tutuşmuş. 1995’te tadilat geçiren tarihi bina, bir
süre Kadıköy Kaymakamlığı, daha sonra da belediye
başkanlığı binası olarak kullanıldı. Belediyenin
Söğütlüçeşme’deki ana binaya taşınmasının ardından,
burası belediye meclis toplantıları, etkinlik ve
sergilere ev sahipliği yapıyordu.
Zaman, 03.08.2013
|
517 YILLIK HACI SİNAN KÜLLİYESİ AYAĞA KALKIYOR

İzmir'in
Bayındır İlçesi'ndeki, birden fazla yapıdan oluşan
tarihi Hacı Sinan Külliyesi'nin restorasyonuna
başlandı.
Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Cami Mahallesi'ndeki, 6
Ağustos 1496'da Mevlana El-Hac Mehmet Sinan Çelebi
tarafından yaptırılan Hacı Sinan Külliyesi'nin kısmi
olarak ayakta kalan yapılarına 1990'lı yılların
sonunda tadilat yaptı. Özellikle cami girişinde bir
dönem ilçe Müftülüğü'ne evsahipliği yapan meşrutanın
(imam evi) harabe görüntüsü ve külliye içindeki
diğer yapılardaki onarımın yetersiz kalması,
restorasyona başlanmasını gündeme getirdi. 2009
yılında Bayındır Belediyesi Hacı Sinan Vakfı ile
görüşüp, külliyeyi 15 yıllık kullanım hakkı
karşılığında restore etmek için devraldı. Belediye,
2011- 2012 yılları arasına külliyenin restorasyon
projesini hazırladı.
Restorasyon Projesi, İzmir 2
Nolu Koruma Kurulu'nca onaylanmasının ardından
ödenek için İzmir İl Özel İdaresi'ne başvuruldu.
Diyarbakır'a atanan İzmir eski Valisi Cahit
Kıraç'ın, geçen Ocak ayında ödeneği onaylamasıyla 19
Haziran'da ihaleye çıkıldı. Bir hafta önce ise yer
teslimi yapılarak, külliyesinde imarethane,
darülkurra dışındaki cami, medrese, hamam ve
meşrutası günümüze kadar kalmayı başarmış tarihe
tanıklık etmiş taş yapının restorasyonuna başlandı.
'ATALARIMIZIN EMANETLERİNE SAHİP ÇIKIYORUZ'
Bayındır Belediye Başkanı AK Partili Mehmet
Kertiş, görev geldiklerinde atalarımızın
emanetlerine sahip çıkacaklarına söz verdiklerini
hatırlatarak şunları söyledi:
"Bu amaç doğrultusunda yoğun bir restorasyon
çalışması başlattık. Tarihi Tekel Hanı, Eski Hükümet
Konağı, Belediye Hizmet Binası ve Yahya Kerim Onart
Kültür Merkezi, Hasan Hulki Yönt Aşevi ve Kültür
Merkezi (Eski Atlas Sineması) ve son olarak 517
yıllık bir tarihe sahip Hacı Sinan Külliyesi'nin
restorasyonuna başladık. Bayındır'ın simgesi olan
tarihi külliyenin restorasyonu bittiğinde, külliyeyi
ecdadımızın bize bıraktığı bir şekilde gelecek
nesillere bırakacağız. Tarihi eserler, binalar ve
tarihi yapılar bir şehrin kimliğidir. Bayındır'ın
tekrar tarihi kimliğine kavuşması için restorasyon
çalışmalarını önemsiyoruz."
Ramazan ayı nedeniyle, halkın kullanımına açık
olan külliyenin restorasyon çalışmalarına ara
verildiğini belirten Başkan Kertiş, "Ramazan
Bayramı'nın ardından çalışmalar tüm hızıyla sürecek"
diye konuştu.
Zaman, 02.08.2013
|
İSTANBUL'DA KARADENİZ MEŞESİ

Marmaray projesi kapsamında Yenikapı’da yapılan
kazılarda bulunan Bizans döneminden kalma tekneler
büyük ilgi çekti ancak neolitik dönem kalıntıları da
İstanbul’un
binlerce yıllık geçmişine ilişkin çok
önemli bilgileri
içeriyor. Neolotik dönem odunsu kalıntıları üzerinde
yapılan incelemeler o dönemde
İstanbul’da en çok
rastlanan ağaç türünün Doğu Karadeniz meşesi
olduğunu ortaya koydu. Mutlaka tespit edileceği
düşünülen çam, kayın ve çınara ise hiç rastlanmadı.
İstanbul’un
milattan önce 8.000-5.500 yıllarını kapsayan
neolitik çağdaki florası Karadeniz Teknik
Üniversitesi tarafından gün yüzüne çıkarıldı.
Yenikapı’daki kazıları televizyonda
izleyip çıkan odunsu
kalıntıları gören Karadeniz Teknik Üniversitesi
Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü doktora
öğrencisi Reha Mazlum, Arkeoloji
Müzesi’ne başvurarak neolitik dönem örneklerini
incelemek istedi. Müze
de daha önce hiç incelenmemiş
örnekleri Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne
gönderdi. Mazlum,
“Yenikapı, Marmaray Kazılarında Açığa Çıkan
Odunsu Kültürel Mirasımız” konulu yüksek
lisans tezini Prof.Dr. Bedri Serdar danışmanlığında
yaptı.
Mimaride ceviz
1 yıl süren çalışma sonucunda neololitik dönem
ile günümüz örnekleri karşılaştırılarak göknar,
porsuk bitkisi, ardıç, karaağaç,
incir, ceviz, kestane, Doğu
Karadeniz meseşi, kızılaağaç, söğüt, akçaağaç,
dişbudak ağaçları tespit edildi. En yoğun rastlanan
ağaç türü meşeydi. 240 örneğin 80-90’ı meşe
özelliği
gösterdi. Çalışma hakkında bilgi veren yüksek orman
mühendisi Reha Mazlum, neolitik dönemde insanlarin
yeni yeni yerleşmeye ve evler inşa etmeye
başladığınını belirterek
inceledikleri ağaçların çoğunun “dal örgü”
yöntemi ile ev yapımında
kullanıldığını gördüklerini söyledi. Mazlum, bütün
mimari yapılarda ceviz ağacı kullanıldığını tespik
ettiklerine de dikkat çekti.
Mazlum “Kesin bulunacağını düşündüğümüz çam, kayın
ve çınar hiç tespit edilemedi” dedi.
İstanbul’da işi ne?
Mazlum, incelemeye konu olan ağaçların o dönemde
ne şekilde var olduğu bilinmedikleri için sadece
tahminler yürütebildiklerini belirterek “Doğu
Karadeniz meşesinin İstanbul’da bu kadar çok
rastlanması ilgimizi çekti. Ama nedenini kesin
bilemiyoruz. İnsanlar o dönemde göçebe olarak
yaşıyordu ve yanlarında getirdikleri eşyalar meşeden
yapılmış olabilir. Ya da o dönemde İstanbul
bölgesinde de Doğu Karadeniz meşesi yetişiyordu
ve daha sonra sınırlar daraldı” diye konuştu.
Kesit almak zor oldu
Reha Mazlum, müzeden 434 adet odun örneği
gönderildiğini ancak 240’ın kesit alabildiklerini
dağılıp giden odunlardan kesit alıp cinsini ve
türünü belirleyebilmek için yeni yöntemler
geliştirdiklerini anlattı. Odunları yangın tüpü ile
dondurarak kesitler aldıklarını ifade eden Mazlum
“Bazı odun örneklerinden güncellerinden bile daha
iyi kesitler aldık bu sayede. Anatomi atlası ile
karşıltırıp tepsitlerini yaptık” dedi.
Mazlum, 240 odun paçasından Viking döneminden kalma
Vasa gemisinde kullanılan yöntem ile 500 preparat
yaparak yüzlerce yıl saklanabilecek örnekler haline
getirdilerini de kaydetti.
Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 02.08.2013
|
HÖYÜKLER SUYA GÖMÜLMEDEN
Ilısu baraj gölü tehdidi altındaki Hasankeyf’in
yeni sıra Dicle nehri ve Garzan çayı yatağındaki
insanlığın ilk yerleşim birimlerine ait höyüklerde
kazı çalışmaları hızlandırılacak.
ÜÇ HÖYÜKTE KAZI…
Ramazan ayı
nedeniyle kazı çalışmalarına henüz başlanılmayan
Batman il sınırlarındaki tarihi höyüklerde kazı
öncesi hazırlıklar tamamlandı. Batman Müze Müdiresi
Tenzile Uysal, Gıre Amer höyüğünde Koç
Üniversitesi’nden Prof.Dr. Gül Pulhan, Kurike
höyüğünde Çukurova Üniversitesi’nden Elif Genç ve
Çanakkale Üniversitesi’nden Prof.Dr. Aslı
Özdoğan’ın, Çeme Alo höyüğünde kazılara
başlayacağını söyledi. Uysal, sıcak havalarda
kırılmanın başlamasıyla birlikte kazılara bayram
sonrası başlanacağını bildirdi.
“ZENGİN
COĞRAFYADAYIZ”
Dicle nehri kenarındaki Kurike höyüğünün Mezopotamya
ovasında en eski yerleşim yerlerinden birinin
olduğunu belirten Müze Müdiresi Uysal; “İlimiz
sınırları içinde en eski höyük konumundaki Kurike
kazısında çıkan önemli tarihi eserler, koruma altına
alındı. Bu eserlerin bir bölümü Diyarbakır
müzesinde. Müzemizin tamamlanmasıyla ilimize ait
eserleri, Batman’a getireceğiz. Zengin bir
coğrafyadayız. Bayram sonrası kazılar, kaldığı
yerden devam edecek” diye konuştu.
Batman Çağdaş, 02.08.2013
|
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ'NE 'ENGELSİZ ZİYARET'
İMKANI

Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB), T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığıyla, 2009 yılında,
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ni tanıtmak ve
geliştirmek amacıyla imzaladığı “İstanbul Arkeoloji
Müzeleri Destekçilik, Hizmet ve İşbirliği
Sözleşmesi” dahilinde sürdürdüğü faaliyetlerine bir
yenisini daha ekledi.
Sözleşme kapsamında hazırlanan “İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nin Tanıtımı ve
Ulaşılabilirliğinin Arttırılması Projesi” ile yaşlı
ve engelli ziyaretçilerin müzeye ulaşımı ücretsiz
olarak sağlanmaya başlandı.
2 GÜZERGAHTA HİZMET VERİLİYOR
İstanbul Kalkınma Ajansı (İSTKA) tarafından
desteklenen İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin Tanıtımı
ve Ulaşılabilirliğinin Artırılması Projesi
çerçevesinde iki güzergahta hizmet veriliyor.
Proje kapsamında satın alınan elektrikli golf
arabaları, Gülhane Parkı kapısından aldığı engelli
ve yaşlı ziyaretçileri İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin
kapısına kadar getiriyor. İstanbul Modern Sanatlar
Müzesi’nden kalkan minibüsler ise yaşlılar ve
engellilerin yanı sıra turistlere de ücretsiz hizmet
veriyor.
Ayrıca turist ziyaretçilere yağmurdan korunmaları
için yağmurluk, güneşten korunmaları için de
güneşlik dağıtımı gerçekleştiriliyor.
BÜYÜK İLGİ GÖRÜYOR
İstanbul Arkeoloji eserlerinin fotoğrafları ve
TÜRSAB logosuyla giydirilmiş olan minibüs ve
elektrikli golf araçlarının özellikle engelli ve
yaşlı bireylere büyük kolaylık sağladığını dile
getiren TÜRSAB yetkilileri, araçların büyük ilgi
gördüğünü ve ziyaretçi sayısını artırdığını
belirttiler.
Bilindiği gibi, Türkiye Seyahat Acentaları
Birliği (TÜRSAB), 28 Eylül 1972 tarihinde yürürlüğe
giren 1618 sayılı "Seyahat Acentaları ve Seyahat
Acentaları Birliği Kanunu" uyarınca kurulmuş olan
bir meslek birliğidir. TÜRSAB’ın temel amacı,
seyahat acentalığı mesleğinin ve faaliyet alanının
temelini oluşturan turizm sektörünün gelişimine
katkıda bulunmaktır. Bu doğrultuda değişik
çalışmalar yapan kurumun, İstanbul Arkeoloji Müzesi
ile ilgili olarak gerçekleştirdiği değişik projeler
bulunuyor.
Posta, Haber: Bilsen Gürer, 02.08.2013
|
ANDRİAKE'DE NELER OLUYOR?

Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, sitesinde
yer verdiği bir basın duyurusuyla, il
sınırlarındaki 15 kazıdan 5’inin Antalya Müzesi’ne
devredildiğini açıkladı. Devredilenler
arasında Demre’deki Myra-Andriake kazısı da
bulunuyor. 17 Temmuz’da
gazetemizde yer
alan
haberde, Myra - Andriake kazılarının bir buçuk aydır
izin beklediğini, bu nedenle 4 yıldır aralıksız
süren kazıların bu yıl ilk kez olağan zamanında
başlayamadığını duyurmuştuk. Öncesinde de, aynı
projeye bağlı olarak yürütülen Andriake’deki Likya
Müzesi inşaatı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ödeme
yapmaması nedeniyle yüklenici
firma tarafından 1 Temmuz’da
durdurulmuştu. Kazılar, 2009 yılından bugüne,
Antalya Belediyesi ve Akdeniz Üniversitesi
tarafından, Prof.Dr. Nevzat Çelik başkanlığında
sürdürülüyordu.
Prof.Dr. Nevzat Çelik yönetimindeki,
Türkiye’nin en büyük kazı çalışmalarından
birinin neden “el değiştirdiği” sorusunu Antalya İl
Turizm ve Kültür Müdürü İbrahim Acar’a yönelttik.
Acar, herhangi bir değişikliğin söz
konusu olmadığını, kazı
alanında “ödeneklerin kullanımı ve
çalışmalarla ilgili” denetim yapıldığını belirtti.
Ne var ki, müze müdürlüklerinin kazı
alanlarını
denetleme yetkisi bulunmadığı, ayrıca kazı
başkanının görevden uzaklaştırılarak denetlenmesinin
de rutin bir süreç olmadığı öğrenildi.
Antalya Müze Müdürlüğü’nden bilgi aldığımız bir
yetkili ise bu konuda
konuşmalarının yasak olduğunu, ancak Acar’ın
söylediklerinin aksine, kazı
alanında müzenin henüz herhangi bir
çalışmaya başlamadığını vurguladı.
Cumhuriyet, Haber: Aslı Uluşahin, 02.08.2013
|